AKP rejimi, uluslararası bağlantıları, dayanaklarıyla birlikte eski rejimin bağrında, onun olanakları kullanılarak yaratıldı. Emperyalizm eski soğuk savaş lehine sona erince dünya hakimiyeti veya “tarihin sonu” adına bir stratejiyi uygulamaya koydu. Uluslararası emperyalist finans sisteminin kayıtsız koşulsuz dünya hakimiyetini öngören bir stratejiydi bu. Bunun için ulusal egemen devlet yapılarının tasfiyesini öngörülmekteydi.
Orta Doğu pilot uygulama bölgesi olarak seçilmişti. Bunun nedeni elbette bu coğrafyanın sahip olduğu enerji kaynakları ve bu kaynakların ABD egemenliğinin başlıca ekonomik aracı olan ABD dolarıyla olan yaşamsal bağlantısıydı. Orta Doğu, başta Çin gibi yükselen bir ekonomi olmak üzere, ABD’nin başlıca rakipleri olan Avrupa ve Japonya’nın enerji ihtiyaçlarını büyük ölçüde temin ettikleri coğrafyadır. ABD bu bölgeyi kontrol ederek rakiplerini, olası rakiplerini de kontrol edebileceğinin hesapları yapıyordu. Halen de yapıyor.
Bunlar biliniyor. Uzatmayalım. ABD bu stratejinin gerçekleştirilmesi adına savaşı, iç savaşları, terör faaliyetlerini göze almış, hesaplamıştı. Bu doğrultuda kullanacağı araçlarını özellikle 70’li yılların sonlarından itibaren bariz bir şekilde dizayn etmeye başlamıştı. Daha doğrusu temposunu bu yıllardan itibaren hızlandırmaya başladı.
Yetmişli ve seksenli yıllarda Amerikan hegemonyasının sönmekte olduğuna dair yapılmış ABD menşeli akademik çalışmaların bir çoğuna bakılırsa, yeni bin yıla girmeden SSCB ve sosyalist blok çözülemezse, ABD hegemonyasının çözülmesinin kaçınılmazlığıyla ilgili iddiaların sıkça ortaya atıldığı görülür. Yine bu çalışmaların bir çoğunda, Amerika’nın ayakta kalabilmesi için parasalcı ekonomik modelin hakim kılınması ve dünya ekonomilerinin de buna koşut dönüşümler geçirmesinin zaruretinden söz edilir.
Tabii bu analizlerin bir çoğu emperyalist saldırı anlayışını meşrulaştırmaya yarayacak gerekçeler üretmek adına yapılıyordu. Böyle olsa da, ABD’nin 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren ekonomik olarak zor koşullar içine girmiş olduğunu biliyoruz. 70’li yıllarda bu koşullar daha da ağırlaşmıştı. ABD sermaye çevreleri bunun SSCB’de olduğu gibi yapısal ekonomik bir sorun değil, sistemik bir sorun olduğunun farkındaydılar. ABD kapitalizmi, sürekli ve kaçınılmaz olarak birisinin ötekini davet ettiği sistemik stagnasyon/ finansallaşma kısır döngüsünden çıkamıyordu. Bunlar da biliniyor.
Zamana oynayan ABD, daha sosyalist blokun çözülmesi esnasında hamlelerini başlattı. Önce Irak, ve Almanya ve Fransa’nın fırsattan istifade etme girişimlerini bozmak adına, önceden hesapta olduğunu pek söyleyemeyeceğimiz, Yugoslavya saldırısı başlatıldı.
Dünya koşulları, bu arada, Türkiye gibi araç olarak kullanılacak vasal devletlerin henüz ihtiyaca yanıt verecek şekilde dizayn edilmelerinin tamamlanamamış olması hamlelerin sürekliliğini kesintiye uğratmıştı. ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki iki ana hedefi, tarihsel olarak bu bölgenin ele avuca sığmayan, dik başlı iki devleti, İran ve Suriye idi. İran’la savaştan sonra en zayıf halka haline gelmiş Irak sadece kolay bir girizgah ve sonrasında üs işlevi görecekti. Irak’ın her iki hedef ülkeye ve tabii NATO üyesi Türkiye’ye de komşu olduğunu dikkate alalım. O zaman Irak’ın bir özelliği de, müttefikleri olmayan, etrafıyla düşmanca ilişkilere sahip, içeride toplumsal dayanaklarını kaybetmiş bir ülke olmasıydı. Onun bu özelliği ABD’nin işini kolaylaştırmıştı.
Bugünkü Suriye operasyonu planlarının en geç 2001 yılında hazırlanmış olduğuna dair Amerikan medyasında çıkan yazılara internetten ulaşmak mümkündür. ABD’nin yanlışı, İran’ı ve Rusya’yı hafife alıp, Suriye’yi, Saddam Irak’ıyla aynı kefeye koyması oldu. Buna mukabil, Çin’i politik olarak gereğinden fazla ciddiye aldı. Çin’in dünya gücü olma veya hegemonik roller üstlenme potansiyeli olabilir ama vizyonu yoktur. Çin tarihsel olarak her zaman bir bölgesel güç merkezi haline gelmek ister. O kadar. Bu konuya daha eski yazılarımda değinmiştim.
