Türkiye devrimci sosyalistleri emperyalist vesayeti reddetmelidir

Ecnebi medyada Fransa saldırıları tartışılıyor. Oradaki “ana akım” tabir edilen medya, büyük ölçüde, çarpıtmalar, yanlış yönlendirmeler,  hedef şaşırtmalarla tartışmayı sürdürüyor. Emperyalist sermayenin medyasının, yakın geçmişte saygınlıkları tartışma konusu dahi yapılmak istenmeyen  emperyalist medya organlarının emperyalist siyasetin isterlerine nasıl adapte olduklarını görüyoruz.

Aynı, geçmişte  yere göğe sığdırılamayan burjuva demokrasileri gibi. Bugün emperyalist batılı devletlerin ve onların vasallarının terörist, işgalci karakterleri artık kanıt gerektirmeyecek kadar açıkken onların medya organları bu açık seçikliği örtmek adına incir yaprağı işlevi görecekler tabii.

Fransa’daki son terör eylemlerini, İran-ABD antlaşması, Rusya müdahalesi, mülteci sorunuyla birlikte bu yeni konjonktür içinde değerlendirmek gerekir. Mevcut durum devam ettiği sürece, bundan sonra olabilecek benzer saldırıları da aynı çerçevede analiz etmek gerekir.

İran antlaşması, Rusya müdahalesi, ABD yönetimi içindeki bölünmeleri, görüş ayrılıklarını daha da derinleştirmiş, bu bölünme ABD’nin emperyalist ortakları ve vasallarını da kat etmiştir. Obama, İkinci Dünya Savaşı sonrasında,   ABD tarihinin Jimmy Carter’dan sonraki en zayıf başkanıdır. Giderayak başına iş aşmamak adına yönetimdeki bölünmede şahin olmayan kanada tutunmaya çalışmaktadır.

Fransa, Libya saldırısından sonra gözünü karartmış, Libya’da alamadığını Suriye’de almak hesapları yapmıştır. Elbette Fransa’nın bu arzusu, farklı nedenlerle Suriye yangınını çıkartmış, farklı çıkarları adına onu körüklemekte olan arkaik petrol monarşilerinden oluşan bölge ülkeleri tarafından teşvik edilmiş, Fransız devleti de, aynı Türk devleti gibi, bu doğrultuda terörist angajmanlara girişmeye, kirli yükümlülükler altına   girmeye itilmiştir. Hiç şüphesiz bu angajmanların gerçekleşmesinde sadece büyük sermaye gruplarına sunulan “ekonomik fırsatlar” değil, onların temsilcileri olan liderlere, siyasetçilere verilen parasal ve/veya mesleki rüşvetler de önemli bir rol oynamışlardır.

Bu angajmanların yerine getirilmediği, tereddütlerin oluştuğu koşullarda malum uyarı,  ikna araçları devreye sokulmuştur. Fransa, Rus müdahalesine kadar Suriye’de şahinlerden kopmamış, onlarla aynı hizada kalarak sömürgeci beklentilerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hatta emperyalist müttefikler arasında neo-con düşüncelere en bağlı ülke olmak gibi bir özelliğe de sahiptir.

Gelgelelim, Rus müdahalesi sonrasında oluşan durum, Fransa’yı, Libya’dakine benzer bir düş kırıklığını yeniden yaşamamak adına  angajmanlarını gözden geçirmeye sevk etmiştir. İran antlaşmasıyla başlayıp, Rus müdahalesi, mülteci kriziyle süren bu son gelişmelerin Fransa devleti içinde  görüş ayrılıklarına yol açmamış olması mümkün değildir.  Bu farklılıkları Paris saldırıları sonrasında hükümet tarafından yapılmış olan açıklamalardan, atılan siyasal adımlardan da anlayabiliyoruz. Soruşturmanın seyri içinde dışa vurulan resmi kurumsal davranışlar da bu bakımdan zihin açıcı oluyor.

