Neo-liberal emperyalizm, kayıtsız koşulsuz dünya hakimiyeti ya da “tarihin sonu” nu getirmek adına gözü kara bir şekilde sondan bir önceki hamlesini başlattığında, sadece ülkemizde değil, diğer bağlaşıklarında da “düzen partileri” oluşturdu. Türkiye’nin de dahil olduğu bütün vasal ve müttefiklerini aynı hizaya getirdi. Adeta tek bir “emperyalist cumhuriyet düzeni” kurdu.
Henüz etkileri tam olarak kavranamayan Suriye direnişi, sosyalist değil ama dar siyasal anlamında anti-emperyalist karakteriyle, 20’lerdeki Türk kurtuluş savaşınınkiyle kıyaslanabilir bir işlev görmektedir. Emperyalizmin dünya hakimiyeti hamlesi esas olarak Suriye sorunu etrafında darbe yemiş, şanzıman Suriye coğrafyasında dağıtılmıştır. Emperyalist yapının geometrisinde bakışımsız oluşumların ortaya çıkması tetiklenmiştir.
Bu koşullarda barışçıl restorasyon olanakları da sürekli tüketilmektedir. Nereye el atılsa, elde kalmaktadır. 1870’lerdeki ilk büyük kapitalist krizi izleyen hegemonya bunalımı yıllarında da benzer bir durum oluşmuş, merkez üssü Avrupa olmakla beraber tüm dünyada istikrarsız, güvenliksiz, katastrofik şartlar oluşmuştu. Bugünkü gibi, ekonomik skandallar, terör saldırıları, suikastler, kitlesel cinayetler, kitlesel mülteci hareketleri, darbeler vs görülmüştü. Durumu emperyalizm lehine düzeltmek için iki dünya savaşının bile yeterli olmadığı görülüyor.
İkincisinden sonra nispi barış halinin önceki devirlere göre uzun sürmüş olmasının en önemli nedeni, SSCB ve sosyalist bloğun sağlamış olduğu denge durumuydu. SSCB’nin tasfiyesiyle emperyalizm zincirlerinden boşandı. Bugün ABD hegemonyası altında gerileyen emperyalizmin zamanı yok. Çabuk ve gözü kara hareket etmesi, rakiplerin, olası rakiplerin yeni ittifaklar içinde toparlanmasına izin vermemesi gerekiyor.
Hegemonik gücün rakipleri sistemin kendi içinden çıkıyorsa, savaş olasılığı artıyor. Bu iddianın dayanağı sistem dışı rakip güç olarak SSCB’nin yaratmış olduğu denge şartlarında büyük bir kapışmanın ortaya çıkmamış olmasıdır (İkinci Savaş öncesinde SSCB inisiyatif almamış, olası bir savaştan emperyalizmin işbirlikçileri tarafından “hain” ilan edilmek pahasına sonuna kadar kaçınma gayreti içinde olmuştu). Bunu sadece nükleer dengelerle açıklamak yeterli olmayacaktır. Zira söz konusu denge bugün de var. Üstelik ABD tarafından tek yanlı olarak bozulmak isteniyor. Bunu görüyoruz.
Emperyalist sistem içinde bugün en önemli ayar verici, hizaya getirici güç ABD’dir (1920’li yıllara kadar Britanya idi). Dolayısıyla ekonomik, enformatik boyutlarıyla bir çok siyasal olayı, bu arada, terör faaliyetlerini, darbeleri, karşı-darbeleri söz konusu hegemonya krizi etrafında değerlendirmek (her zaman isabetli olmasa da) meşru oluyor.
Mesela, son zamanlarda Almanya’da görülmeye başlayan terörist saldırıları, Almanya’ya yönelik ekonomik operasyonları Almanya’nın Orta Doğu ve Ukrayna’da daha aktif ve özerk roller üstlenme eğiliminde olmasıyla açıklamak yanlış olmayacaktır.
Hiç kuşkusuz son günlerin en flaş hamlesi, İngiltere’nin Çin ile yapmış olduğu tarihi antlaşmadır. Bu çapta bir antlaşmanın Brexit hamlesinin epey öncesinde ama onun olası sonucuyla bağlantılı bir şekilde hazırlanmış olduğundan kuşku duymamak gerekir. Çok önceden planlanmış olmalıdır. Londra’daki City of London, New York’taki Wall Street’le birlikte emperyalist dünyanın en büyük iki finansal merkezinden bir tanesidir. AB’nin kurallarına tabi olarak elinin kolunun bağlanmasına razı olamazdı. Ancak güçlü bir dayanağa da ihtiyacı vardı. Bu dayanağı Çin’de buldu. Bu çok önemli konuya başka bir yazıda daha ayrıntılı olarak değineceğim. Şimdilik Brexit vakasını bu Çin hamlesinden soyutlayarak ele almanın yanlış olacağını belirtmek isterim.
