Emperyalizm ve SSCB 1

Emperyalistler, “demokrasi, insan hakları” şiarı altında ilerici rejimlere müdahaleden vazgeçmezler. Emperyalizme boyun eğmeyen rejimleri “totaliter” ilan ederler. Kendilerine karşı anti-emperyalist ilerici güçlerin kazandıkları zaferleri zaferden saymazlar. Onlar aleyhine gelişmiş, gelişen her şey, tanım itibarıyla, kötüdür. “Anti-demokratik”, “gayri-insani”dir. “Özgürlükler”e, “hür dünya”ya karşıdır. Örnekse, Rus Devrimi böyledir. Türkiye’nin bağımsızlık savaşı da öyle. En son olarak, Naziler karşısında SSCB’nin elde ettiği zaferin aslında önemli bir başarı olmadığını, kendileri olmasaydı, Hitler’in yenilemeyeceğini iddia etmektedirler. Doğrusu, emperyalizm, ya da emperyalistler olmasaydı, Hitler de olmayacaktı. On milyonlarca insan hayatını yitirmemiş olacaktı. 2.Savaş’ta yalnız SSCB’nin kayıpları 27 milyona yakındır. Sadece Leningrad ve havalisinde 10 milyona yakın insan emperyalist Naziler tarafından yok edilmiştir.

Rus Devrimi’nden sonra 1918’de İngiltere’nin öncülüğünde ve şemsiyesi altından 14 ülke Rusya’yı işgal etmek için yüz binden fazla askerini bu ülkeye gönderdi (yalnız Yunanistan 25 bin civarında asker göndermişti). İç Savaş, aslında aynı zamanda, bir “dış” savaştı. Rusya’nın kuzeyi, kuzeybatısı, güneyi, Ukrayna, Sibirya işgal edildi. Kızıl Ordu’nun ilerlemesi karşısında 1922’de işgal orduları geri çekilme kararı aldılar. Sadece Japonya Sakhalin’deki işgalini 1925’e kadar devam ettirdi. Emperyalistler Sovyet Rusya’yı askeri olarak yenemeyeceklerini anlayınca, bu kez içeriden yıkmaya çalıştılar. MI6 ajanı Reilly’nin anılarında var. Her fırsatı kullandılar. Lenin’in ölümüyle birlikte başlayan “sürekli devrim” ve “tek ülkede sosyalizm” tartışmasını birincisi lehine körüklediler. Stalin’in ilk büyük başarısı, “tek ülkede sosyalizm” politikasını hakim kılmak olmuştur. “Sürekli devrimciler”in tasfiyesiyle, emperyalizme bir darbe daha vurulmuş, emperyalizm geriletilmiş oldu.

Tabii emperyalistler vazgeçmediler. Bu kez Nazi Almanyası’nın sırtı sıvazlandı. Önceleri Hitler bu oyuna o kadar çabuk gelmeyecekmiş gibi bir izlenim vermişti. Savaş öncesi, hemen herkes onun öncelikle Bolşevik Rusya’ya saldırmasını bekliyordu. 1940’da tarihsel rakibi Fransa’nın üzerine yürüdü. Bir yandan da, sıranın İngiltere’de olduğu ilan ediliyordu. Rusya’nın, “en zayıf düşman” olarak en sona bırakılacağı anlaşılıyordu. SSCB ile yapılan Münih Antlaşması bu inancı pekiştirdi. Artık kimse SSCB’ye 1943’den, Britanya’dan önce, saldırılmasına ihtimal verilmiyordu. Artık N. Almanyası’ nın Fransa ve İngiltere’nin işini bitirmeye öncelik vereceği sanılıyordu. Hatta Alman generaller arasında dahi böyle bir kanaat olduğunu anılardan öğreniyoruz. Bu arada Churchill, Almanya’ya karşı ABD’de nezdinde bir ittifak arayışına giriyor. Hatta o sıralarda, ABD başkanı Roosevelt’e “size yalvarıyorum” şeklinde ifadelerin bulunduğu ikna mektupları yazıyordu.

