“Yenikapı Hatırası”

Geçtiğimiz Pazar günü çekilen Yenikapı’daki “düzen partisi”  fotoğrafına iyi bakalım. O fotoğrafta yer alanlar arasında FETÖ sayesinde ya da onunla işbirliği halinde bulundukları mevkilere gelmemiş bir tek kişi var mı? Buna genelkurmay başkanı, eski başbakan, eski bakanlar ve eski cumhubaşkanı da dahil (1)

Tabii bir de o fotoğrafta yer almayan işbirlikçiler var. Mesela Baykal. Anlaşılıyor ki, Baykal’ın kaset tuzağından haberi varmış, FETÖ’nün elinde esirmiş. İddialara göre, FETÖ’cüler kendisiyle temas kurup, bazı isteklerde bulunmuşlar, Baykal önce kabul edip, sonra yapamamış falan. O kasette yer alan görüntüler muhtemelen Baykal’a da ait değildi. Doğruysa, benzerini engizisyoncular yaparlardı, işkence edecekleri kişilere önce işkence aletlerini gösterip, işi işkenceye bırakmadan “itiraf” almaya çalışırlardı. Şimdi Baykal’ın davranışlarına bakılınca,  bu işin ortaya çıkartılmasını istiyormuş gibi hareket etmediği izlenimi ediniliyor.

Baykal’ın AKP ile işbirliği, onun yükselişine basamak olması elbette çok daha erken bir evrede başlıyor. Bu “kaset skandalı” tartışmasında bunu unutturmaya çalışıyorlar.

Öte yandan, Yenikapı fotoğrafını eleştiren HDP’nin de asıl derdi, davet edilmemiş olmaktır. Davet edilmiş olsaydı, hiç kuşkusuz, o da o fotoğrafta yerini alacaktı. Hatta davet edilmemiş olmasını, yaratılmak istenen “milli mutabakat” anlayışına uygun bulmadığını daha önce açıklamıştı.

Bütün bunlar olup biterken, “taşeronluk sistemi” nin özel sektörde de uygulanmasına hız verildi. Bir çok iş yerinden haberler geliyor. Mesela, en son Doğan Yayın, Migros zinciri işçilerinden, ya sözleşmeli olmayı kabul etmelerini ya da işi bırakmalarını istediler. Elbette bunun arkası gelecektir. Yine, turizmde işten çıkarmalar bütün hızıyla sürüyor. Mesela en son İstanbul Hilton’un çalışanlarına ücretsiz izin vermiş olduğu söyleniyor. Bunun arkasından taşeronluk çıkabileceği gibi,  Aydın Doğan’a bir “ödül” verilmesi de söz konusu olabilir.

Türkiye’de, devlet eliyle ne yapılıyorsa,  ne olup bitiyorsa, sermaye sınıfının çıkarınadır. Şimdiye kadar en büyük kazanan onlardır. Şimdi düşününüz, Türkiye devletinin, uyruklarının vergileriyle neredeyse 80 yılda yaratmış olduğu en büyük ekonomik kuruluş olan TÜPRAŞ’ı Koç Ailesi’ne peşkeş çekiyorsunuz. İstanbul’un en değerli topraklarını Koç’a, Doğuş’a veriyorsunuz. Bunlar gibi yağmacı daha bir çok aile olduğu malum.

Görüyor musunuz,devlet, ya da ideolojik bir ifadeyle,  “görünmez  el”  sermaye sınıfı için ne kadar önemli, hem de en çok “devlet müdahalesi” ne karşı olduğu zamanlarda. Devlet, anayasal konumu ne olursa olsun, merkezi olarak davrandığında işlevsel olabiliyor. En federal anayasal yapılarda dahi egemen sınıfın çıkarları adına fillen en merkezi davranış biçimlerine başvurulabiliyor. Anayasanın bütün burjuva politika bilimi için “nirvana” işlevi gördüğünü biliyoruz. Sosyalistlerin “anayasa” nın ideolojik işlevini ihmal etmemeleri gerekir.

Marks, bir yerde, Kapital’i yeniden yazabilseydi, devlet konusuna ayrı bir başlık açacağı mealinde bir şey söylemişti. Kapitalin hareketinde, birikiminde,  kapitalizmin ortaya çıkmasında devletin oynadığı rol eşsizdir. Şuradaki, buradaki kapitalist ilişkilerin bir sistem haline gelebilmesi devlet sayesinde olanaklı olabilmiştir (Kapitalizmin ülkemizdeki macerasında da bu gerçeği görmüyor muyuz?)

