AKP rejimi, solculara nefes aldırmayan ama toplumun islamcı tarikatlar halinde örgütlenmesini sivil toplumculuğun, dolayısıyla “demokratikleşme” nin gereği olarak sunan, dahası, bu tür bir yapılanmayı kendi sigortası olarak gören “laik” cumhuriyet düzeninin içinden çıktı.
Bu durum, ülkemizde, cumhuriyet devleti tarafından kollanmış iki ana tarikat grubu, Nurcu ve Nakşi tarikatları arasında halen en şiddetli şekilde sürmekte olan savaşa rağmen böyledir. Yani bir açıdan bugün devletteki savaş tarikatlar arası bir savaştır.
Bu iki tarikat devletlidir. Devlet ve emperyalistler nazarında itibarlıdır. Devletin, onun içinde yer aldığı uluslararası bağlamın çıkarlarıyla uyumlu hareket etmeyen hiç bir tarikatın yaşama şansı yoktur. Sadece ülkemizde değil, aralarında ABD gibi hegemonik konumda bulunan bir ülkenin de bulunduğu başka bir çok ülkede de bu iş böyledir.
Daha önce yazmış olmalıyım, ABD’de Mormon tarikatı 1820’lerde Joseph Smith adlı bir meczup tarafından kuruldu. O zamanın hegemonik gücü Britanya tarafından rakip bir güç olarak görülen ABD’ye karşı desteklenip, kullanılmaya başlandıktan sonra, 1830’lardan itibaren hızla bu ülkedeki etkisini arttırdı.
Yani kolonyal güçlerin, emperyalistlerin dinsel grupları, tarikatları kullanmaları sadece günümüze özgü vak’adan değil. Geçmişi var.
Mesela, Çin’i zayıflatıp, kendisine tabi kılmak isteyen Britanya, Afyon Savaşları’yla sersemlettiği Çin’ e bir darbe daha vurmak adına, yoksul halk sınıflarının, kendisini İsa ile özdeşleştiren bir meczup köylü olan Xiuquan önderliğinde, egemen hanedanlığa karşı demokratik taleplerle başlattıkları ayaklanmayı manipüle ederek, yaklaşık on beş yıl sürecek (1850-64) ve en az yirmi milyon insanın hayatına mal olacak kanlı bir iç savaşı, Taiping Ayaklanması’nı teşvik etmişti.
Bizde de mesela, 31 Mart Ayaklanması dinsel boyutuyla Nakşiler’in başını çektiği bir ayaklanmaydı. Nakşilik bir kez ortaya çıktıktan sonra (Hindistan’dan, Orta Doğu’ya kadar, bir çok vak’ayla tespit edilebildiği gibi) tarihsel olarak ve ihtiyaç duyulduğunda, Britanya devletinin aleti gibi işlev görmüştür.
Nakşilik, Tanzimat’tan imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı devleti nazarında en itibarlı, en çok kayrılan tarikattır. 31 Mart gerici ayaklanmasında da, dinci gericilikle liberallerin ( Devrin en önde gelen liberal figürü, Ahrar Partisi kurucusu sıkı İngilizci Prens Sabahattin, ayaklanmayı desteklemişti. Sonrasında tutuklanmış, kendisinin serbest bırakılmasını temin eden Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastın planlayıcısı olarak ölüm cezasına çarptırılınca yurt dışına kaçmıştı) ) ittifakını görüyoruz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Elbette bu tarikatların en palazlanmış olanları emperyalizmle sıkı ilişkilere sahip olanlarıdır. Yani uluslararasılaşmış olanlardır. Bu uluslararasılaşmanın altyapısı, emperyalist finans ağlarına dahil olmakla oluşturuluyor. Yüklendikleri ulusal ve uluslararası işlevlere, görevlere göre bu tarikatların kontrolüne verilen sermaye miktarı da büyüyor.
Bu gerçeği en somut haliyle, Afganistan’a Sovyet müdahalesinden sonra gözlemledik. Bugün de örneklerini görmekte olduğumuz türden “vekalet savaşları” ilk kez o zaman bu uluslararasılaştırılmış tarikat yapıları tarafından yürütüldü.
Emperyalizmin siyasal çıkarlarına entegre bu tür dinsel hareketler ancak negatif, yıkıcı amaçlara hizmet edebiliyor. Çok geçmeden de, kontrol altında tutulmalarının mümkün olamadığı görülüyor. Hatırlanacağı gibi, Afganistan’da ilerici yönetimin yıkılmasından sonra orada emperyalistler adına vekalet savaşı yürütmüş tarikatlar koalisyonuna bir hükümet kurdurulmak istenmişti. Çok geçmeden, her tarikat gerçek dini kendisinin temsil ettiğini iddia etmiş, emperyalistlerin “demokratik Afganistan” senaryosu halen sürmekte olan bir iç savaşla sonuçlanmıştı.
