Daha önce bir kaç kez, en gelişmişlerinden başlayarak, kapitalist devlette soğuk savaş sonrası değişen dünya koşullarının ihtiyaçlarına yanıt veren yapısal değişimlerin gerçekleştiğini belirtmiştim.
Elbette toplum ve devlet birbirlerinden kopuk gerçeklikler değildir. Devlet toplumun içinden çıkar. Onun bütün çatışmalarını bağrında taşır. Emperyalist hegemonya mücadelesinin şiddetlendiği “olağanüstü şartlar” da kapitalist devletin yapısal değişimleri kapitalist toplumların bu şartlara göre yeniden dizayn edilmesi gayesini öncelikli olarak öne çıkartıyor.
Kapitalist dünyanın geniş bir kesiminde reel ekonomik yapıların finansallaşma lehine erozyona uğratılması, kronik işsizlik ve düşük ücretli işgücü sorununun yol açtığı yaygın toplumsal rahatsızlıkların kapitalist sistemin temellerini sarsabilecek bir tehdit haline gelmesini önlemek için devletin önlemler alması gerekiyor.
Bir yandan emperyalist siyasetin uluslararası işgalci, müdahaleci hamleleri ve bunların uluslararası alanda yol açtığı sonuçlar; öte yandan, bu hamlelerin gerçekleştirilebilmesi için emperyalist ve kapitalist devletlerin kendi içlerinde geçirdikleri dönüşümler bir bütün olarak görülmek, bu şekilde analiz edilmek zorundadır.
Bunun için, mesela, kapitalist devletlerin kendi ülkelerinde emek güçleri üzerindeki baskıyı arttırmak için, zaten büyük ekonomik eşitsizlikler içinde bulunan ülkelere yönelik işgal ve müdahalelerin sonucunda buralardan sürülen ve ekonomik olarak daha gelişmiş bölgelere doğru kitlesel olarak göç eden insanların oynadıkları role bakmak yeterlidir.
2.Savaş sonrası soğuk savaş döneminde, kapitalist ideolojik söylemlerin sosyalist ülkelere karşı kullandıkları merkezi bir tema olarak “totalitaryanizm” kavramı etrafındaki argümanlarının, bu söyleme destek olması için organik aydınlarına sipariş ettikleri sosyolojik çalışmalarda işlenen iddiaların,”sanat yapıtları” nda örülen totalitaryanizm epizotlarının bugün bizatihi söz konusu kapitalist devletlerin gerçekleri olduğunu tespit ediyoruz.
Bugün herkes, her yerde, en mahrem alanlarında dahi gözleniyor, izleniyor (hatta insanlar cep telefonları, diğer sosyal medya araçları sayesinde bunu gönüllü olarak yapıyorlar) ve tabii daha en başından yönlendirilip, engellenebiliyor. Hayatı kolaylaştırması, üretim güçlerini geliştirmesi gereken, beklenen yeni teknolojiler insanları düzenin isterleri doğrultusunda yönlendiren, izole eden, baskılayan araçlar haline dönüşüyor. Modern burjuva iktidar ve bilgi sisteminin yarattığı “gözetleme” ağı bugün son teknolojik buluşlar sayesinde yeni radikal bir evreye ulaşmıştır.
Son kırk yılda gerçekleşmiş, sokaktaki insan tarafından ucuz ve kolay erişilebilir enformatik- teknolojik buluşların burada oynadığı role dikkat çekmek isterim. Bu tür teknolojik yeniliklerin egemen burjuva diktatörlüğü bakımından ana gayesi maddi anlamda mecali, toplumsal anlamda meşruiyeti, inandırıcılığı kalmamış kapitalizmin maruz kalabileceği toplumsal kalkışmaların önünü alabilmektir.
Kapitalizm 1960’ların son yıllarından itibaren içinde girdiği durağanlaşma sorununa karşı verdiği uluslararası düzeyde finansallaşarak genişleme tepkisini sürdürebilmek için bu tür teknolojik buluşlara ihtiyaç duymuş, onları teşvik etmiştir. Finansal olanaklarını sadece buna yönelik üretimleri değil, bunların yaygın olarak tüketilebilmesi için de kullanmıştır.Kullanmaktadır.
Bu koşullarda, kapitalizmin bütün demokratik iddiaları öncelenmemiş ölçüde boşa çıkmış, son teknolojiyle, total olarak gözetim altında tutulan toplumlarda, demokrasi bir “show business” faaliyeti haline getirilmiştir. Yukarıdaki tespitler dikkate alınmadan bu değişimin ekonomi-politiği kavranamaz.
Çıkmazdaki kapitalizmin ana stratejisi, dün olduğu gibi bugün de, sosyalist devrimci alternatifin önünü kesmektir. Yani esas mücadele ekseni halen kapitalizm ve sosyalizm, ya da emek ve sermaye arasındadır.
