Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu açmaz, Türkiye devletinin kuruluşundan itibaren sahip olduğu burjuva karakter ihmal edilerek anlaşılamaz. Türkiye Cumhuriyeti en başından kapitalizmi öngörür, ve burjuva toplumunu oluşturarak kendisine dayanak yapmak ister. Bir burjuva cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Bugün de böyledir.
Devletin sınıfsal özü onun belli şartlarda, düzenini sürdürebilmek için izlediği iç ya da dış politikalara indirgenerek anlaşılamaz. Bu yaklaşımdan ancak bir oportünizm çıkar. Bununla birlikte, burjuva karakteri değişmeyen kapitalist devletin farklı koşullarda farklı biçimlere büründüğü vak’adır. Yani içinden çıktığı toplum gibi dinamik bir olgudur.
Türkiye soğuk savaştan sonra yeni emperyalist entegrasyon koşullarında aynı devlet anlayışıyla hareket edemezdi. İşbirlikçi, emperyalist vasalı TC devleti, bağlı olduğu bu uluslararası bağlamın yeni taleplerine yanıt vermeliydi. Vasallık bağı emperyalistlerin yeni çıkarları için gözden geçirilmeliydi. AKP olmasaydı, düzenin başka bir partisi ya da lider figürü bunu yapacaktı. Bu bakımdan bugüne kadar AKP’nin izlediği siyasetin kendisinden öncekilerin izlediği siyasetten sınıfsal olarak (emperyalizmin de global çapta sınıf mücadelelerine referans verdiğini unutmayalım) farklı olmadığını tespit etmek gerekir. Elbette, amiyane tabirle, yoğurt yiyişleri arasında farklılar olabiliyor.Ama neticede aynı yoğurt yeniyor.
Türkiye’de sol camiada yaygın şekilde yapılan bir yanlış, her olağanüstü halin faşizm olarak damgalanmasıdır. “Faşizan” la “faşizm” i birbirlerine karıştırmamak gerekir. Faşizm olmadan da faşizanlık olabilir. Ama faşizanlık her zaman faşizme delalet etmez. Sonra tek kötü, baskıcı, katil devlet biçimi de faşizm değildir. Faşizm olarak adlandırılamayacak daha zalim idareler görülmüştür. Bu noktada özellikle Orta Doğu’daki otokratik rejimleri ve Latin Amerika’ daki askeri cunta rejimlerini düşünelim. Bu yapıların Batı’da görülen klasik faşizm örneklerine göre farklı sınıfsal (mesela arkaik sınıflar, kapitalizm öncesi biçimler hala etkindir), hatta kültürel dinamikleri (mesela sekülerleşememişlerdir) vardır. Ama pekala faşizan önlemlere başvurdukları görülmüştür. Bugün de bir çok örnekte görülebileceği gibi bu durum farklı değildir. Bence sonuçları itibarıyla bu farklılıkların pek bir önemi olmasa da, doğru kavramlarla tartışabilmek için bu uyarı gereklidir.
AKP iktidarı emperyalizm ve dolayısıyla burjuvazinin talebi üzerine oluşturulmuştur. Onun çıkarlarının siyasal temsilcisidir. Tıpkı kendisinden öncekiler gibi. AKP’nin farkı, soğuk savaş sonrasında, farklı bir dünya konjonktüründe, düşüşteki hegemonik gücün bu halini tekrar yükselişe doğru çevirmek için gözü kara hamleler yapmaya soyunduğu şartlarda iş başına getirilmiş olmasıdır.
Öncesinde, tarımsal teşvikleri, sanayide iç pazarı öngören güçlü sosyal boyutları olan politikalar emperyalist burjuvazinin talebiyle terk edilmiş, göçlerin teşvik edilmesiyle birlikte kentlerde kaçınılmaz bir varoşlaşmaya yol açılmıştır. Varoşlaşma hakim bir kültür haline gelmiştir.
Yaratılan ekonomik ve sosyal çöküntü ortamında, solun, sınıf örgütlenmesinin yasaklanmış ya da, bastırılmış olduğu koşullarda, dinsel ve milliyetçi ideolojik söylemlere maruz bırakılmış, emperyalist finans ağlarına dahil edilmiş güçlü parasal olanaklarıyla dinsel örgütlerin etkilerine açık çoğu yoksul kitlelerin kolayca sahipleneceği sahte bir sınıflarüstülüğe referans veren bir “kurtarıcı” beklentisi sürekli teşvik edilmiştir.
Böyle bir toplumsal-siyasal dekor içinde gerçekleşen Haziran, emekçi halk sınıfları aleyhine politikalarını, emperyalistlerin gerici bölgesel işgal veya rejim değiştirme girişimlerini desteklemek için giderek otoriterleşen AKP iktidarına başkaldırıydı. Bu başkaldırı halk sınıfları adına yenilgiyle sonuçlanmışsa da, burjuva iktidar bloğunu sarsan sonuçları olmuştur.
Senatör John McCain’in lideri olduğu neo-con oligarşik grupların kontrolündeki Gülen Cemaati AKP ile ortaklığına son vermiş, daha sonra yine söz konusu oligarşik yapının talimatıyla gerçekleştirilen başarısız bir darbe girişimiyle ABD, AB ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiştir.
Bu dönemin bir başka özelliği, ABD ve müttefiklerinin, Suriye’de önce durdurulup, sonra geriletilmesidir. Bu direniş emperyalist ittifak içinde paniğe ve çatlaklara yol açmış, bileşenlerin aralarındaki mesafenin açılmasını temin etmiştir. Rusya, İran ve Çin gibi rakip kapitalist güçlerin mevzilerini güçlendirmelerine neden olmuştur.
15 Temmuz darbe girişimi, arkasından Kürt Savaşı, Erdoğan yönetiminin emekçi halk sınıflarıyla olan mesafesinin iyice açıldığı koşullarda gerçekleşmiş, uluslararası sermayenin has adamı Erdoğan bu şartları otokratik bir rejim kurmak için fırsata çevirmiştir. Darbesini gerçekleştirmiştir. Burjuvazi adına karizmatik bir liderin yönetiminde açık otokratik bir dikta rejimi kaçınılmaz olmuştur. Süreç henüz tamamlanmamıştır. Ancak ileri aşamalara ulaşmıştır. Erdoğan’ın attığı her siyasal adımın varmaya çalıştığı nokta, “olağanüstü hal” sözde hukukuyla üstü örtülmeye çalışılan, burjuvazi adına otokrasidir.
Buraya kadar, AKP iktidarının da emperyalist bağlaşıkları gibi terör, şiddet, korku salma, açık savaş, (soğuk savaş devri burjuva söylemiyle) “totaliter baskı” araçlarını kullanmakta olduğunu, sürekli bir olağanüstü hal rejimiyle işlerini çekip çevirmeye çalıştığını belirtmek isterim.
Erdoğan, merkezinde mezhepsel-dinsel ve ırkçı-milliyetçi vurguların ağırlığını taşıyan geleneğin yer aldığı hayli eklektik, tutarsız, birbirleriyle bağdaşmaz öğelere referans veren ideolojik söylemiyle emekçi halk sınıflarının siyasal bilincinde şoklar yaratıp, gedikler açmaya gayret etmektedir. Burjuvazi ve AKP’si bütün bunları yapmazlarsa iktidarda kalamayacaklarını, yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlar. Che’nin çok bilinen bir benzetmesindeki “bisiklet” ve “devrimcilik” ilişkisi, burada, AKP iktidarı ve savaş, terör arasında kurulabilir.
İşte bu son -ama sonuncusu olmayacak- savaş kararı bu şartlarda alınmıştır.