Gazetelerde okuyoruz. ABD büyük elçisi hükümetle görüşüyor. Devletinin hükümete desteğini teyit ediyor. Zaten son haziran olayları esnasında, Batı, ama özellikle de ABD medyasının daha önceki polis saldırıları karşında yaptığı gibi, hükümete yönelik ağır eleştirilerde bulunmadığına tanık olduk. Şunu göreceğiz, “ana akım medya” sadece Türkiye’de değil, bütün kapitalist ülkelerde, sermayenin hizmetindedir. Zaten büyük sermayeye aittir. Bunu en net şekilde başkan Bush döneminde görmüştük.
Emperyalist güçler kendileriyle işbirliği içindeki Tayyip Erdoğan’dan, çok sıkışmadıkları takdirde, vazgeçmezler. Onları sıkıştıracak olan da içeride halkların başkaldırısıdır. Son ayaklanmadan çıkartılması gereken en önemli ders budur. “Batı demokrasisi” ne, “Batı’nın insani değerleri” ne bel bağlamak ahmaklık olur. Emperyalist burjuvazi için hem “demokrasi” hem de “insani değerler”, koşullara ve emperyalizmin çıkarlarına bağlı olarak bir anlam ve geçerlilik taşımaktadır.
Emperyalistler, sermayenin globalist eğilimleri dolayısıyla ulusal egemen devlet yapılarına tahammül edemezler. Her iki dünya savaşının asıl saiki, sermayenin globalist eğilimleri ve karşısındaki ulusal engellerdir. Sermaye önünde duvar, engel istemez. Uluslararasılaştıkça bu eğilim daha da güçlenir. Emperyalizm, küçük küçük “venedik tipi” devletler, “lübnanlaştırma marifetiyle, gevşek etnik ve cemaat devletçikleri yaratarak genişlemek istemektedir. Hem Hitler’i desteklemiş olmasını hem de Stalin’i karalamasını bu bağlamda düşünmek gerekir.
Naziler kontrolden çıkıncaya değin globalist politikaları savunmuşlar, Sovyetler Birliği ise “tek ülkede sosyalizm” şiarıyla ta baştan bu emperyalist politikanın karşısına dikilmişti (“Sürekli devrim” veya “dünya devrimi” siyaseti sosyalizm adına dünyanın hiç bir yerinde en ufak bir mevzi dahi yaratamamışken, “tek ülkede sosyalizm” siyasetinin dünyanın üçte birini sosyalist yapmış olduğunu geçerken hatırlatmak isterim) Yine erken dönemlerinde, “büyük devletler”in cumhuriyetçi kemalistlere karşıt bir tavır almış olmaları da, bu globalist emelleriyle alakalıdır.
Bölgemizde 50’li yıllardan itibaren islamcı Müslüman Kardeşler hareketinin emperyalistler ve onların bölgedeki bağlantıları tarafından desteklenmiş olmasının başlıca nedeni, ulusal, seküler, egemen ulus devletleri tasfiye ederek, küçük küçük veya federe, etnik ve cemaat devletçikleri oluşturma siyasetidir. Müslüman Kardeşler ve bağlantılı örgütleri bölgemizde bu egemen seküler yapılara karşı her türlü mücadele şeklinin meşru olduğunu ilan etmişlerdi.
Emperyalistler dünyayı lübnanlaştırma emellerinde araç olarak kullandıkları islamcı gruplar üzerindeki kontrollerini konsolide etmek adına, islamcı örgütleri emperyalist parasal ağlara entegre etmişlerdir. Neo-liberal ekonomi-politik çıkarlarla islamcı ekonomi-politik örtüşmüştür. Böylece global finans sermayesiyle, islamcı siyaset arasında ekonomik çıkar birliği de temin edilmiştir. “Cihad’ın bankeri ” denilen Bin Ladin bu yapılanmanın en gelişmiş ve en tanınan örneklerinden birisiydi. Üç ila beş milyar dolar mertebesinde bir parasal gücü kontrol ettiği kaydedilen Bin Ladin, mesela, Sudan’da, gerici yönetimin kara yolları, otoban ihalelerini kendisine bağlı inşaat şirketlerine vermesi karşılığında, söz konusu yönetimin, rakiplerini bertaraf ederek, iktidarını tahkim etmek adına, bu ülke de terörist faaliyetlere girişmişti.
