Sokak bekleniyor

İçinden geçtiğimiz, devrimci potansiyeli olan konjonktür aslında çok öğretici oluyor. Şahsen öğrenirken şaşırdığım da oluyor. İnsan kavrayışı için de “hareket bereket” olabiliyor.

Mesela, genelkurmay başkanlığı 27 Mayıs’tan sonra hiç yapmamış olduğu bir şeyi, Yassıada’da yargılanmış, itibarı düşürülmüş DP’nin gkurmay başkanı Erdelhun’u resmen mezarı başında anıyor ve bunu genelkurmayın resmi web sitesinden de açıklıyordu.

Tesadüflere hiç inanmayan biri olarak, gerçekten çok şaşırmıştım. Ülkemizin koşullarının DP’nin iktidar devri, özellikle ikinci ve son bölümüyle benzerliğine burada, daha önce, okuyucuyu bıktıracak kadar tekrar yaparak değinmiştim.  Beni asıl şaşırtan, basitçe, bir ülkenin mevcut koşullarının, o ülke tarihinin belli bir dönemiyle benzerlik gösterirken onun içinde yer alan, üstelik de koşulları değiştirebilecek, en azından etkileyebilecek makamda bulunan kişilerin, kurumların  bu benzerliği pekiştirmek gibi bir dertleri olmamasına rağmen, söz konusu benzerlik algısını güçlendiren davranışlar içinde bulunmaları değildi. İnsanları, kurumları bu davranışlara sevk eden kudretti.

Elbette doğa üstü bir kudretten söz etmiyoruz. Örneğimiz bağlamında, belli koşullarda ortaya çıkmış yasal zorunluluktan söz ediyoruz.  Beni şaşırtan zorunluluk dediğimiz gerçekliğin dinamizmidir. İnsanları,kurumları nasıl da belli davranışlara teşvik edebiliyor. Pes doğrusu!

Şaşırdım. Sonra biraz düşününce, aslında toplumsal yasaların fizik yasalardan öyle kolay kolay ayrılamayacağına karar verdim. Yani toplumsal yasalarla, fizik yasalar arasında yakınlıktan daha fazla bir şey, ortak bir mantık, işleyiş mantığı olduğunu idrak ettim. Elbette böyle olmalıdır. Fizik yasalara tabi doğada devinen insan toplumları  fizik doğayla ilişki kurarak, onu dönüştürerek, onu dönüştürürken kendilerini, yaşam şekillerini de dönüştürerek, varoluşlarını sürdürebiliyorlar. Verili doğa onları; onlar da, dönüştürücü faaliyetleriyle doğayı koşulluyorlar. Tek fark, toplumsal yasaların oluşmasında, işleyişinde toplumsal öznenin oynadığı rol.

Söz gelimi,”birleşik kaplar yasası” diyoruz. Fizik bir yasa olduğunu biliyoruz. Ancak toplumsal hayatımızda da işlerliği olan bir yasa değil mi? Güncel bir örnek olması dolayısıyla uluslararası kitlesel göçleri alalım. “Kavimler göçü” tarihin, dönemler bitiren, yenilerini açan bir gerçeği değil mi?  Aslında daha ilk okul sıralarında öğretmenlerimiz meselenin farkında olmadan anlatırlardı : ” Dünyanın büyükçe bir kısmında kuraklık, açlık baş göstermişti. Oralarda yaşayan sıkıntı içindeki  insanlar refahın yaşandığı bölgelere doğru kitleler halinde hareket ettiler”.  “Birleşik kaplar yasası” işliyor yani. Savaşlar, iklimsel değişimler vs aslında işin spektaküler kısmı. Öğretmenlerimiz anlatmamış olsalar da, arkalarında sınıf kavgalarının olduğunu yaşayarak öğreniyoruz.

Siyasete bakalım. Yine güncel olsun, Cemaat olayı mesela. Suriye’de, Türkiye’ye yüklenmek istenen ve Reyhanlı patlamasıyla ilan edilen yeni rolün altını kalın çizgilerle çizen  emperyalist hamlenin tetikleyicisi olduğu 2013 Haziran’ı emperyal güçlerde bir tedirginliğe neden oldu. Tam da önemli işgalci gündemin orta yerinde, “model Türkiye” patladı.