Kapitalist sistem sahip olduğu teknolojik imkanları, ideolojik manada, sadece geniş kitleleri avutmak amacıyla kullanmıyor. Aynı zamanda onları düzeni sorgulama araçlarından da mahrum kılmaya çalışıyor. Bu bakımdan, sosyalist dünyanın çökertilmesinden sonra dünyayı sürekli olarak “olağanüstü hal” içinde yönetmek istiyor. Öncelenmemiş ölçüde gelişmiş bir gözetleme ya da gözetim sistemi bu bakımdan gerekli oluyor. Bu da devlet şeklinde, yapısında, “totaliter” toplumsal hedefleri gerçekleştirebilmek için değişimleri zorunlu kılıyor.
Terör gerekçe gösterilerek dışarıda yapılan sürekli askeri işgal ve müdahaleler, zaman zaman “güçlü ve en güvenilir Batı” nın kalbi sayılabilecek yerlerde imal edilen çok kanlı, spektaküler “terörist saldırılar” hep bu olağanüstü hali sürdürebilmek için alınan tedbirler (Mesela bireysel özgürlükleri sınırlayan, özünde bir palavra olan, burjuva liberal “özel ve kamusal alan” kavramlaştırmaları hilafına yapılan yasal düzenlemeler) arasında görülmelidir. Sistemin beyin merkezi sürekli olarak söz konusu dehşet tiyatrosunu sahneleyerek bu emeline ulaşabileceğini düşünüyor.
Geçerken, Wikileaks ve Snowden ifşaatların bu söylenenleri desteklemek açısından çok değerli belgeler sunduklarını belirtmek isterim.
Kapitalist dünya tarihinde, hatta daha öncesindeki, köleci ve feodal hegemonya devirlerinde de, düşüşte olan ve eski şaşalı günlerine geri dönmesi mümkün olmayan hegemonik güçlerin bu konumları sönerken çeşitli ideolojik dekorlar,kılıklar içinde, savaş, terör, cadı avları, kitlesel kıyımlar, kitlesel sürgünler gibi temaların öne çıktığı dehşet sahneleri hazırlamış oldukları vak’adır.
Bugün iyice nettir, kapitalizm bu söz konusu dehşet tiyatrolarını global çapta sahnelemeden, buradan hareketle meşrulaştırmaya çalıştığı sürekli olağanüstü hal uygulamaları olmaksızın kendisini sürdüremiyor.
Kapitalizm sadece yeni olarak sahip olduğu enformatik-teknolojik olanaklarla, dolayısıyla yeni ideolojik araçlara, yeni toplumsal gözetim araçlarına dayanarak değil, yeni toplumsal mücadele biçimlerini de devreye sokarak sınıf mücadelesini bertaraf etmeye çalışıyor. Bu amaçla, “toplumsal hareketler” sosyolojisi, yapılabilirliği olmayan, kendiliğindenliğe imtiyaz atfeden, esas olarak kültüralist bir içeriğe sahip, “birbirlerine eklemlenmiş özerk radikal toplumsal hareketler stratejisi” palavrasını parlatmak işlevi görüyor. Veyahut bir örneğini “Occupy” hareketinde gördüğümüz türden hiç bir siyasal talebi olmayan (dolayısıyla özsel olarak apolitik) medyatik “gaz alma” faaliyetlerini idealize ediyor.
Elbette bu anlayış kapitalizmin, toplumsal-sınıfsal varlık olan bireyleri izole etme, en çok küçük apolitik gruplar veya “sanal cemaatler” içine iterek mahkum etme, bilinçlerini bölme büyük stratejisine uygundur.
Buna marksist-leninistlerin vermesi gereken yanıt, kapitalist toplumun ana eksenini oluşturan sınıf mücadelesini, ulusal, cinsel, çevresel vb boyutları da ihtiva eder şekilde yeniden kavramlaştırmak olmalıdır. Esasen Marks ve Engels’in en erken yazılarından itibaren sınıf mücadelesi kavramının (özellikle ulusal sorun ve kadın sorunu etrafında) böyle bir çerçevesinin olduğunu da biliyoruz.
Bu kısmı bitirmeden önce, son olarak, bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Kapitalizm halen ihtiyaç duyduğu bir çok aracı yaratmak kapasitesine sahiptir. Sistem sönmektedir ama henüz çökmemiştir.Bunu görelim. Kapitalizmin söz konusu kapasitelerini gerçekleştirememesi, onların giderek köreltilmesi ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkün olabilir. Bu koşullarda sınıf mücadelesinin özünü oluşturan emek-sermaye çatışmasının içeriğini, onun modern kapitalist toplumda aldığı farklı görünümlerle zenginleştiren bir söylem zarurettir.