Son günlerde bir kaza vesilesiyle tekrar gündeme gelen El Kadı ve Tayyip Erdoğan ilişkisine de bu açıdan bakmak gerekir. Hiç kuşkusuz Erdoğan, Müslüman Kardeşler’in Türkiye ayağıdır. Emperyalist siyasete, emperyalist finansal ağlarla iç içe geçmiş İslamcı siyaset kanalıyla bağlanmıştır.
EMPERYALİST PLANLARI HALKLARIN MÜCADELESİ BOŞA ÇIKARTABİLİR
Büyük Ortadoğu Projesi, emperyalizmin sınırsız dünya egemenliği stratejisinin K.Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan bir bölgedeki uygulamasıdır. Bilindiği gibi, Büyük Avrupa Projesi de, “AB” adı altında önemli mesafeler kat etmiştir. İspanya, İtalya, Belçika, Britanya gibi ülkelerin küçük devletler halinde ayrışması ihtimaldir.
İki savaştaki rolü dolayısıyla ödemek zorunda olduğu tazminatların kalan kısmını da 2010 yılında ödemiş olan Almanya, giderek daha özerk bir dış politika izlemek ve bunun için “doğal müttefik” olarak gördüğü Rusya ile ilişkilerini geliştirmek istemektedir. İran ve Suriye konularında da ABD’den oldukça farklı düşünmekte olduğu anlaşılmaktadır. “Gezi” olayları dolayısıyla Almanya’nın, AKP’ye karşı verdiği tepkiyi de bu çerçevede düşünmek, en azından, meşrudur. Yani emperyalizmin koçbaşı ABD’nin Avrupa’da da işi kolay olmayacaktır.
BOP, zaten her yanından su almaya başlamış bir gemiye benzemektedir. Bu planları halkların mücadelesi çökertebilir. Büyük Orta Doğu’daki halk hareketleri artık manipülatif “bahar” aşamasını geçmiştir. BOP coğrafyasında “turuncu devrimler” devri kapanmıştır. Gelecek ayaklanmalar doğrudan emperyalizmi ve onun islamcı işbirlikçilerini hedef alacaktır. Suriye direnişi ve Türkiye’deki Haziran ayaklanması bunun habercisidir. ABD’nin egemen seküler ulus devletleri çözme, hiç değilse, bu ülkeleri sürekli kaos halinde tutma girişimi sokaklarda boşa çıkartılacaktır. Bu yaz ayları bütün bölgede sıcak geçecektir.
KÜRT SİYASETİNİN AÇMAZI
PKK önderliğindeki Kürt hareketi, dünyada, globalist neo-liberal programın restoratif ve karşı devrimci siyasetle birlikte ilerici yapıları tasfiyeye giriştiği şartlarda yükselmiştir. Bütün ilerici, devrimci oluşumlar, kazanımlar, gruplar ortadan kaldırılırken, PKK, emperyalizmin “yeni dünya düzeni” planları bakımından büyük önem taşıyan bir coğrafyada gerilla mobilizasyonuna olanak verecek kadar rahat bir hareket alanı bulabilmiştir. Elbette bu durumun sorumluluğu PKK’ye değil, bölgesel emperyal planları dolayısıyla ABD’ ye aittir. Ancak “çekiç güç” ün bölgeye yerleştirilmesinden sonra giderek emperyalist siyasetle aynı hizaya gelmek PKK önderliğinin sorumluluğundadır. ABD’nin ilk körfez harekatı sonrasında, hem Türkiye’deki İslamcı siyasettin hem de Kürt hareketinin önü açılmıştır. Bu da bir vak’adır.
PKK önderliği, özü itibarıyla emperyalist bir savaşın içinde olmasına rağmen, tıpkı islamcılar gibi, anti-emperyalist bir siyasetten uzak durmuştur. Emperyalist siyasetle temas, Öcalan’ın teslimi sonrasında gelişmiş, bu siyasal role uygun oyuncular devreye sokularak, hareket içindeki anti-emperyalist ilerici, sol öğelerin sesi kısılmak istenmiştir. Bir kez daha emperyalizmin bir “Birleşik Kürdistan” bahşedeceği beklentisi, Kürt hareketinin siyasetini domine etmiştir. Emperyalizmin isterleri doğrultusunda, bölgedeki seküler ulus egemen devletleri yok etme misyonu yüklenmiş islamcı siyasetle, “kurtuluş”u bu siyasette gören Kürt hareketinin yolları kesişmiştir.