Cemaat, taşıyamayacağı kadar büyük bir iktidarın sahibi olmuştu. AKP ile koalisyon yaparken, daha doğrusu onu en başından örgütlerken, partiyi, Tayyip’i şu ya da bu aşamada tamamen kontrol altına almayı,  zamanı gelince de sırtından atmayı hesaplamıştı. Eğer partiden ve Tayyip’ten bir direniş gelirse, göz önünde olmayan sahip oldukları reel devlet iktidarını devreye sokarak bu direnişi etkisiz hale getirebileceklerini düşünmüştü. Öyleyse, devletin içindeki her engeli etkisizleştirmesi, onun bütün kilit noktalarına yerleşmesi şarttı. Zaten ABD de hükümetle esas olarak onlar üzerinden temas kuruyordu.

Aslında Tayyip Erdoğan da bu durumun farkındaydı. Ancak Cemaat’e karşı hamle yapabilecek durumda değildi. Daha doğrusu, hâlâ ona ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Haziran ayaklanması kaçınılmaz olan çatışmanın beklenmedik bir zamanda yapılmasına neden oldu. İki taraf da korkuya kapıldı. Korku, güvensizliğe yol açtı. Cemaat, “ilk vuran kazanır” hesabıyla hamle yaptı. Olmadı. Sadece polisle, hakim ve savcıyla iktidar alındığı nerede görülmüş? Üstelik ciddiye alınacak bir kitleniz dahi yoksa. Yani sokakta yoksanız. O şartlarda, mühürü tutan yine sultanlığa devam etti. Emperyalist siyaset, sinikçe de olsa, güce saygı duyar.

Şimdi bu noktada, yazıyı yazmaya başlarken planlamamış olduğum uzun bir parantez açmak istiyorum. Lenin bunu ta “Ne yapmalı?” günlerinde fark etmişti. Mesele mührü kapmakta ama kaptıktan sonra da akıllı hareket etmekte. Sınırları, gücü, kapasiteyi iyi analiz etmekte. Sadece lokal değil, globalle bağlantısı içinde, eşzamanlı olarak, somut durumun somut analizi.

“Brest Litovsk”, “savaş komünizmi”, “NEP”. Lenin iktidarı bu üç başlık altında tutabildi. Lenin’den sonraki son büyük komünist veya leninist Stalin de, “tek ülkede sosyalizm”, “sanayileşme ve kollektifleştirme” ve “büyük anayurt savaşı” başlıkları altında sosyalist iktidarı sürdürdü. Lenin devrinde düşman, yeni rejime göre, esas olarak, dışsaldı ve gayet net olarak ortadaydı: işgalci emperyalist devletler, eski rejimin taşıyıcısı işbirlikçi burjuvazi ve işbirlikçi feodalite.

Stalin devrinde, yeni kurulmakta olan sosyalist düzen içeriden kendi “yeni” sınıf işbirlikçilerini kaçınılmaz olarak yaratacaktı. Kuruculuk toplumsal-ekonomik bir faaliyettir. Doludan boşa aktarma yapmaktır. Devrim mağdur etmeden mamûr edemez.

Gerçekte “sağ” ve “sol”  muhalefet diye ayrı ayrı iki muhalefet yoktu. Farklı görünümleri, sunuluşları içinde tek bir muhalefet vardı.Ancak onunla mücadele edenler açısından ikiye bölünmesi (mücadelenin zamanlaması için zaruretti) taktik gereğiydi. Bunu ekonomi-politik önceliklerin planlanması başlığı altında ele almak da mümkün. Veyahut, isteyen bununla bir koşutluktan söz edilebilir. Muhalefet söz konusu olduğunda, solu da sağı da özsel olarak farklı bir şey istemiyordu. Başında bir Napolyon taslağı olduğu halde, bir taraf, “dünya devrimi” diyor, bunu “alameti farikası” yapıyor, SSCB’nin bu devrimin lojistik tedarikçisi işlevini üstlenmesini talep ediyordu. Sağdaki diğeri, SSCB’nin bir çevre ülkesi olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerin tedarikçisi olması gerektiğini vaz’ ediyordu. İkisi de sanayileşmeye, kolektivizasyona karşıydı. Yani sözde sosyalizm adına üflenmiş palavra gerekçeler arkasında, sosyalizm kuruluşuna muhalefet ediyorlardı. İkisi için de sosyalizmin zamanı değildi.