SSCB akıllıca bir hamle yaparak Münih Antlaşması’yla zaman kazanıyor. Bu durum Hitler’i bir an önce SSCB’ye saldırtmak isteyen Britanya’yı iyice huzursuz ediyordu. Bu sıralarda, Sovyetler’e bu antlaşmayla ilgili olarak ideolojik saldırılar, Trotsky’nin katkılarıyla yoğunlaşıyordu. Ancak dikkat ediniz, en güçlü emperyalist güç ve onun o zaman yedeği sayılacak ABD Nazilere müdahale etmiyorlar. Edemiyorlar. İngiltere’nin ve Churchill’in öfkesinin nedeni, Almanya’nın doğrudan Bolşeviklerin ülkesine saldırmayıp, kendilerini hedeflemiş olmasından kaynaklanıyordu. Oysa Hitler’den istenen ve beklenen komünistleri Avrupa’dan atmasıydı.

Nitekim Churchill, savaş sonrası konuşmalarında (bkz. W.Churchill: Sinews of Peace, 1948), Nazi fikriyatıyla bir sorunu olmadığını, ancak onun siyasal-askeri heveslerinden rahatsızlık duyduğunu açık olarak belirtmiştir. Şimdi bakınız, Birinci Dünya Savaşı’nın temel ekonomik nedenlerinden birisi, meta ve sermayenin, global olarak, serbestçe dolaşamamasıdır. Yani mesela, Fransa’da üretilen bir mal ya da Fransız sermayesi, diyelim, Almanya’ya, İngiltere’ye, farklı emperyalist ülkelerin kontrolündeki  pazarlara  giremiyordu. Veyahut rahat giremiyordu, sınırlamalara maruz kalıyordu. Yani bugün kapitalist globalizasyon olarak adlandırılan ihtiyacın barışçıl yollardan karşılanması mümkün olamıyordu (bugün de olamadığı görülüyor).  Savaş bu sorunu tam olarak çözemedi. Üstelik SSCB’nin ortaya çıkmasıyla, kapitalist emperyalizmin hareket alanı iyice daralma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Buna savaşın mağdurunu oynayan Almanya’nın rövanşist eğilimlerini de ilave ediniz.

Bununla birlikte, Almanya’da iktidar olan Naziler de diğer Batı Avrupa ülkeleri ve ABD gibi, globalleşmeden yanaydılar. Onlar da SSCB’yi bu globalleşme önünde en büyük bir engel olarak görüyorlardı. Daha Naziler iktidar olmadan önce, Alman Merkez Bankası, Reichsbank’ın başkanı Hjalmar Schacht, Hitler’le yazışmalarında, finans sermayesinin global ölçekte serbest dolaşımının zaruretinden söz ediyordu. Hitler de aynı fikirdeydi. Nitekim, Nazilerin ilk ekonomi bakanı Schacht olmuştur. Eğer onun ekonomi politikaları olmasaydı, Naziler Weimar devrinin ekonomik kaosundan çıkamaz, iktidarlarını muhtemelen sürdüremezlerdi.

Fakat Nazi Almanyası, Fransa’yı işgalinden bir yıl sonra ani sayılabilecek bir kararla yönünü SSCB’ye çevirdi. Herhalde bu ani kararda, Nazilerin komünizme allerjileri, akıl dışı düşmanlıkları ve ondan duydukları korku etkili olmuştur. Netice olarak, İngiltere rahat bir nefes almış oldu. Ama bu rahatlama uzun sürmeyecekti. Temmuz-Ağustos 1943’de Kursk Savaşı’nda Kızıl Ordu, Kursk çıkıntısını kıskaca alarak, kendilerini geri püskürtmek isteyen Nazi planını bozarak, Almanya’nın Doğu Cephesi’ni kesin olarak çökertti. Nazi sürülerini önüne katıp Batı’ya doğru kovalamaya başladı.