Bu noktada bir şey ilave etmek isterim. Türkiye ve Suriye arasındaki gerilim 1980 darbesi sonrasında başlamamıştır. İki ülke arasındaki gerilimin tarihi, emperyalistlerin 2.Savaş sonrası Suriye ile ilgili emellerinin de tarihidir aslında. Suriye’de sömürgelikten kurtuluştan sonra iktidarı alan anti-emperyalist, anti-siyonist, laik-milliyetçi güçler, Orta Doğu’ya kötü örnek oluyorlar, bölgedeki bütün anti-emperyalist, anti-siyonist milliyetçi, hatta zaman zaman sosyalist hareketler için destek noktası işlevi görüyordu. Kısacası, Suriye 50’li yıllardan itibaren emperyalistler için, tabii onların bölgedeki karakolu Türkiye için de, baş ağrısı anlamına geliyordu.
Yukarıda sözünü ettiğim emperyalist dizayn çerçevesinde AKP rejimi yaratıldı. Parti olarak AKP değil ama AKP rejimi her zaman “eski rejim” in içindeydi. Bu bakımdan önü açıldı demek daha doğru olur. Bu rejim bir savaş aygıtı olabilecek şekilde dizayn edildi. Kısacası emperyalistlerin planladıkları savaş(lar) ihtiyacından doğdu. Onu yükselten esas olarak bu ihtiyaç oldu. İşe ordudan başlanması bu bakımdan tesadüf değildir. Ordunun dizaynın meşrulaştırılmasında liberal ve dinci kesimlerin zaten hazırda bekleyen desteği kolayca alındı(1)
Erken bir “Türk baharı” olan Bayrak Mitingleri’nin istismarı muhafazakar halk kesimlerinin sessiz galeyanına çanak tuttu. Bu mitinglere katılan halk ilericiydi, Cumhuriyet’in kazanımlarının elden gitmesinden kaygu duyuyordu. Yani katılanların kahir ekseriyeti samimiydiler ama organizatörlerin, istismarcıların başka hesapları vardı. Kullanıldılar. Sonraki “Ergenekon” ve “Balyoz”un ilk habercisi olan danışıklı “e-muhtıra” tam da seçim öncesinde devreye sokuldu. Böylece AKP rejiminin önü tamamen açılmış oldu.
Geçerken şunu hatırlatmak isterim, Haziran ayaklanmasıyla bu Bayrak Mitingleri arasında kitlesel talepler, katılan öznelerin kompozisyonu anlamında bir süreklilik olduğu yadsınamaz. Haziran’da, öncekinde eksik olan, sosyalist siyaset, sol talepler, sol militanlık sokaklara hakim oldu. O malum organizatörlere, istismarcılara bu kez ekmek çıkmadı. Sol siyaset tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar kitlesel bir meşruiyet kazandı. Üstelik de yaklaşık 40 gün hemen hemen ülke çapında sokaklarda döğüşerek. Üstelik de bir önderlikten mahrum olarak. Bir süre sonra halk sınıflarının daha önceki devrimci mücadeleleri gibi bunun da boşuna olmadığını, boşa gitmemiş olduğunu idrak edeceğiz.
Evet ne diyordum, AKP rejimi savaş ihtiyacından, emperyalist savaş şartlarında, isterseniz, onun öngününde oluşturuldu. Böyle olunca kaderi de şu ya da bu ölçüde (Suriye’de boyunu da aşan şekilde) dahil edildiği bu savaşların kaderine bağlı olacaktı. “Savaşla gelmişti, savaşla gidecektir” demek de mümkündür.
Bugün Türkiye devleti, Suriye’deki savaşın yitirilme sürecine girmiş olmasıyla birlikte panik halindedir(2). Savaşın emperyalist blok aleyhine sonuçlaması demek TC devletinin AKP rejimi altında çökmesi anlamına gelecektir. Elinde devleti çökertmiş bir rejim ve onun oyuncularının ağır bir bedel ödeyecekleri açıktır.
Yani AKP rejimi muhtemelen bir iç ve/veya dış savaşla tarih olacaktır. İşte tam da bu olasılık proletarya devrimcileri için eşsiz fırsatlar sunuyor. Eğer bu savaşı lehimize çeviremezsek, altın bir fırsatı kullanamamış olacağız. Bu durumda “vuslat” herhalde epey bir süre için ötelenmiş olacaktır. Eğer bir proletarya devrimiyle iktidarı alamazsak, bize kapitalist emperyalizmin atına koşulmuş başka bir “TC devleti” kakalayacaklar. Yani azap devam edecek. Hazırlanmak, en önce bu hazırlığı örgütleyecek yüksek siyasal akla ve cevvaliliyete sahip bir çelik çekirdeği oluşturmak lazım. Kavga şiddetlenmeden, sokaklara çıkılmadan saflar kalabalıklaşıp, sıklaşmaz. Zaman daralıyor.