Emperyalistler bir çok tarikatı aynı anda kullanmayı çıkarlarına uygun bulmuş olsalar da, onların çoğulluğunun anlamını tam olarak kavrayamamışlar veyahut bu halin yol açacağı olası sonuçları kestirememişlerdi. Bunların çoğul varlıkları sadece çıkar temin etme gayesiyle izah edilemezdi. Her birinin tek tek üyeleri nazarında bir meşruiyete de ihtiyaçları vardı. Bu meşruiyet de “hakiki” lik iddiasına dayandırılıyordu. Yani sadece onlar “hakiki din” i temsil ediyorlardı. Her biri, gerçek dini kendisinin temsil ettiğini iddia ediyordu. Siyasallaşmış bir dinsel tarikatı doğrudan doğruya ve başlı başına bir “din” olarak, liderlerini -en azından- fiilen peygamber gibi görmek gerekiyordu.
Böyle bir algı, aslında, şeklen, bir iman sistemi olarak genel din kavrayışından (mesela, İslam, Judaizm, Hıristiyanlık gibi) sapma gibi görünse de, onun varoluş, işleyiş mantığına hiç de aykırı değildir. Tanrı vahyi yoruma açıktır. Sorun eğer “şirk” ise bu uygulamada o iman sistemlerinin alameti farikasıdır. Mesela bu üç iman sistemi de, iddialarının hilafına uygulamada, kurucularının şahsında, “şirk” i fiilen ve sürekli olarak üretmek, yeniden üretmek zorundadırlar. Bu sistemlerin sürdürülebilen toplumsal gücü, dünyevi olanla tanrısal olanı ilişkilendirmeleriyle mümkün oluyor. Yani kutsalı referans olarak gösterip, dünyevi olanın ihtiyaçlarına yanıt vermeleri gerekiyor. Bu ilişkiden de kaçınılmaz ve paradoksal olarak Şeytan çıkıyor.
Her neyse. Emperyalistler benzer senaryoları Çeçenistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Libya’da da denemek istediler tutmadı. Tutması mümkün de değil.
Türkiye’de, Aralık 2013 yılından beri olup bitenleri böyle bir açıdan değerlendirmek de mümkün. Emperyalist düzen siyaseti bizde de, giderek genişleyen şekilde, dinsel alana taşındı. Dinselliğe abandı. “Düzen partisi” kendisini, liberal, “liberten”, “radikal demokrat” çığırtkanlarıyla, mezhepçi, tarikatçı dinselliklerin dilinin içinden konuşarak ya da anlamsal olarak onlarla kendisini bağdaştırarak ifade etme ihtiyacı duydu. Halen de böyle.
Devlet içindeki savaş, kendisini tarikatlar arasındaki savaş olarak da dışa vuruyor. Bugün için Nurcu FETÖ’cülük terörist ama Nakşilik, Nakşi Menzilcilik, İsmailağacılık vb demokratik “sivil toplum” kuruluşları oluyor. Tayyip Erdoğan ve AKP, FETÖ ile koalisyon ortağıydı, ancak bu ortaklık, aynı zamanda, iki dinci tarikat arasındaki koalisyondu. Koalisyon bozuldu. Bugün bir tarikat ötekine galebe çaldı. En azından şimdilik durum böyle görünüyor.
Tabii düzen güçleri ve onların her renkten ideolojik sözcüleri hâlâ Tayyip Erdoğan’ın, AKP’nin (kısaca, devlet iktidarına sahip görünen Nakşi kliğin) “demokratik devlet” i, “sivil toplum” u hem de “sıfırdan” tekrar kuracağına olan inançlarını dile getirmekten, iman tazelemekten geri durmuyorlar. Yani olmayacak duaya, bilmem kaçıncı kez, amin diyorlar. Yağmadan, peşkeşlerden, kayyum marifetiyle sermaye transferlerinden, kısaca büyük birikim olanaklarından başı dönmüş, aç gözlü sermaye sınıfı burnunun ötesini göremiyor.
Bakınız şurası çok açık: Bugün devrimci sol bir program ve solcuların önderliği olmaksızın bu durumdan kurtulmak mümkün değildir. Aksini iddia etmek, havanda su dövmek…