Churchill alelacele yeni bir diplomatik hamle ile 1943 Ağustosunda, yani Naziler için sonun başladığı ayda, Kanada’da 1. Quebec Konferansı’nı topladı. Kanada, İngilltere ve ABD başbakanları ve başkanı bir araya gelip gizli bir görüşme yaptılar. Churchill savaşa
Türkiye’nin de dahil edilerek Akdeniz’de, İtalya’da yeni bir cephe açılmasını talep ediyordu. N.Almanyasının zımni ve fiili müttefiki Türkiye ve ABD bu görüşe sıcak bakmadılar. Türkiye daha Nazilerin sonunun geldiğine ikna olmamıştı. Almanya aleyhine erken ve yanlış bir adım atmak istemiyordu. Müttefikler sonunda, ABD’nin diplomatik inisiyatifiyle, Fransa’da bir cephe açılmasına karar verdiler. Bu konferansın önemli gizli kararlarından birisi de, ne pahasına olursa olsun, atom bombasının geliştirilmesi ve gerektiğinde patlatılması olmuştur.

Peki neden böyle bir cephe açılmasına ihtiyaç 1943 yılının Ağustosunda duyulmuştu? Neden 3 yıl beklenildi? Yanıt açık, müttefiklerin asıl gayesi, Sovyetlerin Avrupa’da ilerlemesini durdurmaktı. Sorun ta başından beri, Naziler değil, Bolşeviklerdi. Avrupa’nın sosyalist devrimlerle fethedilmesinin önüne geçilmeliydi. kendilerinin askeri olarak 1918-22 yılları arasında yapamadıklarını, Nazi Almanyası’nın yapmasını beklemişlerdi.

1944 Ağustos’unda Kızıl Ordu Varşova’ya yaklaşırken, Churchill’in “Fırtına Operasyonu” planına göre işgal altındaki Polonya’nın, Nazilere direnmeyen, ihtiyat kuvvetleri Sovyetlere karşı direnecek, gerilla taktikleri de kullanarak, Kızıl Ordu’yu Varşova’ya sokmayacaktı. Güya bir yandan da, görüntüyü kurtarmak adına olsa gerek, Nazi bakiyelerini temizleyeceklerdi. Plan yürümedi.

Churchill bu kez 1.Quebec Konferansı kararlarının mantığıyla tutarlı bir başka plan yaptı: Meşhur “The Operation Unthinkable” (“Öngörülemeyen Harekat”). Buna göre, ABD ve Britanya’nın Avrupa’daki birlikleri, yanlarına yaklaşık yüz bin kişilik Nazi ihtiyat ordusuyla, Polonya ihtiyatlarını da alıp, 1 Temmuz 1945’te Avrupa’da Sovyetlerin kontrolünde bulunan kentlere, Dresden’den başlamak üzere ani saldırlar düzenleyecek, Kızıl Ordu’nun Avrupayı terk etmesini, SCCB’nin 1939 öncesindeki sınırlarına çekilmesini temin edeceklerdi. Bir yandan da SSCB atom bombasıyla tehdit ediliyordu. ABD riskin büyüklüğünü düşünerek, Britanya’nın planını uygulamaktan son anda vazgeçmişti. Bir kez daha emperyalistlerin Kızıl Ordu’yu yenemeyecekleri anlaşılmıştı. Bu şartlarda, tekrar SSCB’ye içinden müdahale etmek gerekiyordu. İşte bu amaçla CIA, iyi tanımlanmış uluslararası görevleriyle, yükselen global hegemonik bir gücün ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette, bağımsız bir istihbarat örgütü olarak savaşın hemen sonrasında, Allen Dulles’ın yönetimi altında, yeniden yapılandırıldı.

