EMPERYALİZM VE İSLAMCILIK 1

Şunu görmek lazım. Gerek M.Kardeşler ve gerekse Vahabi islamcılığının esas siyasal hedefi ulusal seküler egemenlik yapıları ya da organizasyonlarıdır. Filistin sorunu ya da İsrail sorunu tribünlere karşı bir gösteridir. Ya da isterseniz, “van minüt” mastürbasyonudur diyelim.

Türkiye’de anti-semitik eğilimlerine yenik düşen kimi entelektüeller, Ortadoğu’da ve tabii Türkiye’de de gericiliğin, faşizan hareketlerin yükselişiyle İsrail’in ortaya çıkışı arasında bağlantı kuruyorlar. İslamcılar da aynı faktörü seküler-ulusal egemenlik yapılarının yükselişindeki rolüyle ilişkilendiriyorlar.

İkinciler asıl gerçeği gizlemek çabasındalar. Birinciler ise ikincilerin tezgahına geliyorlar. Bir bumerang halini alabilecek (Çünkü her zaman anti-semitizm, anti-komünizmle el ele yürütülmüştür. Hatta bugünkü siyonist anti-semitizm de aynısını yapmıyor mu?) anti-semitist mecralara sapıyorlar. Tıpkı islamcı sahtekârlığın yaptığı gibi, bölgede, ülkemizde olup biten her şeyi İsrail etrafında açıklamaya çalışıyorlar.

Böylece emperyalizm olgusu gözardı ediliyor. Bugünkü İsrail’i emperyalistlerin yaratmış olduğunu unutturmaya çalışıyorlar. Bir şeyi daha, İsrail’den önce ortaya çıkan ve bugünkü İsrail’in oluşumunda da pozitif rol oynayan emperyalizmin hizmetindeki bir gericilik odağı olarak S.Arabistan’ı.

Başkan F.Roosevelt, Yalta Konferansı öncesinde meşhur Landis raporunu okuduktan sonra (Landis ABD’li senatördü, Ortadoğu konusunda adıyla anılan bir rapor hazırlayıp, başkana sunmuştu) o güne kadar genellikle Birleşik Britanya Krallığı tarafından yürütülen Arap diplomasisinin, doğrudan ABD’nin kontrolüne alınmasına karar verdi.

Sonrasında, Quincy adını taşıyan bir savaş gemisiyle ülkesine dönmeden önce S.Arabistan’ı ziyaret etti. Orada iki ülke adı anılan gemide Quincy Paktı olarak anılan bir antlaşmayı imzaladılar. Bu antlaşmanın üç temel maddesinin olduğu söylenebilir: 1) ABD, Suudi Krallığı’nın istikrarını temin etmek adına, askeri olanları da dahil olmak üzere, her türlü önlemi alacak. Bu krallığa dışarıdan yöneltilebilecek bir saldırı durumunda, Krallığı koruyacaktı. Daha da önemlisi, S.Arabistan’ın güvenliği bakımından büyük öneme haiz, Arap yarımadasının istikrarını temin edecekti. 2) Bu hizmet karşılığında da, S.Arabistan petrol satışında her zaman ABD’yi kayıracak, ona “makul” fiyatlarla petrol satacaktı. Daha önemlisi, S.Arabistan petrolden kazandığı paraları dolar olarak ABD bankalarında, ABD şirketlerine öncelik tanıyan ihalelerde kullanarak değerlendirecekti. S.Arabistan’ın güvenliği için gerek duyacağı silahları da ABD firmalarından temin edecekti (Bugün itibarıyla yaklaşık 350 milyar dolar gibi bir Suudi parasının ABD ekonomisinde dolaşımda olduğunu hatırlatalım). 3) ABD, S.Arabistan’ın iç işlerine müdahale etmeyecek. Siyasal rejimine, teolojiko-politik ideolojisine saygılı olacaktı (Yani Batılıların sevdiği bir ifadeyle, Krallık’ın “insan hakları ihlalleri” ne ses çıkartmayacaktı. Bu yüzden bugüne kadar Batı ve özellikle ABD medyası, S.Arabistan rejiminin barbarlıkları karşısında sessiz kalmışlardır).Bu antlaşma biraz sonra kurulacak İsrail’in doğumunda ebe işlevi görmüştür dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. S.Arabistan’ın güvenliği bir müddet sonra İsrail’in güvenliğinden ayrı düşünülemeyecek hale gelir.

