“Tampon diplomasisi” nin sonu mu?

TC devletinin diplomatik  refleksleri tarihsel olarak sürekli “tampon olmak” arzusuna referans veriyor.Bunun varoluşsal bir arzu olduğunu söylemek mümkün.

Daha önce bir çok kez tekrar etmiştim. Türkiye’nin Batı emperyalizmi bakımından önemi, Batı’nın  Rusya’yı rakip bir güç olarak görmesinden itibaren artmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünün beklenenden uzun sürmüş olmasının en önemli nedeni de budur. Rusya Çarlığı’nın devrin hegemonik gücü olan Britanya  İmparatorluğunun dümen suyuna girmeye direnmesi yüzünden Osmanlı’nın kaçınılmaz sonu sürekli erteleniyordu.

Britanya İmparatorluğu, Osmanlı’nın ayakta kalması adına bir takım reformlar dayatıyor, böylece Osmanlı ekonomisini ve devlet bürokrasisini kontrolü altında tutabiliyordu. Tanzimat ve Islahat hareketlerini, yeni kapitülasyonları, idari ve askeri yapıdaki reformları, son devir Osmanlı savaşlarını bu gerçeğin ışığı altında okumak gerekir. Elbette, o zamanki idareciler, siyaset erbabı da, tıpkı bugünküler gibi, ” biz bu reformları kendimiz için yapıyoruz, bir dayatma söz konusu değil” diyorlardı.

Emperyalist bir bilimsel disiplin olarak jeo-politiğin 20.yy’ın hemen başında, Britanya’da, Britanya emperyalizmi adına, Avrasya’yı “pivot bölge” ilan ederek ortaya çıkmış olması, aslında Türkiye’nin Britanya karşısında elini güçlendiren bir gelişmeydi. İttihatçılar bunu kavrayamadılar (1). Yanlış ata oynadılar.

Kemalistler, Sovyet devrimi sayesinde, son savaşta düşman kamplarda yer aldıkları ve yenildikleri hegemonik Britanya devletine kafa tutarak, onu alt ederek hem yeni bir ulus devlet kurdular, hem de bu devletin meşruiyetini ona tescil ettirdiler. Yani, hem Britanya’yı yenerken hem de TC devletini ona onaylatırken Sovyet Rusya’yı kullandılar. Bu önemli bir diplomasi başarısıydı. Ancak özgün bir siyaset değildi. Değildi çünkü, Tanzimat’tan itibaren başlayan dönemin çok büyük bir kısmında Osmanlı devleti tarafından izlenmiş dış politik çizgiye, “tampon diplomasisi” ne,  geri dönülmesi anlamına geliyordu. Kemalistler, 2.Meşrutiyet devri parantezi dışında, uzun bir dönem boyunca izlenen Osmanlı dış siyasetine, ana hatlarıyla, geri döndüler. Rusya’yı düşmanlaştırıp, Batı emperyalizmi adına onun önünde tampon işlevi üstlenerek, emperyalist dünyayla ve siyasetle müttefik olmak. Ülkede burjuva TC düzeninin ancak bu işlev sayesinde sürdürülebilir olacağını düşünüyorlardı.

Vaktiyle, Osmanlı devleti de  Britanya’ya, “beni kollamazsan, Rusya aşağı iner, Balkanlar, Akdeniz kontrolünüzden çıkar, bu sayede elde edeceği jeo-stratejik avantajlar sayesinde, Avrupa’nın ve Asya’nın, tabii bu arada,  sömürge Hindistan’ın güvenliği tehlikeye düşer” diyordu. Yani düşmanlaştırdığı Rusya ile şantaj yapıyordu.  Aynı şantajı farklı bir hikayeyle Batı da Osmanlı devletine yapıyordu ama onun kaybedecek daha çok şeyi vardı. Osmanlı diplomasisi bunun farkındaydı. Korkuyordu, ancak himayesine girdiği büyük devletlerin daha çok korktuklarını görüyordu. Bu bakımdan, Hegel’deki uşak/efendi diyalektiğini çağrıştıran bir ilişkiden söz edilebilir.