Savaş sonrasında, özellikle 50’li yıllarda, Avrupa’da, Asya ve Afrika’da birbiri ardına bir çok anti-kolonyalist, ilerici ülkenin ortaya çıkmasına paralel olarak, SSCB’de de sınıf savaşının yoğunlaştığını görüyoruz. Emperyalistler bunu kullanacaklardı. Soğuk Savaş içerisinde, geçmişte daha çok Britanya’nın askeri istihbarat örgütü MI6 (Military Intelligence, Section 6)’nın bir alt birimi gibi işlev gören CIA, ilk sivil başkanı Allen Dulles’in ( ABD dış bakanı John Foster Dulles’in kardeşi) döneminde rüştünü kanıtladı. Ağabey ve kardeş soğuk savaş dünyasının siyasal olarak şekillenmesinde,CIA’yi de kullanarak, çok önemli roller oynadılar. O zaman esas olarak Avrupa’nın güvenliğini önüne koyan Kuzey Atlantik İttifakı NATO kuruldu. Peşi sıra onu Ortadoğu ve G.Asya’da destekleyecek, sırasıyla CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü) Türkiye, İran,Irak ve Pakistan’ın katılımıyla; Manila Konferansı sonrasında da 8 G.Asya ülkesinin katılımıyla SEATO kuruldu. Eisenhower doktrini de bu sıralarda geliştirildi. Artık NATO ve uzantıları “iç düşman” faktörü üzerinde yoğunlaşacaklar. İlerici, sosyalist, anti-emperyalist bütün hareketleri daha kaynağında ortadan kaldıracaklardı. ABD’de de bu doğrultuda McCarthycilik devreye girmişti. Bu arada geçerken, Allen Dulles’in J.F.Kennedy’nin öldürülmesiyle ilgili olarak kurulan komisyonda ifade vermiş olduğunu, suikasti katil Oswald’ın kendi başına planlamış olduğuna inandığını, münferit bir hadise olduğunu söylemiş olduğunu hatırlatalım.

Stalin 1 Mart 1953’de çalışma odasında yerde hareketsiz yatar halde bulundu. Olay, aynı gecenin erken saatlerinde benim “dörtlü çete” tabir ettiğim politbüronun 4 üyesiyle, Malenkov, Beria, Bulganin ve Hruşçov, gayet neşeli bir yemek yedikten ve misafirleri ayrıldıktan sonra çalışma odasında cereyan etmişti. Ancak ısrarla tıbbi yardım istenmesine engel olundu. “Dörtlü çete”ye haber verildi. Stalin’in o zaman Moskova’nın sayfiyesi olarak kabul edilen Kuntsevo’daki konutuna tekrar geri dönen dörtlü, bazı güvenlik elemanlarının doktor çağırma taleplerini ret ettiler. Stalin’e uzun saatler boyunca tıbbi müdahalede bulunulmadı. Bütün bu süre zarfında Stalin’in vücut ve beyin işlevlerinin devam etmiş olduğu sonradan doktorlar tarafından kaydedilmiştir. Yani zamanında müdahale edilebilmiş olsaydı, Stalin hayatını kaybetmeyebilirdi. Stalin’in öleceğinden emin olan çete onun başında ölünceye kadar, hiç bir müdahale yapılmasına izin vermeksizin beklemişti.

Molotov kendisiyle yapılmış uzun röportajda bunun bir cinayet olduğunu, planlayanın da Beria olduğunu belirtir. Beria’nın bunu kendisine ima etmiş olduğunu söyler. Bir gece öncesinde erkek kardeşiyle birlikte babasının sofrasında yer alan Stalin’in kızı Svetlana, Beria’nın babasının ölümünden ne kadar mutluluk duymuş olduğunu anılarında aktarır. Bu arada, Stalin’in muhtemel zehirlenmesinin, sık içtiği maden suyuna karıştırılmış bir kimyasal maddeden kaynaklanmış olabileceği iddia edilir. Çünkü yerdeyken masasında içilmiş boş bir maden suyu şişesi olduğu tutanaklara geçirilmiştir. Bununla beraber bu boş şişenin sonradan inceleme yapmak için bulunamadığı, kaybolduğu da belirtilmiştir.