Mesela, Fransız istihbaratının olayı karartma, yönlendirme çabaları içinde olduğu kimi düzen yanlısı medya organlarında yapılan tartışmalarda dahi telaffuz ediliyor. Daha önce söylemiş olduğum gibi, böyle bir açık meydan okuma, savaş ilanı mesajı içeren saldırının emperyalist istihbarat organları, en azından onların dahilindeki belli klikler tarafından önceden bilinmemesi olanaklı değildir. Bir Fransız gazeteci, olaydan bir kaç gün önce Fransız güvenlik güçlerinin  benzer bir saldırı simülasyonunu Paris’teki büyük bir hastanede gerçekleştirmiş olduğunu tespit etmişti. Yani bir tatbikat dahi yapılmış.

Olay sonrası gelişmelere baktığımız zaman, bazı klişe açıklamalara rastlıyoruz. Bu bir çok gazetecinin de dikkatini çekmiş, çekmemesi de mümkün değil. Bu tür olaylar sonrasında olay yerinde saldırganlar tarafından düşürülmüş (!) pasaportlar ya da kimlik cüzdanları bulunuyor. Hatırlarsak, Charlie Hebdo olayı sonrasında da terk edilmiş bir araçta, iki kardeş teröristin aracı terk ederlerken düşürdükleri (!) kimlikler bulunmuştu. Oradan hareketle failler kesin olarak tespit edilebilmişti. Sarkozy devrindeki terörist Merah’ın saldırısı sonrasında da saldırganın kimliği bulunmuştu. Kimlikler de ne hikmetse genellikle gıcır gıcırdır. Yine hatırlayalım, ABD’deki 9/11 tezgahı sırasında da her şeyin yüksek ısı dolayısıyla eridiğinin iddia edildiği şartlarda (İkiz Kuleler’in dahi yüksek ısıya dayanamayıp erimiş oldukları söylenmişti) ne hikmetse,uçağın enkazı arasında yine böyle gıcır gıcır kalabilmiş pasaportlar bulunmuş, bunların saldırganlara ait olduğu kesin bir dille ilan edilmişti.

Fransız polisinin bu bulguları ve içerdikleri bilgileri medyayla paylaşması  sonrasında, bir Fransız gazeteci haklı olarak, “en sıradan bir hırsız bile işini yaparken kimliğini, hele gerçek kimliğini yanına alacak kadar salakça bir iş yapmaz” diyerek tepki veriyordu.

Paris olayı sonrasında çoğumuz, “yav teröristler bakımından aleyhte  önemli sonuçları olacak asıl gelişme, Rus müdahalesidir. Peki neden bu saldırı Moskova’da olmamıştır? ” şeklinde bir soru etrafında düşünemedik.  Yani “bu işten kim kazançlı çıkar” (1) sorusundan önce sormamız gereken soru o olmalıydı. Özcesi, neden Fransa ?

Bu sorunun yanıtını yukarıda konuya girerken genel bir çerçeve içinde vermiş olduğumu düşünüyorum. Ek olarak, Fransa’nın özellikle 2013 yılından itibaren yakın bir çıkar ilişkisi içine girmiş olduğu IŞİD’in işgali altındaki bölgede bir tür devlet kurmuş olduğunu kabul etmek gerektiğini de belirtmek isterim. Bu devletin fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlayan önemli gelir kaynakları var. Bununla sadece petrol monarşilerinden gelen parayı kast etmiyorum (Bu arada, Katar’ın IŞİD’e parayı, hisselerinin çoğu kendisine ait Exxon-Mobil şirketi kanalıyla vermekte olduğu ecnebi medyalarda bir çok kez  yer almıştı). IŞİD devletinin kendi olanaklarıyla yarattığı veya kullanabildiği üç önemli gelir kaynağı daha var: Irak ve kısmen de Suriye’den çaldığı ham petrol; tarihi eser kaçakçılığı ve Afganistan ‘dan Taliban ve ABD işgal güçleri aracılığıyla temin edilen uyuşturucunun Türkiye üzerinden Avrupa pazarına taşınması (Bugün Avrupa piyasalarına arz olunan uyuşturucunun en az yüzde 80’i Afganistan menşelidir).