Mesela 19.yy’daki Kırım sorununda,  bölge Balkan ve Akdeniz güzergahlarından birisi olarak görüldüğünden, ön almak adına, Osmanlı orada erken bir Dünya Savaşı’na sokuldu. Efendisinin gözüne girmek için can atan Osmanlı o savaş uğruna varını yoğunu seferber etti. Savaş bittiğinde Osmanlı maliyesi de sıfırı tüketerek havlu attı. Devletin Batılı büyük kapitalist devletlere bağımlılığı ve tabii uşaklık kapasitesi de adeta sınır tanımaz hale geldi.

Sovyet devrimi, daha ileride bunun bir Doğu Avrupa ve Asya devrimine dönüşmesi, Anglo-amerikan emperyalizminin paniğini arttırdı. TC devleti daha en başından emperyalist Batı’ya karşı Rusya kozunu kullanmaya başlamıştı. Bunun için “anti-emperyalizm” söylemini “anti-kapitalist” öğelerden temizledi. Cumhuriyet devrinde, sosyalistlerin orantısız bir terörle yok edilmeleri, bastırılmaları, Batı emperyalizmine iman tazelemek, güven vermek ve tabii onları panikletmek gibi işlevlere sahipti. Yeni cumhuriyet devleti, “İngilizci” son asır Osmanlı siyasetini, yani bu kez Sovyet  Rusya karşısında emperyalizm adına tampon rolünü sürdürmek istiyordu.

Sovyet Rusya ve komünizm çok daha erken bir zamanda, 20’li yılların ikinci yarısından itibaren düşmanlaştırıldı. Kapitalizmin ikinci büyük bunalımı bu anlayışın 30’ların sonlarından itibaren uygulanana göre, özellikle dış politika bağlamında, zorunlu olarak daha örtük bir şekilde yapılmasını gerektiriyordu. İçeride hız kesmek söz konusu değildi. Tersine, mesela, biri itirafçı, diğerleri dönek olan eski komünistlerin önemli bir ağırlığının olduğu, ülke kapitalizmini bunalım koşullarına adapte etme gayretindeki  “sol kemalist” Kadro girişimi dahi bastırılmıştı.

Burjuva cumhuriyet rejimi kendisini kanıtlamak adına  sola karşı orantısız terör uyguluyor, Reichtag Yangını mesabesinde, mesela 1938 Harp Okulu kumpası gibi, icraatların altına imzasını atıyordu. Görüyorsunuz,  kemalist ve islamcı uygulamalar arasında nasıl bir süreklilik var (2). Osmanlı devrindeki gibi, hem korkuyor, hem de himayesine girmek istediği emperyalist güçleri korkutmaya çalışıyordu. Düzenin solu ezmesinde bu ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerekir.

Sovyet Rusya şantajı bu devlet çökene kadar devam etti. İlk soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ortada kalma riski karşısında, ABD emperyalizmine kayıtsız koşulsuz, tam bir teslimiyet  siyaseti izlendi.

Rusya’nın Putin devrinde yeniden doğrulması şantajcı Türk diplomasisi için bir fırsattı. Ancak kullanılamadığı görülüyor. Sovyetler Birliği’nin halen bir güç olduğu koşullarda, devletçi kapitalist, nispeten sosyal ama otoriter Türk devleti ulusalcıların kontrolündeydi. Son devir Osmanlı devleti gibi Rusya kartını kullanıyordu. Tabii bu kartı Batı’ya kızdığı zaman da kullanmaya çalışıyor, ancak hemen ipi çekiliyordu. En çok, veciz, “yeni bir dünya kurulur”  “one minute” ıyla mastürbasyon yapabiliyordu.