Dörtlü çetenin iktidarı almasından hemen sonra Beria aniden tutuklanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Stalin’in yerine geçici başkanlığa atanan kıdemli Malenkov, Hruşçov’la girdiği mücadelede saf dışı edilerek emekliye sevk edilmiştir. İkisi arasındaki mücadelede iki arada yalpalayan Bulganin de Hruşçov yönetiminde bir süre görev aldıktan sonra 1958’de kızağa çekilmiştir. Böylece Hruşçov çetenin diğer üç üyesini saf dışı bırakmıştır.

Aslında 1952 yılının Aralık ayında, Stalin ve bu dört kişinin de aralarında bulunduğu politbüro üyeleri imzaya açılmış olan P.K.Ponomarenko’nun başbakanlığını imzalarıyla onaylamışlardı. Stalin ölmeseydi, Ponomarenko muhtemelen başbakan olacak, onun etrafında Merkez Komitesi ve Politbüro gençleştirilerek, yenilenecekti. Esasen bu karar 1952’de, 19.Kongre’de alınmıştı. Zaten ne olduysa, bu kongrenin söz konusu kararından sonra olmuştur demek yanlış olmaz. Biz komünistler genel olarak 20.Kongre’ye odaklandığımız için 19.Kongre’yi ihmal etmişizdir. Oysa 20.nin şifreleri 19. dadır.

Ancak Stalin’in ölümünden sonra Ponomarenko ile ilgili resmi karar rafa kaldırıldı. Yok sayıldı. Ponomarenko’ya bir süreliğine Kültür Bakanlığı görevi verildi. Sonra politbürodan çıkartıldı. Moskova’dan uzaklaştırılarak, bir Belorus olarak, Kazakistan Komünist Partisi’nin başına atandı. Son olarak da, büyük elçilik görevlerinde bulundu. Bu dörtlü çetenin üyelerinden Hruşçov’un da daha sonra tasfiye edildiğini biliyoruz. Bence bu son tasfiye işlemini yapanlar, bu dörtlü çetenin Stalin’in ölümü sırasında oynadıkları rolü gayet iyi bilmekteydiler. Hruşçov’un tasfiyesinde bu gerçek en önemli amil olmuştur diye düşünüyorum. Tabii fonda yer alan ve uluslararası boyutları olan sınıf mücadelesini de ihmal etmeyelim.

Moskova’da bütün bu işler olurken orada bulunan Amerikalı diplomat, elçi, dış politika danışmanı, soğuk savaşın en önemli teorisyeni George F.Kennan’ın faaliyetlerine yakından bakmak gerekiyor. Kennan savaş sonrasında, Stalin’in sınıf mücadelesi kavramından hareketle emperyalist dünyayı düşmanlaştırıp, marksizm-leninizmi meşrulaştırarak, Sovyet tarzı rejimleri yaymak istediğini belirten makaleler yazıp, “genişleyen komünist tehlike” karşısında, ABD hükümetine, alınması gereken önlemleri içeren “uzun telgraflar” çekiyordu. SSCB’nin barış çağrılarına aldanılmaması, onun kesinlikle genişleme eğiliminde olduğunu belirtiyordu. Bu şartlarda,mealen, SSCB ile “barış içinde bir arada yaşamak” ın olanaklı olmadığını, bu politikanın bir komünist tuzağı olduğunu dile getiriyordu.