Nasır, Kral Faruk’u darbeyle devirdi. İktidar oldu. Süveyş Sorunu ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa askeri müdahaleye karar verdi. O yıllarda kendisini Avrupa’dan göreli olarak özerk bir hegemonik bir güç haline getirmek isteyen ABD, BM’de askeri müdahale önerisine karşı çıktı. ABD, Mısır’ın ve onun etkisiyle Ortadoğu’da tabanı genişleyen ulusal-seküler hareketlerin SSCB’nin kontrolüne girmesinden çekiniyordu. Hegemonik bir güç olmak anlamında yeni yükselen emperyal devletlerin, tarih içinde,gerileyen emperyal güçlere nazaran daha rasyonel hareket ettikleri görülecektir.

Nitekim, Nasır darbesi ve erken döneminde Nasır yönetimi, gerek ABD’nin o zaman bölgedeki en büyük petrol konsorsiyumu Gulf Oil (seksenlerde Standart Oil ile birleşip Chevron adı altında perakende satış istasyonları açmışlardır) ve gerekse Kennedy yönetimi tarafından büyük destek ve himaye görmüştür. Hatta Arap milliyetçiliğin ilk cisimleşmesi olduğunu söyleyebileceğimiz (Mısır ve Suriye’nin birlikte kurdukları) Birleşik Arap Cumhuriyeti yine Kennedy yönetimi tarafından desteklenmişti. Nasır ve Kennedy arasındaki düzenli sayılabilecek mektup trafiğini hatırlatmak isterim. Kennedy, ABD’nin emperyal programını sürdürürken Avrupa’nın sömürgeci politikalarının mirasçısı gibi bir görüntü vermemesi gerektiğini düşünüyordu. Tabii bütün bu süreç işlerken S.Arabistan sürekli olarak ABD nezdinde girişimlerde bulunarak, Quincy Paktı’nı hatırlatıyor. ABD’nin antlaşmaya sadık kalmasını istiyordu. ABD’yi sürekli olarak Nasır rejimine karşı kışkırtıyordu.

1962 yılında K.Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında bir iç savaş çıktı. Tabii S.Arabistan ve Ürdün kralcıları, Mısır cumhuriyetçileri destekliyordu. İç savaş Mısır’ın Yemen’e asker göndermesine neden oldu. Ancak 1971’e kadar Yemen sorunu çözüm bulamadı. Mısır ve arkaik monarşiler arasında çekişme alanına dönüştü. Bu çerçevede, 1967 İsrail-Mısır savaşı S.Arabistan’ın lehine olmuştur. Mısır bu yenilgi sonrasında Yemen’deki 68 bin askerini de çekmek zorunda kalmıştır. Tabii bütün bu süreç yol açtığı bir başka sonuç da, Ortadoğu’nun seküler ve ulusalcı hareket ve organizasyonları nezdinde SSCB’nin itibarının artmış olmasıdır. S.Arabistan bu gerçeği de kendi adına iyi kullanmıştır.

ABD’de Johnson iktidar olduğunda, Kennedy yönetimi sırasındaki Ortadoğu politikası da değişmiştir. Bu değişimin ilk işaretlerinden bir tanesi, Mısır’ın Aswan barajı inşaatına desteğini talep ettiği ABD yönetimin bu teklifi ret etmesi olmuştur. Bu ret, Mısır’ı Sovyetler’e biraz daha yaklaştırmıştır.

Johnson yönetiminden itibaren Nasır’ın netleşen politikası, Ortadoğu’da Batılı güçlerin ekonomik etkisini kırabilmek için Arap petrolleri üzerindeki Batılı denetimi ve onların Arap dünyasındaki işbirlikçilerini ortadan kaldırmak olmuştur. Bu doğrultuda, arkaik Arap rejimlerinden destek bulan Arap gericiliğinin kalelerini, bölgedeki emperyalist üsleri yıkarak seküler,ulusal Arap birliğini tesis etmek gerekiyordu. Dikkat ediniz, Filistin Sorunu 1967’ye kadar Arap milliyetçilerinin somut bir politika olarak hedefinde değildir. İsraillilerle sorunlar henüz karşılıklı temaslarla, diyalogla aşılmaya çalışılıyordu. Öncelikli hedef Arap gericiliği ve onun merkez üssü S.Arabistan idi. Bu stratejinin ne kadar isabetli olduğu bugün dahi görülmektedir.

Ne olduysa, yanlış bir hamleyle Nasır’ın İsrail’le 6 gün savaşını başlatmasıyla oldu. Bu yenilgi ve gerileme sonrası, S.Arabistan’ın büyük parasal desteği ve Batı emperyalizminin şemsiyesi altında Quincy Pakt’ından itibaren palazlanmaya başlayan İslamcıların eli güçlendi. Yenilgiden “Batı’dan ithal” seküler-ulusalcı modeli sorumlu tuttular. Kendilerini ilk kez bu savaş sonrasında ulusalcılar karşısında güçlü bir siyasal alternatif olarak sundular. Hayal kırıklığı içinde moralleri bozulmuş aydınların, kitlelerin desteğini aldılar. Bu kez İslamcılar, bu ulusal seküler, Batıcı rejimlerden kurtulmadan Filistin Sorunu’nun aşılamayacağını vaz’ ediyorlardı.