SSCB’den sonra devir teslim yapıldı. Ulusalcıların yedeği İslamcılar idareyi ele aldı. Dünya kapitalizminin geçirdiği dönüşümlere koşut olarak parasalcı, her şeyin özelleştirildiği, devletin hemen hiç bir sosyal işlevinin kalmadığı, dolayısıyla cumhuriyet rejimine ihtiyacın olmadığı otokratik bir rejimin kurulması yolunda, zaten önceden hazırlanmış temellere dayanılarak, büyük adımlar atıldı. Yeni-osmanlıcılık iddiasındaki islamcı AKP rejimi Osmanlı’dan intikal eden “Rusya şantajı” diplomasisini, Suriye’ye karşı izlediği politikayla terk etti. Daha doğrusu, Rusya’nın hamlesi planlarını bozdu.

Devleti ele geçirmiş yarı-lümpen niteliksiz kadroların maddi ve manevi ihtirasları, lümpenleşen işbirlikçi sermaye sınıfının aç gözlülüğünün saiki olduğu “cahil cesareti”, Suriye kriziyle ölümcül bir hesap hatası yaptı (Bu arada, İslamcılığın 1950’lerden itibaren, çeşitli kombinasyonlar içinde bu lumpenist eğilimin ideolojik ifadesi haline gelmiş olduğu gerçeğinin altını çizmek isterim. O yıllardan buraya, lumpenleşme ve islamlaşma iç içe bir yükseliş arz ediyor). Rejim, 2013 Haziran’ında Erdoğan-Öcalan gerici bağlaşmasıyla, “ipten alındı”. Haziran’ın yenilgisi ya da elde etmiş olduğu Pirus zaferi AKP’nin ve dayandığı sermaye sınıfının cahil cesaretini daha fazla teşvik etti. Zaten gayet mütevazi düzeyde bulunan devlet aklı tamamen kaybedildi.

Bu arada, Kırım, Rusya’ya geri döndü. Anglo-amerikanların Karadeniz ve Ukrayna düşleri söndü. Rusya, Suriye’ye yerleşti. Doğu Akdeniz’e ilk kez eli kuvvetli olarak  indi.

Peki Türkiye kesintilerle birlikte aşağı yukarı iki asırdan beri Batı emperyalizmine karşı kullanmakta olduğu Rusya kartını bu yeni koşullarda kullanmayı sürdürebilecek mi? Mevcut görünüme bakılırsa, TC devleti Suriye’deki hamleleriyle Dimyat’a pirince giderken elindeki bulgurdan da olmuştur.

Müdahaleden sonra Rusya’nın çok temkinli hareket etmesi, mümkün olduğu kadar uzlaşmalara kapısını açık tutan ama aynı zamanda askeri olarak Suriye’yi ve müttefiklerini tahkim etmeye yönelik kararlı bir siyaset izlemesi, Rusya’nın artık Doğu Akdeniz’i kolay kolay bırakmayacağı anlamına geliyor. Biraz ileride muhtemelen hızını arttırmak isteyecek Esad’ı da frenleyecektir.  İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün  Rusya ile işbirliğinin güçleneceğini öngörebiliriz. Hatta nasıl bir dönüşüme maruz kalırlarsa kalsınlar, hali hazırdaki petrol monarşileri de bu yeni duruma sırtlarını dönemeyecekler. Bu ülkelerin hemen hepsinin “petrol,doğal gaz” ve bunların taşınması gibi ortak çıkarları olduğunu unutmamak gerekir. Bu öngörünün gerçekleşmesi, Rusya’nın temkinli ama kararlı adımlarıyla mümkün olabilecektir.

Tamam, ama bu gerçekleşirse (Türkiye bunun gerçekleşmesi adına her şeyi yapmıştır, yapmaktadır. Türkiye’nin olası bir kara müdahalesi de, hiç şüphesiz, Rusya’nın işini kolaylaştıracaktır) Türkiye hangi ülkeye karşı, ne için, neyin tamponu olacaktır? Dahası, belki de tampon işlevi sayesinde almış olduklarını geri vermek zorunda kalacaktır. İslamcıların yönetiminde  iki yüz yıllık eski diplomasinin de sonunun gelmiş olduğu görülüyor.  Alla Turca modernleşmeyle başlamış olan söz konusu diplomasi, alla Turca “post-modernleşme” yle sanki tarih olmaktadır.