Bu üç gelirin elde edilmesinde Türkiye önemli bir transit ülke konumundadır. Yani Türkiye, söz konusu olduğunda, sadece savaşçılara terimin geleneksel anlamında verilen lojistik hizmetler önem taşımıyor.  Tekrar edelim, bu “ekonomik trafik” bakımından Türkiye olmazsa olmaz bir rolü yerine getirmektedir. Türkiye ekonomisine son yıllarda dahil olan “kaynağı belirsiz sıcak para” nın (en azından kısmen) bu trafikle alakalı olduğu tahmin edilebilir.

Buradan şöyle bir sonuç da çıkıyor: Aslında Fransız devleti, aynı Türk devleti gibi, IŞİD devleti nezdinde de angajmanlara girişmiştir. Yükümlülükler üstlenmiştir. Yani Paris terörünün arkasında IŞİD’in olduğu ilan edilirken aslında bu devletler arası angajman gözlerden saklanmak isteniyor. IŞİD tarafı ısrarla bunun altını çizmesine rağmen.   IŞİD, örtük olarak Fransa’yı aralarında akdedilmiş  antlaşmaların gereğini yerine getirmemiş olmakla itham ediyor. Biraz ileride Türkiye’yi hedef alacağı vakit de muhtemelen benzer iddiayı dile getirecektir. Hiç şüpheniz olmasın!

Bir de, dikkat edilecek olursa, bu son Paris saldırıları önceki cihatçı saldırılarının hepsinden şekil olarak farklıdır. Çok açık bir savaş ilanı, meydan okumadır. Rastgele hedefler, “kör terör” tabir edilen yöntemlerle vurulmuştur. Mesela, C.Hebdo olayında (2) olduğu gibi belli hedefler, kişiler seçilmemiştir. Ya da Suruç’ta, Ankara’da olduğu gibi basit, ilkel “canlı bomba” araçlarına baş vurulmamıştır (3). Fransız polisi halen canlı bombaların kullanıldığını  (Canlı bomba olduğu iddiasıyla fotografisi yayınlanmış bir kadının canlı bomba olmadığı da bir kaç gün önce açıklandı) iddia ediyor. Yani kullanılmışsa da, bunun ağırlıklı bir araç olarak tercih edilmemiş olduğu açıktır.

Olay, Fransız devletinin muhatap aldığı  “IŞİD devleti” karşısında acz içinde olduğunu, IŞİD’in uluslararası operasyonel kapasitesini  kanıtlamak, gözler önüne sermek gayesiyle planlanmıştır. İşin IŞİD kısmını böyle görmek eğilimindeyim. Başarısında çok kuvvetle muhtemeldir ki, angajmanlara bağlı kalmak eğilimindeki Fransız DGSE de dahil olmak üzere,   belli başlı istihbarat, veya daha genel olarak, güvenlik birimlerinin katkısı olmuştur.

Fransa’nın Suriye’de Ekim ayına kadar sadık bir şekilde dahil olduğu, S.Arabistan, Katar, BAE, Türkiye gibi ülkeleri de ihtiva eden, ABD yönetimindeki neo-con unsur tarafından da desteklenen ittifak, Rus bombardımanı, onunla birlikte yürütülen Suriye ordusu ve Hizbullah’ın kara harekatı sonrasında Fransa’nın tereddütleriyle sarsılmıştır. Fransa’nın yeni şartlarda, kendi başına inisiyatif alması herhalde söz konusu ittifak içinde Rus müdahalesinden daha fazla tepki yaratmıştır.

Fransa, ABD’deki Obama tarafı ve Rus müdahalesi arasında emperyal beklentilerinin gerçekleşmesine hizmet edecek bir çıkış yolu aramıştır. Herhalde sözü edilen ittifakın kabullenemeyeceği hamleler yapmıştır. Esad’lı çözümü, lafzen de olsa,  bu kadar hızlı kabullenmesi, bir siyaset değişikliğinin daha önceden düşünülmüş,tartışılmış olabileceği kanaati uyandırıyor.