Bu genişleme eğilimi karşısında, SSCB’nin sağlam kurumlar ve örgütler aracılığıyla bulunduğu alanda kuşatılarak,genişlemesine mani olunmasını (“containment”) öneriyordu. Soğuk savaşın dayanağı olan “Truman Doktrini” nin oluşturulmasında, sonradan Marshall Programı ile Batı Avrupa ülkelerinin sağlamlaştırılmasında Kennan’ın bu tezinin en önemli esin kaynağı olmuş olduğunu öne sürmek yanlış olmaz. Hatta bu politikaların oluşturulup, uygulanmasında bilfiil çalışmıştır. Tabii Kennan’ın yukarıdaki önerisiyle birlikte geliştirdiği bir başka önerisi de, SSCB’nin ve sosyalist dünyanın içeriden, olası görüş ayrılıkları körüklenerek zayıflatılmasıydı. Örnekse Kennan, Belgrad büyük elçiliği yaptığı sırada, Tito yönetimi ve SSCB arasında ortaya çıkan yaklaşım farklılıklarını gayet bilinçli ve organize bir şekilde körüklemişti. Kennan’ın politik önerileri resmi ABD politikası halinde Stalin’in ölümünden sonra çok uygun bir uygulama alanı buldu. Allen Dulles, Kennan’ı iyi kavramıştı.

Şimdi tekrar Stalin’in ölümünden sonra olanlara dönelim. Ölümünden sonra Stalin’e karşı izlenen bir planlı tavrın, Stalin’in 19.Kongre’de politbüronun ve merkez komitesinin yaşlı, kemikleşmiş üyelerinin artık değişmesi gerektiğini söylemesiyle ilişkili olabileceğini, Hruşçov’un 20.Kongre’nin gizli oturumunda yapmış olduğu ünlü konuşmasından (özellikle de son bölümlerinden) net olarak çıkartabiliyoruz. Aslında, Hruşçov,mealen, Stalin’i kast ederek, “yav bu adam iyi bir adamdı, ama ne olduysa, ömrünün son günlerinde, parti ve yönetim kadrolarında yenilenme, gençleştirme diye yanlış bir düşünceye kapıldı. Yaşamış olsaydı, az kalsın partiyi ve ülkeyi bir takım “acemilere” bırakacaktı. Allahtan ölüm tam zamanında yetişti. Kolay mıydı öyle, Hruşçov gibi, deneyimli kadroların yetişmesi” demek istiyordu. Stalin’in aslında kendisini de kapsayacak şekilde uygulamak istediği parti kadrolarını gençleştirme ya da yenileme politikasının partideki kıdemlileri hayli rahatsız etmiş olduğu anlaşılıyor.

Stalin daha 19.Kongre öncesi üzerindeki yükü hafifletmek istediğini bir çok platformda dile getiriyor, ilk önce bu dört kişinin de aralarında bulunduğu kıdemli tayfa onun bu düşüncesine itiraz ediyorlar. Vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Muhtemelen Stalin bu adamların komünistlikleri hakkında da şüphe duyuyordu. Bu adamların restorasyoncu eğilimlerinin farkındaydı. 19.Kongre sonrasında Ponomarenko’yu başbakan yaparak kadrolarda değişimi başlatma girişimi, söz konusu kemikleşmiş kadrolar arasında paniği arttırmış olmalıdır. Hatta savaş sonrası Parti’de, aralarında gelecek vaat eden komünist yöneticilerin de bulunduğu bir çok yetenekli, bilgili kişinin tasfiye edilmiş olmasında,bu kıdemlilerin henüz açığa çıkartılmamış bir rol oynamış olabileceklerini dahi düşünüyorum.