İngiltere’nin Çin hamlesi, hem Clinton hem de Trump’ın seçimi kazanmaları halinde Çin’i düşmanlaştırmayı sürdüreceklerinin anlaşılmasına rağmen gerçekleştirilmiştir. Geçerken, bunun siyasal elitler arasında bir değişikle mümkün olabildiğini, yeni işlerin yeni figürlerle yapıldığının altını çizmek isterim.
İngiltere’nin bu hamlesi, tıpkı 70’lerin başındaki global kriz esnasında olduğu gibi, bu kez İngiltere inisiyatifiyle Rusya ve Çin’in düşmanlaştırılması doğrultusunda bir seyir izleyebilir. O kriz esnasında, dünya petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 17’sini elinde tutan, biraz daha sonra gaz ticaretinin yaklaşık yüzde 30’unu kontrol edecek SSCB’ye ağır bir ekonomik darbe vurulmuş, Kültür Devrimi kaosunda debelenen Çin’in himmetiyle, sosyalist kamptaki yarılma derinleştirilerek konsolide edilmişti. Tabii bu işin olası boyutlarından sadece birisidir.
Hiç şüphesiz, öncekiler gibi ( 7 Yıl Savaşları, Napolyon Savaşları, Kırım Savaşı, iki dünya savaşı vb) önümüzdeki olası savaşın da merkez coğrafyası Avrupa olacak, özellikle de Rusya ana hedeflerden birisi haline getirilecektir. Tabii o zaman kadar siyasal birliğini sürdürebilirse.
Bu konuyu bir hatırlatmayla kapatayım. Emperyalizmin SSCB’ye karşı soğuk savaşının belli başlı üç evresi vardı. Kuşatma gayesine hizmet edecek “etki alanları oluşturma” ilk evresiydi. “Barış içinde bir arada yaşama” anlayışı da bu evrelerden ikincisiydi. Hemen hemen 70’lerin sonlarına kadar devam etti. SSCB’nin Afganistan’a müdahalesiyle birlikte, SSCB’nin tasfiyesini öngören “neo-liberal yıkım” evresi başlatıldı. Şimdiki soğuk savaşta emperyalistler, hegemonik gücün sönme sürecinin hızlanmasıyla birlikte aynı önceki soğuk savaşın son evresinde olduğu gibi, Rusya’nın tasfiyesini hedefleyen stratejik önceliği uygulamaya koydular. Bunun altını çiziyorum.
Şimdi Türkiye’ye dönersek, içeride işlerin, özellikle son beş-altı yıldan beri bir “düzen partisi” tarafından çekip çevrildiğine daha önceki yazılarda değinmiştim. Bu “FETÖ darbesi” denilerek gerçek emperyalist karakteri, düzen güçleriyle bağlantısı gizlenmek istenen son girişim dolayısıyla sadece Erdoğan’ın AKP’sini sorumlu görmek eksik olur. Düzenin bütün bileşenleri şu ya da bu ölçüde veya düzeyde sürece entegre idiler. Bugün de böyle. Buna göre, Fethullah’la işbirliği bakımından, MHP ve CHP hiç de masum değiller. Hatırlarsak, Fethullah’a selam durmuş Baykal CHP’si istenen entegrasyon adına yalpaladığı veya beceriksiz davrandığı için tasfiye edildi. Yerine seçilenler değil, atananlar, ya da başka bir ifadeyle, (darbeye katılan bir çok kariyerist subay gibi) el verilenler, normal koşullarda, CHP’de vekil olmaktan öte bir kariyer olanağı bulamazlardı. Öyle değil mi?
Aklıma gelmişken, Cemaat’in (ve tabii ABD’nin) telkiniyle MHP ve CHP tarafından cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya sunulan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, adaylığını duyar duymaz reddeden, muhtemelen derin devlet içindeki kliklerden birinin hizmetindeki Perinçek, seçimlerden biraz önce onun desteklenmesini istemiş, ona oy vermemeyi neredeyse vatana ihanet gibi değerlendirmişti.
Darbe girişimi sonrasında aynı düzen güçleri düzeni, birliklerini (belki yeniden de tanımlayarak) daha da pekiştirip, aynı “düzen partisi” yle tekrar kurmaya çalışıyorlar. Bozulmasından sorumlu olanların şimdi işleri düzeltmeleri isteniyor. Başaramayacaklar. Mevcut çerçevesi içinde düzenin dikiş tutar tarafı kalmamıştır. Çöken, Tayyip’in hurmasıyla Fethullah’ın ananası arasında salınıp durmuş düzen güçleridir.