Soldakinin hiç şansı yoktu. Sovyet topraklarındaki emperyalist işgal, “dünya devrimi” olmadan mağlup edilmiş, biraz sonra da Almanya’daki devrim yenilmişti. Bu “sol”, reel değildi. Kitlesi yoktu. Cemaat gibi partide, devlette stratejik konumları ele geçirmeye oynuyordu. Sonuç olarak, özellikle de (hiç inanmadığı geri kapitalist ülkeler yerine, devrim beklediği)  gelişmiş kapitalist ülkelerde, izole “entelektüel çevre”ler olmaktan öte gidemedi.

Sağdaki,  reel bir güçtü. İhmal edilemeyecek kadar güçlü toplumsal-sınıfsal tabanı vardı. Sosyalist kuruluş devrinde, anlaşılır nedenlerden dolayı,  tam bir odak veya sığınak haline gelmişti. Gününü bekliyordu. Bu bakımdan, bizdeki yeni rejimin bağrında gelişen “laik cumhuriyetçi kemalistler” ve “Türk-islamcılar” arasında esas olarak politik olan çekişmeye referans veren  ilişkiye benzer bir ilişkiden söz edilebilir. Ancak Sovyetler’ deki çekişme esas olarak ekonomikti. Sovyetler’de de sosyalist “devlet sınıfı”, Türkiye’deki  kemalist “devlet sınıfı” gibi yeni rejime inancını ve sadakatini yitirmişti. Uzatmayalım. Sağ muhalefet, Sovyet iktidarını 1956’dan sonra adım adım içeriden yükselerek ele geçirmeyi başardı. Mesela, Gorbaçov, daha politbüroya seçilmeden önceki yıllarında  Bukharin ve NEP devri üzerine etütler yapmıştı. SSCB’yi tasfiye etmeyi değil, NEP’e dönüş yapmayı planlıyordu. Perestroika’nın siyasal içeriği Bukharin’e dönüştü. Kaçınılmaz olarak planlayıcılarının elinde patladı.

O zaman, Çin’deki Deng’in örnek alınmasını isteyenler, Çin’de daha önce bir NEP’in yaşanmamış olduğunu ( ya da isterseniz sürekli bir NEP hali bulunduğunu- her ikisi de doğru olacaktır), Çin’de sosyalizmin de kurulmamış olduğu gerçeğini görmüyorlardı. Çin’de sosyalist bir devrim olmadı. Deng söz konusu olduğunda, Deng’in, Çin’de daha önce hiç tecrübe edilmemiş, daha organize, kapitalist dünyaya entegre, gelecek adına, yüzü kapitalizme dönük,   ve daha planlı ama pragmatik   bir tür NEP dönemini başlatmış olduğu kabul edilebilir. Kabaca 1949-1979 arası dönem uzun sürmüş bir tür “savaş komünizmi”  devri olarak görülebilir. Deng’ten önce Çin’de kollektifleştirme vardı. Ancak kayda değer bir sanayileşme programı uygulanmamıştı. Kollektifleştirme esastı. Anti-feodal bir devrimin temel vaadiydi. Yani kolektifleştirme ve sanayileşme sosyalizm kuruculuğu açısından tatbik edilmemişti. Mao dönemindeki Çin’in sosyalizm adına siyasallaştırılmış, yani somut programatik  bir gelecek vizyonu yoktu. Günlük yaşanıyordu. Salınımlar kaçınılmaz oluyordu. Bu hali ideolojik haklı çıkartmalardan değil, o zamanki somut maddi süreçlerden hareketle okumak doğru olur.

Çin bayrağı da, Çin yönetiminin düşüncesini, isterseniz, kararsızlığını yansıtıyor zaten. Bayrakta, devrimi simgeleyen büyük yıldızı çevreleyen dört küçük yıldız, dört sınıfı, işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi ve burjuvaziyi simgeliyor. Sosyalizmin böyle bir bayrağı olabilir mi?