Şimdi, Stalin Mart 1953’de ölüyor ya da öldürülüyor. En azından ölümünde çok ağır bir tıbbi ihmal olduğu kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Mayıs ayında, İran’daki ilerici Mussadık rejimi, CIA’nin “Ajax operasyonu” ile devriliyor. 1954’de Guatemala’daki ilerici Kuzman yönetimi yine benzer bir CIA faaliyetiyle düşürülüyor. 1956’da ilerici Nasır yönetimi Mısır’da iktidar oluyor. “Süveyş krizi” baş gösteriyor. Mısır, İngiltere,Fransa ve İsrail’le savaşıyor. 1957’de Suriye’de ilerici bir yönetim iktidara gelince, “Suriye krizi” başlıyor. Suriye’ye “taşeron” Türkiye aracılığıyla müdahale planlanıyor. G.Asya’da Fransa, ABD’nin açık desteğiyle işgalini konsolide ediyor. 1959’da Küba’da ABD’nin “pek ihtimal vermediği” bir devrim gerçekleşiyor. Bütün bu gelişmeler ve krizler esnasında Sovyetlerin kararlı ve atak bir anti-emperyalist duruş göstermediğini görüyoruz. Nitekim anılarında Hruşçov bu krizler sırasında, o zaman hâlâ savunma bakanlığı görevi ifa etmekte olan Bulganin’e yaptırttığı tehdit içeren açıklamaların tamamen blöf olduğunu itiraf ediyor. Bu krizler esnasında emperyalistlerin izlediği politika SSCB’yi en azından pasifize etmektir. Yani Kennan’ın kuşatma politikası tutmuştur. Bu politikanın tutmasında, SBKP’nin sınıf savaşımı doktrinini fiilen terk etmiş olması en önemli amil olmuştur. Ekim Devrimi’nin restorasyonu detant politikasıyla uygulamaya konmuştur.

Detant politikasıyla SSCB yönetimi,ideolojik olarak savunsa da, somut pratik anlamda, sınıf savaşımından vazgeçmiş oluyor. Bütün uluslararası ilişkilerini, dünya devrimci, sosyalist hareketleriyle olan ilişkilerini bu yeni savunmacı anlayış çerçevesinde gözden geçiriyor. “Sosyalist devrim” hedefi yerine toplumsal cepheleşmeleri öngören, “toplumsal ilerleme” ya da “demokratik devrim” hedefi ikame ediliyor. Sonradan “Avrupa komünizmi” revizyonizminin üzerinde doğacağı zemin böylece hazırlanmış oluyor. SSCB’de bu yeni politik çizgiye karşı çıkanlar zaman zaman “bonapartizm”le suçlanmışlardı. Oysa bu “tarihsel blok” ya da “tarihsel uzlaşma” anlayışı bizatihi bonapartistti. Sınıf savaşımını, tarafları bir hizada tutarak dondurma gayesi taşıyordu.SBKP’nin tasfiyesiyle sonuçlanan politik-ideolojik stagnasyon bu sınıf uzlaşmacılığı çizgisi üzerinde yükselir.

Kısacası, lafzen 19.Kongre’de işaretleri verilen restorasyonun, siyasal program olarak uygulaması Hruşçof’la başlar. Brejnev devrinde restorasyonın hızı kesilmiş ancak son verilmemiştir. Bir tür mehter yürüyüşü temposunda, gelişmesi için koşullar yaratılmıştır. Brejnev dönemi, restorasyonu mantıksal sonucu olan karşı-devrime vardıracak Gorbaçov dönemi öncesindeki “ara rejim” dir. 1950’lilerin başında uygulamaya konulan restoratif önlemler, sonradan Çin’i de ihtiva edecek şekilde sosyalist ya da “ilerici” dünyanın çöküşünün habercisi olarak görülmelidir.

Stalin, devrimlerin, genel bir eğilim olarak, restorasyonlardan geçerek, karşı-devrimlerin yolunu açtığını gayet iyi biliyordu. Bu eğilimi teşvik eden başlıca etken sınıflar arasındaki mücadeleydi. Sosyalist aşama devam ettikçe, kabarma ve gerileme periyotlarıyla, sınıf savaşlarının da süreceğini biliyordu. Bu mücadelenin proletaryanın çıkarları doğrultusunda sürdürülmesiyle olası bir karşı-devrimden kaçınılabileceğine inanıyordu. Ancak mücadelenin sadece bir “iç” sorun değil, aynı zamanda “uluslararası” mücadeleyi gerektiren bir “dış” sorun olduğunu, emperyalizmin özünde sınıf mücadelesinin bulunduğu gerçeğini, zaferle çıktığı savaş sonrasında, ihmal etmişti. Veyahut geri adım atma ihtiyacı duymuştu. 19.Kongre’nin “detant” çağrısını başka türlü yorumlamak olanaklı görünmüyor.


Bir cevap yazın