Emperyalist ülkelerin himayesi ve islamcı siyasal meşruiyetin bayrağı altında, bölgedeki seküler-ulusalcı yapıların altı 70’lerden itibaren oyulmaya başlandı. Elbette bunun Türkiye için de imaları olacaktı. Dikkat ediniz bugün Ortadoğu’da islamcı hiç bir rejim, özellikle iktidar olanaklarına kavuşmuş olanlar, Filistin Sorunu’nu gündemlerine almıyorlar. Sadece kuru sıkı bir “van minüt” atışı bağlamında şovlarla meseleyi geçiştiriyorlar. Asıl hedeflerinde ulusal-seküler cumhuriyetçi yapılar olduğu net olarak görülüyor. İşte bu politik konum hem Ortadoğu gericiliğinin kalesi S.Arabistan’ın hem de İsrail’in işine geliyor. Gerek S.Arabistan ve gerekse İsrail var olmak için birbirlerine muhtaçlar.

İhvan ya da M.Kardeşler olarak bilinen örgüt 1928 yılında, her ikiside 1906 doğumlu ve her ikisi de öğretmen olan Hasan El-Benna ve Seyid Kutb tarafından kuruldu (Geçerken, bu kuruluşta Türkiye’de yükselen Kemalist harekete yönelik tepkisel bir boyutun olduğunu da hatırlatalım). Esas olarak, din ve siyasetin, medeni hukuk ve şeriat hükümlerinin tevhidci bir anlayışla birleştirilmesini istiyorlardı. Bu ayrımların Batı icadı olduğunu ileri sürüyorlardı. Hayatın bütün alanlarının İslami prensipler çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öneriyorlardı.

Benna’nın 1948’deki ölümünden sonra Seyit Kutb daha radikal bir çizgiyi benimsedi. İslami prensiplere dayanmayan Arap rejimlerine karşı savaşmanın dini bir görev olduğunu ileri sürüyordu. Bu hareket   S.Arabistan tarafından desteklenmişti. Özellikle de Seyit Kutbçu çizgisiyle.

Nitekim Kutb yönetimindeki İhvan, S.Arabistan’ın yönlendirmesi ve desteğiyle 1954’te silahlı bir kol oluşturmuştur. Bu örgüt giderek diğer Arap ve Batı ülkelerinde de kollar açmaya başladı. Diğer müslüman ülkelerindeki dinci gruplarla temasa geçti. İlk hedefin Nasır yönetimi (ve dikkat ediniz) Suriye olduğu her fırsatta ilan edilmekteydi. Bu iki ülkede örgütlenmeye büyük ağırlık verildi. Buna karşı bir hamle olarak,  Nasır İhvan hareketine karşı büyük bir saldırı başlatı. Kutb yakalanarak idam edildi. Kısacası, emperyalizm karşısında tavır alan bağımsızlıkçı,  ulusal-seküler Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır ve Suriye) İhvan hareketinin ana hedefi haline geldi.

Tabii sonrasında emperyalizm çağında, seküler ulusalcı burjuva cumhuriyetlerini, sosyalizme dönüştürmeyen ya da dönüştüremeyen ve böylece toplumsal temellerini eşitlikçi bir anlayışla sağlamlaştırmayan bütün rejimlerin başına gelen Mısır’ın da başına geldi. Bugün bütün Ortadoğu Cumhuriyetlerinin başına gelmekte olduğunu da spektaküler örnekleriyle yaşıyoruz, görüyoruz.

Temel bir mantık kuralıdır, aynı nedenler aynı sonuçları doğururlar.Öyleyse, bugün bu emperyalist-islamcı saldırı karşısında geçmişteki yanlışları yinelememek gerekir. Çürüyen kapitalizmin krizi, tanım itibarıyla gerici politik içeriğe sahip emperyalizmin en saldırgan ve en arkaik görünümlerini bir kez daha somut olarak kusmasına neden oldu. Bu durumda onu sosyalizmden başka bir toplumsal-siyasal projeyle alt etmek olanaklı değildir. “Burjuva-demokratik” ya da  daha kurnazca demeyeceksek, daha “inceltilmiş” ifadesiyle “milli demokratik devrim” ler (“kapitalist olmayan yol” da denebilir)  sosyalizme dönüşme yolunda başarılı olamıyorlar. Rus feodal otokrasisine karşı yapılan ikinci burjuva demokratik devrim, Lenin önderliğindeki bolşeviklerin ancak hemen müdahalesiyle, sekiz ayda sosyalist devrimle dönüştürülmüştü. Bunu görmek ve göstermek lazım.


Bir cevap yazın