1) 50’lili yılların ikinci yarısından itibaren örgütlenen, palazlanan, geleneksel kapitalist sınıflardan farklılıklar taşıyan yeni global bir finans-oligarşisinin yükselişi, marksist sol ve bu arada SSCB tarafından, iyi analiz edilememiştir. ABD devleti doğrudan bu sınıfın kontrolü altına girmiş, soğuk savaş sonrasında ABD devleti, bu sınıfın çıkarlarının esas siyasal aracı haline gelmiştir. Bu sınıfın global düzeyde yükselişiyle SSCB’nin çökmesi arasında bir ilişki vardır. SSCB, ekonomik nedenlerle çökmemiştir. Harvardlı, Nobel ödüllü ünlü burjuva iktisatçısı Wassily Leontief, 1988 yılında bir yıl süreyle SSCB ekonomisi üzerinde çalıştıktan sonra Sovyet ekonomisinin büyük reformlar gerektiren çok önemli sorunlarının olmadığını söylemişti. SSCB liderliği, yeni global finans oligarşisinin 53’te İran’da Mussadık’a; 1954’te Guatemala’da Kuzman’a yapılan CIA darbelerini iyi okuyamamış, önleyememiştir. Küba’daki krizi tavizlerle geçiştirmiş, Küba’nın maruz kaldığı ambargoya karşı etkili politikalar geliştirememiştir. Bu global sınıfın yükselişiyle, Sovyet liderliğindeki edilgenleşme ve partideki stagnasyon arasındaki olası ilişki sorgulanmaya muhtaçtır. 63’te Kennedy’nin, 73’te Nixon’ın alaşağı edilmesi de bu sınıfın icraatları arasında görülmelidir. Parti’nin bir refleksle Hruşçov’dan kurtulması, hruşçovculuğun sona ermesi anlamına gelmemiştir. Bir uzlaşma, ya da isterseniz, uzun sürmüş bir interregnum halinden söz edilebilir.
2)Bu global emperyalist sınıf kendi düzeni olan “neo-liberal” vahşi kapitalizmi dünyaya hakim kılmak arzusundadır. Önündeki en büyük engel, sosyal demokratik kamusalcı ekonomiydi. Bu ekonominin en önemli dayanağı da sosyalist sistemdi. Sosyalist sistem çökertilmeden sosyal demokratik politikaların meşruiyeti ortadan kaldırılamazdı.
3) Bu sınıf hedef aldığı ülkelerde iç içe geçmiş iki süreci devreye sokma eğiliminde olmuştur. Dezorganizasyon ve depolitizasyon. 80’lerden itibaren doğrudan yatırımlar ve iştiraklerle ele geçirerek, yeni teknolojik buluşlarla geliştirdiği medya ağlarını bu iki sürecin işletilmesinde alet gibi kullanmıştır. Bu amaçla, geleneksel “muhafazakar aydın” tipinden farklı, hepsi modern medya ağlarıyla şu ya da bu düzeyde irtibatlı, “serbest fikirli”, abartılı ölçüde “özgürlükçü” (ya da abartılı ve global ölçüde “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” anlayışını savunan) yeni bir global “neo-liberal aydın” tipi yaratılmıştır. Bu tip,sözcüğün genel anlamında, “gazeteci” dir. Kültürel ve ideolojik saldırı öncelenmemiş ölçüde ve global ölçekte tekelleşmiş ve yoğunlaşmıştır.
3) Dezorganizasyon ve depolitizasyon faaliyetleri ülkelerin iç yapılarını dumura uğratma, itibarsızlaştırma, istikrarsızlaştırma ve nihayet gayri meşrulaştırma hedeflerini öne koymaktır. Depolitizasyon sadece kitlelerin politikaya olan ilgilerini, bir sorun çözme aracı olarak politikadan beklentilerini ortadan kaldırma, Devlet lehine kendilerini edilginleştirmeleri anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, hedef alınan devletlerin politikasızlaştırılması, bu yolla söz konusu ülkelerdeki politik yapının bu global finans-oligarşisinin denetimindeki “think tank” kuruluşlarına eklemlenerek, politika yapma, oluşturma imtiyazını bu kuruluşlara devretmesiyle sonuçlanıyor.