NOTLAR

1) Kemalistler, İttihatçılarla kıyaslandıklarında, siyasal olarak ne istediklerini, sınırlarını, hadlerini biliyorlardı. Bununla birlikte İttihatçılar, Kemalistlerle kıyaslandıklarında, entelektüel olarak onlardan daha donanımlı, daha global bir yapıya sahiptiler.

2) Ulusalcı kemalistler, Atatürk önderliğinde, Batı emperyalizmine ulusal egemen devlet yapısıyla, cumhuriyet rejimi altında entegre olmak istiyordu. Cumhuriyetin ilk üç yılında atılan demokratik adımlar, Türkiye halkları adına değerli kazanımlardır. Monarşinin, hilafetin tasfiyesi, laiklik, genel oy hakkı, hepsinin birden en somut ifadesi olan cumhuriyetin demokratik kazanımlar olduğu yadsınamaz.  Aşağı yukarı cumhuriyetin ilk on yılı boyunca bütün tutarsızlıklarına, kararsız davranışlarına ve sola karşı uygulanan alçakça teröre rağmen aydınlanmacı bir anlayış sürdürülmek istenmiştir. Kürt ulusal sorunu karşısındaki gerici, baskıcı tavır, düzenin içeride ve dışarıda gerici ittifaklar oluşturmasını ve onları tahkim etmesini teşvik etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu, Türkiye’nin 1.D.Savaşı öncesinde İttihatçıların yaptıkları gibi, saf değiştirme hesapları yaptığı  yıllarda daha da  büyük, faşizan, karanlık bir gericilik hüküm sürmüştür.

Emperyalizm her zaman gireceği,  işbirliği yapacağı ülkelerde en gerici öğelere dayanır. Girdiği yerde kendisini tahkim etmesi, orada gericiliği tahkim etmesiyle koşutluk arz eder.

İslamcılarsa, daha modern siyasal oyuncular olarak zuhur ettikleri zamandan itibaren emperyalizme, cemaat düzenini esas alan monarşik hilafet rejimi altında entegre olmak istiyorlardı. Yani emperyalizme entegrasyon bakımından Ulusalcılar ve İslamcılar arasında bir niyet farkı yoktu. Sadece yol, araçlar, şekil konusunda farklılıkları vardı. Bu farklılıkların demokratik olanaklar bakımından önemsiz olduğu iddia edilemez. Elbette bu farklılıkların uluslararası bağlamla bağlantısı kurulmadan anlaşılması da olanaklı değildir. Bu ayrı bir konu. Ancak gerçek olan, farklı hareket noktalarına rağmen aynı yola çıkmış olduklarıdır. Yani bu bakımdan Vahdettin ve Atatürk farklı bir iş yapmamış oluyorlar.  Bu kazaen ortaya çıkmış bir durum değil. Kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmek gerekir.

Geçerken örnek olsun, Çin’de devrimcilerin başarısını ve dolayısıyla Çin’in bugünkü konumunda bulunmasını sağlayan önemli bir faktör, burjuva-demokrat Sun Yat Sen’in devriminden sonra onun partisi olan Kuomintnag’ın 1924’ten itibaren (henüz güçlü olmamalarına rağmen)  komünistleri dışlamayıp, onlarla koalisyon kurması, onları meşru siyasal oyuncular olarak tanımış olmasıdır. Sonuç olarak bu deneyimden bugünkü kapitalistleşme koşullarında dahi işbirlikçilik, yani emperyalistlere vasallık çıkmadı.

İslamcılık ve Ulusalcılık, her ikisi de,  kapitalizmi, burjuva düzenini, emperyalizme uyrukluğu öngörür. Dolayısıyla işçi sınıfı sosyalistleri karşısında her zaman ittifak kurarlar. Bir araya gelirler.

Bir cevap yazın