Emperyalizmin şemsiyesi altında gerçekleştirilmek istenen “Kürt-İslam kardeşliği” gericidir. Emperyalist siyasetin aracıdır. Bu gerçeğin sol, liberal, “anti-kemalist” bir takım süslü lakırdılar ardında saklanması olanaklı değildir. Halk direnişi, bu gerici oyunun oyuncularını bütün bu süslü kıyafetlerinden soyacaktır. Kürt hareketinin gerici siyaseti, kaçınılmaz bir şekilde, hareket içindeki ilerici, devrimci güçleri etkisizleştirmeye yönelecektir. Kürt hareketi içinde ayrışma kaçınılmaz hale gelecektir. Kürtlerin, Türkiye halkına rağmen ya da onu ihmal ederek, kapalı kapılar ardında hedeflerine ulaşması kabil değildir. “Taksim direnişi” barışın yolunu da göstermiştir. BDP ve PKK kararları hilafına bir çok Kürt, bu sezgiyle olsa gerek, ayaklanmaya katılmıştır. “Önderlik”in izlediği siyaset hiç şüphesiz bir kez daha Kürtleri en büyük kaybeden haline getirecektir.
Türkiye sol hareketi bakımından Kürt ulusal hareketinin başlardaki yadsınamaz katkıları giderek tahribata dönüşmüştür. Bazı Türk sol hareketleri, kitle örgütleri PKK’nın timarı haline getirilmiştir. Bunda “vekillik rüşvetleri” de önemli bir rol oynamıştır. Kürt ulusal gündemi, sosyalist hedefleri gölgelemiştir. Türkiye sosyalistleri üzerlerindeki bu gölgeden kurtulmadan Türkiye halklarının umudu haline gelemezler. 80’li yıllarda, sola yönelik saldırıların yoğunlaştığı koşullarda bir sığınak işlevi yüklenen Kürt ulusal hareketinin, Türkiye sosyalist hareketini yönlendirme çabalarına karşı siyasal, ideolojik mücadele zarurettir.
Türkiye solcuları, Türk milliyetçiliği ya da ulusalcılığı kadar Kürt milliyetçiliğine, ulusalcılığına da karşı durmalıdır. “Ezilen ulus milliyetçiliğinin tolere edilmesi”, ancak bu bu milliyetçiliğin kararlı anti-emperyalist bir siyasal çizgisinin olduğu koşullarda söz konusu olabilir. Kürt hareketi anti-emperyalist değildir. PKK’nin Suriye’ye yapılan saldırı sonrasında benimsediği “yansızlık” tavrı da utanç vericidir. Emperyalizm karşısında yansız olunur mu? Bu siyaset Kürt hareketini sadece Türkiye’de değil, Suriye ve Irak’ta açmaz içine sokmuştur. Çok geçmeden bir bumerang haline geldiği görülecektir. Başka halkların canı, kanı pahasına özgürlük olmaz.
Emperyalizm devrinde, sosyalizm, emperyalist zinciri kırma sorunudur. Bu zincir hedeflenmeden hiç bir ileri adım atılamaz, atılan adım konsolide edilemez. Mayıs-Haziran ayaklanması, anti-emperyalist, anti-kapitalist bir öze sahiptir. Ayaklanmanın kendiliğindenliğinin söz konusu olduğu şartlarda, her zaman bu özü kitlenin sahiplendiği sloganlarda yakalayamayabilirsiniz. Ancak tek tek katılımcılarla konuştuğunuz vakit, büyük ekseriyetin kapitalist-emperyalist politikalarla aynı frekansta olmadıklarını tespit ediyorsunuz.
Elbette her siyasal-toplumsal protesto, siyasal- toplumsal kalkışma, somut, bütünsel bir siyasal programa referans verir. Söz konusu protesto veya kalkışmanın kendiliğinden olduğu şartlarda dahi bir siyasal program, açık ve somut bir form altında ifade edilmemiş olsa da, içkindir. Bu tespitin teyidi adına, gidiniz, parklarda forumlara katılan insanlarla görüşünüz.