“FETÖ” cülük nedir?

FETÖ’cülük emperyalist siyonizmin savaş arabasına koşulmuş islamcılıktır. Peki, El Kaidecilik, El Nusracılık, ÖSO’culuk, IŞİD’cilik, İhvancılık, AKP’cilik nedir? Özsel olarak aynı şeylerdir. Emperyalizm ve siyonizmle sıkı bağlantıları, ona uşaklıkları anlamında aralarında fark yoktur.

FETÖ’cülük soğuk savaş şartlarında bu İslamcı emperyalist-siyonist uşakların “yeşil kuşak” stratejisinin askerleri olarak Türkiye’nin gericileştirilmesine hizmet etmeleridir. FETÖ’cü olan 1947’den beri TC devletidir. Ordusuyla, yargısıyla, düzenin siyasal partileriyle, iş dünyasıyla, camileriyle, eğitim kurumlarıyla, medyasıyla.

Sultan 2.Abdülhamid tahta çıktığında, devletin ayakta kalabilmesi için o devrin ABD’si olan Britanya İmparatorluğu’na kayıtsız koşulsuz teslim olması gerektiğini biliyordu. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu parça parça edilebilir, mesela Rusya yukarıdan inip “Üçüncü Roma” hayallerini gerçekleştirebilirdi. Nitekim, 1878’de, Yeşilköy’e kadar inmiş, son anda Britanya’nın devreye girmesiyle geri çekilmişti.

2.Hamit de, İngiltere’yle, tıpkı, Cumhuriyet devrinde ABD ile olduğu gibi, devletin bekası adına “olmazsa olmaz” olarak sunulan ilişkisinde, zaman zaman, fazla ileri gitmemek, ya da kendisini gerçekten kaptırmamak şartıyla, Rusya şantajını kullanmış, karşılık olarak, genellikle sopa gösterilerek terbiye edilmişti.

O zaman da Britanya devleti, bugünkü anglo-amerikan emperyalistleri gibi, Avrasya coğrafyasını geleceği adına vazgeçilmez öneme sahip bir yer olarak görüyordu. Hindistan sömürgesiydi. Çin’i ve etrafındaki ülkeleri de kendisine tabi kılmak istiyordu. Rusya en büyük engeldi.

Avrasya coğrafyasında büyük bir müslüman nüfus vardı. Osmanlı İmparatorluğu dışında hepsi gayri müslim yönetimler altında yaşıyorlardı. Öyleyse, bu büyük müslüman nüfusu söz konusu yönetimlere karşı Britanya çıkarları adına kullanmak gerekiyordu. Marjinal bir aydın hareketi olarak “İslamcılık” değil ama İslamcı siyaset bu şekilde ortaya çıktı. Emperyalizm, İslamcılığı yaratmadı ama içine dahil olarak çıkarlarına hizmet edecek surette dönüştürdü. Mesela islamcılık siyasetinin en önemli kurucu figürlerinden birisi olan Afgani ve asistanı Abduh doğrudan Britanya’nın çıkarları adına çalışıyorlardı. Kısacası, o zaman da, Britanya, Avrasya’yı, Büyük Orta Doğu’yu  yeşil kuşakla sarmak istiyordu.

2.Abdülhamid bu siyaset adına harekete geçirildi. ” Halife sultan” olarak islamcılık siyasetinin dünyadaki temsilcisi yapıldı. İsterseniz, o devirdeki “BOP”un “eş başkan”ı   yapılmıştı da diyebiliriz.  Artık “yeni-Osmanlıcılık” a ihtiyaç vardı. Hamit merhum, sürekli pirelenerek de olsa,   kendisine  verilmiş bu görevi,  elinden geldiği kadar, yerine getirmeye çalışmıştı.

Sonrası malum. Kafaları karışık ama inanmış, dürüst İttihatçılar, zaten dağılmış bir devleti devraldılar. Beceriksizlikleriyle tabutuna  son çiviyi çaktılar. Eh,  kuraldır, ellerinde devleti bitirenler, bitirilirler. İttihatçılık’ın sorunlarını oldukça iyi analiz etmiş  Atatürk’ün kararlı “anti-İttihatçılık” ına bu açıdan bakmak gerekir(1)

Kemalistler “kadim devlet” i tekrar ama bu kez laik Cumhuriyet (eski düzenin bütün meşruiyeti dinden geliyordu, Padişah Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi, elbette yeni düzenin meşruiyeti için eskisinin meşruiyet kaynağı referans olarak alınamazdı) formunda kurdular.  Çok geçmeden Hamit’in İngilizciliğini de, yeni şartlarda aldığı formuyla, anglo-amerikancılıkla ikame ettiler.

Gelelim bugüne, şimdi Erdoğan, yine ağlama şovları, “pardon” larıyla işleri çekip çevirebileceğine inanıyor. Bu inancını teşvik eden en önemli etken, hiç kuşkusuz, “sol”, liberal şakşakçılarıyla “düzen partisi” nin coşkulu desteğidir.