Öyleyse, işçi sınıfı sosyalistleri “devletin sönmesi” hikayesine öncelikli bir başlık olarak bel bağlamamalıdır. İşçi sınıfı iktidarında da devlet onun iktidarını sürdürebilmesi bakımından çok uzun bir süre en önemli araç olacaktır. Hem de en “merkezi” haliyle. Emperyalizm deplasmanında oyunu onun kurallarıyla oynamak gerekir.

Kültüralist radikal küçük burjuvaların ne anlama geldiğini kendilerinin dahi bilmediği, “özerklik”, “öz-yönetim”, “kantonculuk”  kuruntularına kapıları kapatalım. Bu tür denemeler bütün ciddi devrimci deneyimlerde başarısız olmuşlardır. Sosyalizm söz konusu olunca, ölçeği daima büyük, geniş tutmaya gayret etmek lazım.

“Devletin sönmesi” hikayesini SSCB deneyiminin baş kusuru olarak sunanlar, aslında, Sovyet devletinin sınıf mücadelesini esas alan proletarya diktatörlüğünden fiilen vazgeçmiş olmasının onun çözülmesindeki rolünü kavramayanlardır.

“Devletin sönmesi” söylemini,  esas olarak liberal ve bu yüzden de kaçınılmaz olarak muhafazakâr bloğa dahil olan anarşist etkilerden arındırmak gerekir. Reel SSCB, gerçeklikten koptuğu, kendisi adına  reel olmayan bir dünya resmi çizmiş olduğu için çözüldü.

Dönelim bize. İşbirlikçi sermaye obur bir kene gibi emekçinin, halk sınıflarının  bedenine yapışmış.  Karnı doydukça daha çok acıkıyor. Hep bana, hep bana… “Kültürlü” geçinen figürleri dahi Tayyip gibi biri önünde, ona şirin görünmek için neredeyse amuda kalkacaklar. Aldıkları ödülleri bile vakit kaybetmeden,  huzurda iki kat oldukları halde, Tayyip’e sunuyorlar. Bu kadar büyük bir sefalet, tıpkı büyük cehaletlerin ancak diplomalarla olanaklı olabilmesi gibi, ancak büyük paralara sahip olmakla mümkün olabilirdi.

Yenikapı’da çekilen “hatıra fotoğrafı” gözümüzün önünde gitmemeli. Türkiye’nin geleceği bu fotoğrafta yer alanlarla yapılacak devrimci siyasal mücadeleden çıkacak. Bu fotoğrafın arkasında fon olarak kullandığı taşıma kalabalıklara kafamızı fazla takmayalım (2). O fotoğrafın “hep bana, hep bana” diyen açgözlü küçük bir azınlığın sefaletinin fotoğrafı olduğunu unutmayalım.

NOTLAR:

1) Sadece politika erbabı değil, etraflarındaki karelerde görünmek için çırpınan yandaşlar korosu da, bu işbirliğinden nemalanmış, hatta bir çoğu doğrudan Cemaat tarafından kollanmış, kayrılmıştır. Şimdi Cemaat’ in 15 yıllık AKP rejiminin bütün günahlarının tek sorumlusu haline getirilmek istendiğini görüyoruz. Bu tuzağa düşmemek gerekir. “Yenikapı hatırası” bunun söylendiği gibi olmadığının en sağlam belgesi değil mi?

Bu arada, başbakan Binali Yıldırım’a dikkat ediniz, adeta “akil” bir muhalefet partisi lideri gibi davranıyor. Çok korkuyor  tabii,  ama aynı duygudan mustarip Tayyip Erdoğan gibi, kontrolünü kaybetmiyor.  En başından, adeta bir paratoner işlevi görmeye çalışıyor. Bu hali, ona biçilen rolle izah etmek erken bir değerlendirme olabilir. Şimdiye kadar adeta içgüdüsel hareket ediyor.

2) Bu kalabalıklar şimdilik Mussolini, Hitler kalabalıkları değil. Memurlar, belediyelerde çalışanlar, polisler zorunlu olarak bu toplantılara, “nöbet” lere katılıyorlar. Yoklama dahi yapılıyor. Tabii işveren olarak devletin onlara karşı havuç/sopa aracını kullandığını da biliyoruz. Bundan başka bir de “besleme” gruplar var. Mesela, Taksim’den hiç eksik olmayan malum bir “Tophane grubu” var. Yine aynı çerçevede değerlendirebileceğimiz, harcırahlı  “cami cemaatleri” var.

Bir cevap yazın