Kapitalist sistem 60’ların ortasından, SSCB’nin resmen çöktüğü 90’lara kadar azalan kar oranları dolayısıyla süreğenleşen stagnasyon ve resesyon koşullarında varlığını sürdürdü (Geçerken, bu halin ortaya çıkması, esas olarak, kapitalist sistemin içsel işleyiş mantığıyla izah edilebilir. Ancak sosyalist dünya sisteminin var olduğu koşullarda kapitalist sistemin jeo-ekonomi-politik hareket alanı daralmıştı. Bu gerçeği de ihmal etmemek gerekir.) Sistemin bu halden çıkmak için başvurduğu araç global ölçekte finansallaşma oldu. Bunun olmazsa olmazı, menkul kıymetlerin uluslararası düzeyde hiç bir engelle karşılaşmadan hareket kabiliyetine sahip olmasıydı. Bu da onun jeo-ekonomi-politik bir sorun olduğunu gösterir. Emperyalist saldırganlık, ülke işgalleri, dolaylı işgaller, “renkli devrimler” bu çerçevede anlamlandırılabilir. Bilindiği gibi, 2000’li yılların başlarında finansallaşma eğilimi zirve yaptı. Bu eğilimin varacağı yer, yeniden başa sarma, daha ağır bir stagnasyon ve resesyon döngüsü içinde debelenme olacaktı. Sistem halen bu süreç içerisindedir.
Bu sürecin Türkiye ekonomisine etkilerini bugün sürecin önceki evrelerine göre daha net olarak görebiliyoruz. Sistemin global ölçekte finansallaşmasının esas görünümlerinden birisi, Türkiye gibi “çevre” tabir edilen ülkelere sermaye akışıdır. Yani çevre ekonomilerinin borçlandırılmasıdır. Bol borç parayla bol keseden harcamalara teşvik edilmesidir. Harcadıkça, daha fazla borca ihtiyaç duyması, nihayet, borç batağı içinde boğulmasıdır.
Akışkan “sıcak para” güvenli koşullarda yüksek kazancı öngörür. Siyasal, toplumsal koşulların yüksek kazanç olanağını vaat etmesi gerekir. Türkiye son üç yıldan beri söz konusu sermaye için “istikrarlı” bir ülke statüsünde değildir. Aslında bu hale yol açan bizatihi finansallaşma sürecinin kendisidir. “Sıcak para” tanım itibarıyla, kırılganlaştıran, hızla çürüten, toplumsal direnişleri yükselten, yıkıcı bir dinamiktir. Yani bugünkü sonuç için kimsenin özel olarak bir komplo yapmasına gerek yoktu. Sürecin dinamizmi bu sonucu kaçınılmaz olarak yaratıyor. Ülke ekonomisi ne kadar kırılgansa, o ölçüde ağır tahribata uğruyor.
Türkiye ekonomisi son iki çeyrekte net olarak küçülmüştür. Bunun anlamı resesyondur. Bugün derinleşmekte olan bir resesyon hali vardır. Esasen dolar kurunun 3 tl’nin üzerinde seyrettiği şartlarda, ekonomide işleri çevirmenin giderek zorlaşacağı biraz ekonomi bilen herkesin malumuydu. Türkiye ekonomisi bu yeni yılın ilk ayında resesyon aşamasının derinleşeceğinin işaretlerini vermektedir. Muhtemelen döviz kuru tekrar yükseliş eğiliminde olacak, Merkez Bankası üzerindeki siyasal baskılar onun bu duruma etkili, daha doğrusu, gerçekçi bir şekilde müdahale etmesini engelleyecektir. Yükselen kurun ateşini gerçekçi bir faiz oranı düşürebilir. Öyle “0” bilmem kaçlarla halledilebilecek bir sorun değildir. Ancak M.Bankası yapılması gerekeni yapamamakta, utangaç hamlelerle işi idare etmeye çalışmaktadır.
Bu ay içinde ABD’de, Trump yönetimi iş başı yapacaktır. Trump’ın ekonomi politikası, yapılan açıklamalardan izlenebildiği kadarıyla, ilk etapta inşaat ve onunla alakalı sektörlere kaynak aktarılmasını öngörmektedir. Bu parasal kaynağın bir trilyon dolar civarında olacağı söylenmektedir. Trump yönetimi ilk iki yılında bu sayede ülkede büyüme ve istihdam yaratmayı planlamaktadır. Elbette bu önlemlerle ABD ekonomisinin bunalımı çözülmez, ancak ekonomiye etkisi bir kaç yıl sürebilecek, hatta bu sayede belki Trump’ın bir dönem daha devam etmesini temin edebilecek bir soluk aldırılabilir. Sonrasında mevcut bunalımın daha da ağırlaştığı görülecektir. Söz konusu olan, azalan kar oranları, stagnasyon,resesyon, finansallaşma ve tekrar stagnasyon ve resesyon kısır döngüsü içinde debelenen sistemin çıkmaz halidir.
Trump, eğer ekonomik önceliğini seçim kampanyası süresince sık sık dile getirdiği şekilde gerçekleştirebilirse, “sıcak para” manyağı halinde getirilmiş Türkiye gibi ülkelerin işi daha da zorlaşır. Ancak hayli yüksek faiz ödeyerek para bulabilirler. Yetmez, ülkelerin siyasal ve toplumsal koşulları sermaye sahipleri tarafından daha fazla sorgulanmaya başlanır. Nitekim, parlamentoda başkanlık görüşmeleri sürerken döviz kurunun dramatik şekilde yukarıya doğru ivme kazanmasından sonra uluslararası sermayenin başkanlık sorununu “siyasal istikrar” adına olumlu görmediği, bir olağanüstü hal rejimi olarak öngörülen başkanlık konusunu, kırılganlığın, çatışmanın artması olarak yorumladığı pekala iddia edilebilir.
Mevcut durumda, döviz kurundaki artış zaten enflasyonist baskılar yaratıyor. Ekonominin küçülmesi yönünde basıncı arttırıyor. Faiz artışlarının da benzer yönde baskılar yapacağı açıktır. Yani bir bıyık/sakal açmazı söz konusudur. Öyleyse, düşük faiz oranı, bol para, kredili satışlarla beslenen geniş yandaş kitlenin yandaşlığını sürdürebilmesi için gerekli koşulların ortadan kalkması beklenebilir. Bu koşulların ortadan kalkmış olması burjuvazinin iktidarının da ortadan kalkması anlamına gelmez elbette. Tayyip Erdoğan burjuvazinin politikacısıdır. O olmazsa, pekala burjuvazi başka birilerine iş verir. Başka bir tayyip bulur.
Son bir nokta, ya da tekrar olsun, AKP rejimi bir seçimle, referandumla gitmez. Bir seçim ya da referandum kaybı sadece onun bir darbe alması anlamına gelir. Bu rejimin yazgısı, jeo-ekonomik-politik koşullardaki gelişmelere bağlıdır. Sönme eğilimindeki emperyalist hegemonik gücün bu konumunu sürdürebilmek için neo-liberal ekonomik araçlarla hayati bir hamle yaptığı koşullarda, bu hamlenin seyri, yol açtığı, bundan sonra yol açacağı sonuçlar, rejimin yazgısının belirlenmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır. AKP de bunu iyi görüyor, sürekli manevra yapma ihtiyacı duyuyor. Alanı daraldıkça bu ihtiyacı daha fazla duyuyor. Hatta şimdi görüldüğü gibi, uluslararası bağlamından görece serbestleşip, boşluğa düşüyor. Yeniden o bağlamına tutunabilmek adına Trump’ı bir şans olarak değerlendirmek istiyor.