“Pardon” demişken, eğer iktidarını sürdürebilirse, Erdoğan yarın da, mesela, “İsmailağa Cemaati” ya da “Menzil Cemaati” için mi özür dileyecek? Bu arada, bu darbe girişimine katılanlar da, “pardon” derlerse, ne olacak?

Gerçekten de, birikmiş tekerrürler ya da “fars” koşullarındayız. Trajedi ağlatır, komedi güldürür. Fars karşısında insan, acı acı ağlamakla, katıla katıla gülmek arasında bikarar halde oluyor.

Bitirmeden önce, bir kaç saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bu darbe girişimiyle, onu planlamış olanlar bakımından,  siyasal gaye hasıl olmuştur. Bu girişim, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk sürecinin devamıdır. Son evresidir. Gaye, TC devletini felç etmek, işleyemez hale getirmekti. Operasyonel yeteneklerine ket vurmaktı. Başarılmıştır. Bugün dünyada ve bölgemizde bu hasıl olmuş gayeden şikayetçi olan hiç bir önemli devlet yoktur. Yani hepsinin işine gelmiştir.

İkincisi, TC devletini bu hale tek başına Erdoğan sokmamıştır. Erdoğan bu devletin son 70 yıllık tarihinde bir kopuşu değil, sürekliliği temsil etmektedir. Restorasyon ve karşı-devrimcilik arasında süreklilik olur. Yalnız bu ikisinin aynı siyasal özneler önderliğinde gerçekleştirildiği, bildiğim kadarıyla, vaki değildir. Bugün de, burjuvazinin olası bir restorasyon programını Tayyip’le gerçekleştirmesi kabil değildir. Tayyip bugün burjuva düzeni için dahi yüktür, risktir. İç bağlantılarıyla emperyalist “üst akıl”, sorunun Tayyip Erdoğan olduğunu kavrayamamış, ya da bu gerçeği geç kavramış olduğundan son hamlelere ihtiyaç duymuştur.

Buna bir şey daha ilave edeyim, emperyalistlerin fiili operasyonların hız kazanmış olduğu uğraklarda, askeri ya da sivil darbeler, saray darbeleri, fiziksel tasfiyeler, siyasal komplolar da hız kazanabiliyor. Sonuçta bunların iktidar teknikleri olduklarını ihmal etmemek gerekiyor.

Son olarak, daha önce değinmiş olduğum gibi, “kaos” ve “kriz” aynı şey değildir. Kaos, bir çok krizin kesiştiği şartlarda zuhur eder. Krizden farklı olarak parametlerinin okunması, kestirim yapılabilmesi çok zordur. Oradan ne çıkacağını kestiremezsiniz. Kendisini dallanıp budaklanmalar halinde dışa vurur. Bu bakımdan,  bugün Türkiye’de bir kaos hali hüküm sürmektedir.

Bu koşullarda, devrimcilere yakışmayan, “yandık, bittik, mahvolduk” edebiyatına sarılmaları olacaktır. Mesela, en önemli karşı-devrimci kurum olarak, özellikle solun ezilmesinin en etkili aracı olarak ordunun, saikleri ne olursa olsun,  kendisinin de her türlü katkıyı yapmış olduğu, kendisinin tasfiyesiyle sonuçlanan bir süreçte bulunmasından devrimcilerin şikayetçi olmasını anlayamıyorum.

Devrimi istiyorsak, kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliyiz. Bunu göze almadan devrimci olunamaz. Yangınlara bakmaktan korkmamak gerekir. Devrimler yangınlardan çıkar. Devrimcilik yıkarak kurmak demektir. Hatırlama ihtiyacı duyuyorum.

NOTLAR:

1) İttihatçılar arasında en etkili grubu temsil eden askerler yeteneklerine aşırı güveniyorlardı. Ancak siyasal aklın, akılcılığın kılavuzluk etmediği askeri yeteneğin bir bumeranga dönüşebileceğinin farkında değillerdi. Akıl, hesap yapmak demektir. Bu arada, sınırlarını hesap etmek demektir. Global perspektifi olmayan siyasal akıl aksaktır. Siyasal aklın onay vermeyeceği bir maksimalizm her zaman felaket getirir.

İttihat ve Terakki, askerlerin etkisine rağmen siyasal bir oluşum olarak iktidarı almış, parti öncülüğünde devrim yapmak istemiş ama savaş koşullarının da bastırmasıyla giderek askerileşmişti. Sivil “merkezi umumi”, esas olarak askeri olan troykanın etkisine girmişti. Yani askeri kanat siyasete hakim olmuştu. Emperyalist işgal şartlarında oluşmuş Kemalist deneyimdeyse, tersine, öncü olarak  askeri örgütlenmeden siyasal partiye gelinmişti. Kemalist devrim, partinin değil, askerin öncülüğünde başarılmıştı. Bir “merkezi umumi” hareketi değildi.

Bir cevap yazın