İşbirlikçi tekelci-burjuvazi hayli uzun bir zamandan beri siyasal rejimin aksaklıklarından parlamenter rejimi sorumlu tutmakta, “başkanlık” sistemini arzuladığını sıklıkla dile getirmektedir. Bu açıkça yürütmenin hakim olduğu, diğer rejim dinamiklerinin yürütmeye tabi olduğu bir sistem talebidir. Düzenin sağı, bir yandan Cumhuriyet’in erken devresindeki tek partili rejimi eleştirirken, aslında talepleriyle, onu arzuladığını saklamaya çalışmaktadır. Geçmişte özellikle Menderes,sonra bir ölçüde Demirel, Özal; şimdiyse, Tayyip Erdoğan fiilen “tek parti diktatörlüğü” nü tesis etmişlerdir. Tabii rejimin yeni rotasını belirleyen “ara devre”leri saymazsak. Artık “tek parti diktatörlük”ü de kesmiyor. tek adam diktası arzulanıyor. Bu yönde bir talebin 12 Eylül döneminde, Evren ve Özal’ın ağzından ülkenin bütün sorunlarını çözecek sihirli bir değnek misali sunulduğunu biliyoruz. Bugün Tayyip Erdoğan’ın dillendirdiği bu projenin en az 30 yıllık bir mazisi vardır. Otuz yıldır gündemdedir. Zamanı geldiğine inanıldığında, ısıtılıp tekrar öne sürülmektedir.
Evet tekelci burjuvazi, dünyanın her yanında, artık demokrasiyi ayak bağı olarak görüyor. Son otuz yıldan beri, yani neo-liberal kapitalist model global düzeyde devreye sokulduktan sonra yürütme erkinin şu ya da bu form içinde sürekli güçlendirildiğine tanık olmaktayız. Aslında pratikte ne derecede işlediği her zaman tartışma götürmüş olan burjuva “erkler ayrılığı” ilkesi,yürütme lehine ihlal edilmiştir. Edilmektedir. Bu eğilimin kendi içerisinde güçlü faşizan eğilimler taşıdığına şüphe yoktur. Burjuva siyasal düzeni, toplumu yönetmek için artık tampon kurumlara, aracılara, yasallık çerçevesi içinde geçilmesi gerekli hiyerarşik kurumsal eşiklere ihtiyaç duymamaktadır. Bu istendiği zaman istendiği kadar siyasal otoriterleşme olanağının, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” vahşi kapitalizm pratiğinden soyutlanarak düşünülmesi yanlış olur.
Bu hal, devrimci emekçi hareketinin göreli durağanlığı, sosyalist ülkelerdeki karşı devrimlerle birlikte, devrimci hareketin geriletilmiş olmasıyla ilişkilidir elbette. Egemen sınıfların arzuladıklarını gerçekleştirmekte başarılı olup olamayacakları da karşılarındaki direnişin gücüne göre belirlenecektir. Ancak, özellikle, son otuz yılda epey yol almış oldukları açıktır. Tayyip Erdoğan bu anayasal değişiklikleri ne kadar geciktirirse, kitlelere kabul ettirmesi o kadar güçleşecektir. Gelgelelim, CHP,MHP ve BDP gibi düzen partilerinin belli kayıtlar altında mutabakatını alma olasılığı ihmal edilmemelidir. Bu partilerin anayasa değişiklikleri bahsinde de, halen yaptıkları gibi, muhalif kitlelerin kafalarını karıştırıcı bir işlev yüklenmeleri kuvvetle muhtemeldir.
Son olarak, AKP’nin PKK ile birlikte Kürt sorununu çözmesi mümkün değildir. Bir kere bu sorun artık emperyalist oyuncuların bölgesel oyun planlarının alacağı şekille yakından bağlantılıdır. Gerek AKP ve gerekse PKK (Bu ikincisinin, özellikle dağ kadroları içinde, farklı eğilimler olabilir. Bilmiyorum) emperyalistlerle ters düşmeden şartlara göre fırsatları değerlendirme eğilimi içerisindedirler. Bu anlayışla patinaj yapmaya devam edeceklerdir. Kürt sorunu, sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Kürdistan coğrafyasının çok parçalılığının koşulladığı bir vak’adır. Öbür oyuncuları, bu arada, bölgede söz sahibi olmak isteyen, muhtemel yeni oyuncuları da ihmal ederek çözülemeyecektir.
PKK’nın ve onun üzerinde etkili olduğunu varsaydığımız Kürt halkının tek başına rızası sorunun çözümü için yeterli olmayacaktır. Erdoğan ve Öcalan’ın “oldu bitti” demesiyle bu sorun çözülemez. Genel olarak Türkiye halklarının rızası hilafına bu iş halledilemez. Sorunun çözümü için bölge halklarının kararlı anti-emperyalist mücadelesi zarurettir. Kürt hareketinin tarihsel olarak en büyük handikapı kendi başına böyle bir mücadeleyi verebilecek kapasiteden yoksun olmasıdır. Kabul edelim, Kürt hareketi politikaları itibarıyla, tarihsel olarak, sürekli, tutarlı anti-emperyalist bir çizgi boyunca gelişme göstermemiştir. Bugün itibarıyla Ortadoğu’daki bildik oportünist siyasetlerden farkı kalmamıştır. Esasen tıkanıklığın dinamik nedeni de burada aranmalıdır. Çözümsüzlüğün bir başka önemli etkeni de, Kürt ulusal sorununu, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere programına dahil etmiş proleter devrimci bir inisiyatifin Türk tarafında henüz oluşmamış olmasıdır. Böyle bir önderlik, Kürt hareketi içerisinde de sosyalist çözüm taleplerinin öne çıkartılmasına katkı yapacaktır.