Bayraktan açılmışken, Sovyetler Birliği bayrağı, 1924’e kadar, hâlâ “dünya devrimi” beklendiği, bunun merkezinin de Almanya olacağı sanıldığı için sonraki anlamından farklı bir şeyi sembolize ediyordu. Orak, Rusya köylüsü; Çekiç, Alman işçi sınıfı anlamına geliyordu.  “Tek ülkede sosyalizm” dönemi Alman devriminin kesin bir yenilgiye uğradığı 1923 sonuna kadar, zihinsel hazırlığı epey önceden yapılmış olsa da, gündemde değildi. Bununla birlikte, yanılmıyorsam, 1936’ya kadar “Ekim Devrimi” yıldönümlerinde, bayram “dünya devrimin ilk günü” alt başlığı altında kutlanmış, sonrasında bu alt başlık atılmış, “Büyük Ekim Devrimi” başlığı tek başına kullanılmıştır.

Özcesi, “tek ülkede sosyalizm” siyaseti, sadece emperyalistlerin hışmına uğramamış, o zamana göre anakronik bulunabilecek bir kavram kullanmak gerekirse, “dünya devrimi” belagatine sarılan ve ona sarılma ihtiyacı duymayan versiyonlarıyla, Rusya’yı bir “üçüncü dünya ülkesi” haline getirmeyi tasarlayanlar tarafından da ihanet gibi görülmüştü. Parantezi kapatıyorum.

Dönelim mevzumuza. Cemaat devlet içinde güç kazanmak adına iktidara fazla abandı. Orantısız ölçüde iktidarla  doldu. Bu gücün boşaltılması gerekecekti. Öyle de oldu. Eğer Haziran’a baştan sahip çıkmış, Tayyip’in karşısına o zaman dikilmiş olabilseydi, işin rengi değişebilir miydi? Değişebilirdi. Peki, bunu yapabilir miydi? Yapamazdı. Yani zorunluluk koşulları, isterseniz fizik şartlar,  bize istediğimiz gibi hareket edebilme özgürlüğü tanımıyor. Zorunluluğu kavrayamadığınız zaman esaret başlıyor. Şartlara esaret…Duvara doğru itiliyorsunuz. Artık bütün yapabildikleriniz, çırpınmak mesabesinde.

Şimdi sıra Tayyip’e geldi.  Mühürü kullanmayı bilmezsen, zorunluluğu kavramayamazsan, gidersin. Aslında Tayyip’in macerası fiilen 2013 Haziran’ında bitmişti. Cemaat, parlamento muhalefeti ve tabii Kürt siyaseti ona dört elle sarılmış oldukları için (halen de böyle) gitmesine izin vermediler. Emperyalist siyasetin de boşluğa tahammülü yoktur tabii. Artık bu miyadını doldurmuş koalisyona (herhalde kolayca dış olduğunu söyleyemeyeceğimiz) IŞİD faktörü de dahil oldu. Hep birlikte bir “kaybedenler kulübü” kurdular.

Bu koşullarda, iç güçler bu kulübü tasfiye edemezse, kaçınılmaz olarak dış güçler devreye girip kapların boşalacağı, nispeten dengeleneceği koşulları (muhtemelen içerideki bağlantılarını da devreye sokarak)  başlatacaklardır. Emperyalizmin bütün beyninizi ele geçirmiş, düşünme  yetilerinizi dumura uğratmış olduğu şartlarda, sizde sadece kımıldayacak mecal değil, zaten kendisinin size açmış olduğu alanda kımıldayacak yer de bırakmaz. Malum, fille yatağa girmenin bir bedeli oluyor.

Şimdi hiç şüphe yok ki, AKP rejimi ve Erdoğan’ın çırpınmakta olduğu şu koşullarda AKP’nin dahil olduğu uluslararası bağlam da dahil dünya, çok sorunlu bir bölgede, kapasitesinin üzerinde iktidar yüklenmiş bir adamı daha fazla taşıyamaz. Bu kabın boşalması gerekiyor. Kıvılcımlar, sokağı harekete geçirecek kıvılcımlar bekleniyor.Bunun için hamleyi Rusya’nın yapması mı isteniyor?

Bir cevap yazın