4) Irak’a yapılan son müdahaleden sonra global finans oligarşisinin yönetimindeki emperyalist politika, “stratejik saldırı” konumundan “stratejik savunma” konumuna geçmiştir. Bu politikanın en etkili uygulaması Libya’da gerçekleştirilmiştir. Bu politikanın özü “kaos”tur. Fas’tan Çin’e kadar etnik, dinsel ve sosyal fay hatlarını içeren geniş bir coğrafyada, islamcı militanları tetikçi olarak kullanarak bu fay hatlarında kırılmalara yol açmak, böylece bu coğrafyayı sürekli bir kaos ortamında tutmak stratejisi söz konusudur. Hedef alınan ülkelerde hangi hükümet formülü üzerinde anlaşılmış olursa olsun, buralarda kaosun sona erdirilmesine izin verilmeyecektir. Irak ve Libya bunun en somut örnekleridir. Neden bu coğrafya? Bu coğrafya sadece kapitalizm için vazgeçilmez olan enerji kaynakları, onunla bağlantılı petro-dolarlar bakımından değil, ABD’nin hegemonik konumuna, olası kombinasyonlar çerçevesinde, son verebilecek Rusya ve Çin gibi güçleri de ihtiva ettiği için seçilmiştir. Her iki ülkenin içi ve etrafı yukarıda sözü edilen fay hatları tarafından kat edilmektir.
5) İslamcılık, emperyalizme entegre olarak global politik bir oyuncu haline gelmiştir. Kendi başına, kendi adına bir oyun kurucu değildir. Entegre bir oyuncudur.Kapitalizme alternatif toplumsal ekonomik bir programı yoktur. Dahası kapitalizmle bir sorunu da yoktur. Emperyalizm, ta kolonyal geçmişinde, kolonileştirdiği Hindistan’dan başlayarak, reaksiyoner, anakronik bir ideolojinin kaçınılmaz olarak ürettiği hastalıklı (“sosyal çarpık”) tipleri, anti-kolonyalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist, ilerici hareketleri bastırıp, ortadan kaldırmak veya kaos yaratmak gayesiyle kullanmıştır. Kullanmaktadır. Zamanımızdaki İslamcı oluşumların finansmanını, genel olarak, emperyalist finans-oligarşisinin denetimindeki petro-dolarlar olmadan düşünmek doğru olmaz. Bugün emperyalizmin söz konusu coğrafyada yaratmak istediği sürekli kaos ortamının sürdürülmesinde, sünni selefiliğin vurucu gücü oluşturduğu vak’adır. Bu konumuyla selefiliğin, öncelikle dağıtılmak istenen Şii-Alevi eksen karşısında, genel olarak sünniliği domine ederek kontrolü altına alması ciddi bir ihtimaldir. Bu noktada, bu stratejinin uygulanmasının selefilik ve siyonizmi bir ittifak içerisine sokmuş olduğu aşikârdır. Orta Doğu’nun çıkarları kesişen iki gerici devleti, İsrail ve S.Arabistan’ın emperyalist strateji bağlamında üstlendikleri ortak rol bu “kutsal ittifak”ı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu cümleden, selefiliği ve siyonizmi emperyalist siyasetin arabasına koşulu atlar olarak görmek gerekir.
6) “Stratejik saldırı” yükselme devri ya da “soğuk savaş” stratejisiydi. Global finans oligarşisi, halkların direnişleri ve yeni yükselen rakip güç merkezleri karşısında, bu devrin sona ermiş olduğunu öngörmektedir. “Stratejik savunma”, düşüş devri stratejisidir. Geri çekilme olarak da okunabilir. Burada sorun, geri çekilinen alanların rakip güçlerle doldurulma olasılığıdır. Bunun önüne geçmenin yolu bu alanlarda, emperyalist politikaların hizmetinde ve kontrolünde, sürekli kaos ortamı yaratmaktır. Bunun yıllar önce bir Rus yazarının eski Roma’nın politik tarihini anlatan bir yazısından okumuştum. Aklımda kalmış. Eski Roma güçsüz düşünce “kaos” stratejisine başvurmuş. Elbette bu strateji hayli risklidir. Global çatışma olasılığını güçlendirmek gibi bir boyutu vardır.
7) Bu koşullarda marksist-leninistler gerçekliği, klasik tabirle, nesnel ve öznel boyutlarıyla iyi kavrayacak bir kaliteyi yakalamak zorundadırlar. Eskiden olduğu ve bir çok durumda yinelendiği gibi, gerçekliği statik olgulara indirgemeden, geniş ve olası dinamik sınıf ilişkileri içinde ama onu dönüştürme olanaklarına da referans veren bir çerçevede görmelidirler. Bir marksist-leninist,tanım itibarıyla, gerçekliğin ancak devrimci pratik içinde kavranabileceğini gören kişidir.