NOTLAR
1) Daha önce de yazmıştım, (kendilerini “demokratik sosyalist”, “radikal demokrat”, “liberal anarşist” olarak sunan versiyonlarıyla) liberaller ve (kendilerini kemalist veya orducu sosyalist olarak tanımlayan versiyonlarıyla) ulusalcıların ordu hakkındaki görüşleri, ordunun kapitalist devlet aygıtı içindeki konumuyla ilgili olarak benzer bir akıl yürütme tarzından çıkıyor. Liberal taraf, ordunun devletteki işlevini olumsuzlarken, o devletin kapitalist, burjuva karakterine laf etmiyor. Orduyu eleştirirken, onun içinde yer aldığı, savunduğu düzeni savunuyor. O sınıflı düzenin eşitsiz, sömürgen, baskıcı karakterini “özgürlükçü demokrasi” kavramı altında gizliyor. Öte yandan ulusalcılar, en radikal versiyonlarıyla düzeni eleştirdiklerinde bile orduya toz kondurmuyorlar, onu aksaklıkların giderilmesinde motor rolü üstlenecek özne olarak sunuyorlar. “Cumhuriyet” kavramı altında gizlemeye çalıştıkları aynı düzenin teminatı, koruyucusu olarak görüyorlar. Kapitalist devletin bekasını her şeyin üzerinde tutuyorlar. Onlara göre, düzenin olumsuz, yanlış tarafları vardır, ama o düzenin üzerinde bir kurum olarak ordu her zaman temizdir ve “halkın” çıkarlarından yanadır. Yani ordu “halkın” ordusudur. Zaman zaman kötü yola düşürülmesi içindeki kimi “kötü paşa hazretleri” nin marifetidir. Her iki taraf da orduyu kerameti kendinden menkul, toplumsal sınıflardan, sınıfsal bir aygıt olan devletten bağımsız, her şeyin üzerinde durma kabiliyetine sahip bir kurum olarak görüyorlar. Eleştirilerini böyle bir bakıştan hareketle yapıyorlar. Bu arada, söz konusu iki yaklaşımla, yöntemle, Tanzimat’ın liberal ve ulusalcı iki kanadının akıl yürütme tarzları arasında tarihsel bir süreklilik olduğunu tespit etmek gerekir.
2) Bu yazıdan sonra 2 Şubat’ta internet haber sitelerinde bir haber vardı. Cenevre görüşmeleri ertelenmiş. S.Arabistan’a, tam bu görüşmelerin başladığı sırada Türkiye’den, aralarında başbakan ve karargah üniformasıyla genelkurmay başkanının da katıldığı bir ziyaret yapıldı. S.Arabistan ve Türkiye, Cenevre’de yenilgi ve çöküşlerinin ilan edileceğini biliyorlar. Aynı sahada olduğu gibi, diplomasi de direniyorlar. Neden ordunun başındaki kişi savaş kıyafetleriyle söz konusu ziyarete dahil olmuştur? Artık TSK’nin cihatçıların müttefiki olarak sürdürdüğü bu savaşın NATO’nun savaşı olduğunu da, eğer NATO, ABD, Avrupa ülkelerinin açıklamalarına bakacak olursak, söylemek şu aşamada zordur. Veyahut bu savaşın giderek daha fazla S.Arabistan, Türkiye ve Katar’ın savaşı olmaya meylettiğini görmek gerekiyor. Bu ülkelerin Suriye sorunu etrafındaki faaliyetleri bir çok NATO üyesi ülkeyi ve NATO müttefikini de rahatsız ediyor. Dahası kaygulandırıyor.
Şimdi, günümüzün olayları ve geçmişin olayları arasında benzerlikler kurmak elbette tek başına bir şey ifade etmez. Bir analiz değeri de taşımaz. Gelgelelim, benzerliklere işaret etmek bugünün analizi bakımından zihin açıcı olabilir. Elbette tarihte hiç bir olay aynı şekilde tekrar etmez. Dolayısıyla aynı etkileri ve sonuçları yaratamaz. Benzerlik, aynılık değildir. Genelkurmay başkanının bu ziyareti Demokrat Parti devrinde, “Suriye krizi” etrafında, o zamanki genelkurmay başkanının NATO ve SSCB arasındaki antlaşmaya rağmen hükümeti adına gösterdiği direnişi veya çırpınışı çağrıştırıyor. O zamanki paşa, hükümetinin talimatıyla İsrail’e gitmiş, Suriye’ye birlikte saldırma planına destek aramıştı.