Tereddüt eden Fransa, Kürt kartına sarılmıştır. Bölgede bir Kürt nüfuz bölgesi ya da bir Kürt kolonisi, isterseniz, “manda yönetimi” oluşturma hesapları yapmaya başlamıştır. Fransa’nın bu inisiyatifi söz konusu ittifakın bütün bileşenlerini, bu arada, IŞİD devletini de rahatsız etmiştir. Çünkü Kürt bölgesi olarak ilan edilen coğrafya (Aslında Kürtler o coğrafyada azınlıktır. Bizim Kürtçülük afyonuyla uyuşmuş, Suriye’nin kuzeyi söz konusu olduğunda, mitolojik bir kurgusal coğrafya tasavvurundan hareket eden solculara gel de bunu anlat!) IŞİD’in nefes borusu anlamına geliyor. Sanıyorum, Fransa’nın söz konusu hamlesi Paris olaylarının sahneye konulmasında büyük rol oynamıştır.

Öte yandan, son zamanlarda, Türkiye’nin eski müttefiki olan bölgedeki Kürt unsur YPG, IŞİD ve Türkiye’nin geçmişte bir müddet aynı ittifak içinde yer almış olduklarını unutmayalım. “Barış süreci” esas olarak bu olanağı temin etmek adına gerekliydi. IŞİD’in o zaman var olup olmaması önemli değildir. Bir vekalet savaşı zaten sürdürülüyordu. Kürtler de bu savaşın askerleri olarak görülüyordu. Hatta o zaman cihatçıların bir çok Kürdü öldürmüş olmalarına rağmen  (PKK’ye yakın Kürt liderlerden birisinin oğlu da bu kurbanlar arasındaydı) sahadaki bu ittifak bozulmamıştı.

Geçerken şunu da söylemem lazım: “Öcalan’ın iadesi” ve “barış süreci” arasında, emperyalist siyaset açısından oynadıkları roller bakımından bir benzerlik, koşutluk olduğunu inkâr edemezsiniz.

Bugün de aslında Suriye Kürt hareketinin ağırlıklı bir kesimi ve IŞİD, Türkiye aynı jeo-politik emperyalist ittifakta yer alıyorlar. Bu durum bunların aralarında tepişmelerine mani değildir. Böyle bir coğrafyada, böylesine karmaşık ittifak şartlarında bunun olmaması mümkün değil. Değerlendirme bakımından önemli olan, emperyalist “büyük siyaset” nezdindeki konumdur. Yoksa, tepişmelerin üstesinden “ayar mekanizmaları” kullanılarak gelinmekte olduğunu artık şu kadar tecrübeden sonra öğrenmiş olmamız gerekir.

Hiç şüphesiz PKK bugün, aynı TC devleti gibi,  emperyalist siyasetin sözcüsü haline gelmiştir.  Sabri Ok’un, daha önce başkalarının da çıkıp, Suriye’nin üç etnik veya dinsel gruba ait olacak üç ayrı nüfuz bölgesine bölünmesini talep etmiş olması bunun açık kanıtıdır. PKK, emperyalist siyasetin ihtiyaçlarına göre düşünüyor, talep ediyor. Bu üç bölge hiç şüphesiz kolonyal bir karaktere sahip olacaklardır. Aksini iddia,  bizi enayi yerine koyma teşebbüsü olur.

Bu durumda  halen komünist siyaset adına çıkıp, bu emperyalist siyasetin siyasetsizleştirmiş olduğu Kürt gruplarını “dost” ilan etmek, ” içlerinde dostlarımız var ama…” şeklinde cümleler kurmak yakışık almıyor (4). Kürt siyaseti, “Bağımsız Kürdistan” mümkün olursa, orasını da aynı şekilde “etnik ve mezhepsel” temelde nüfuz bölgelerine ayıracak mı? Bunlarla siyasal, ideolojik kavga, anti-emperyalist mücadelenin gereğidir.

Bu arada, dikkat edilirse, artık oportünistler  “Kürt ulusal hareketi” yerine  “Kürt özgürlük hareketi” demeyi tercih ediyorlar. Kaçınılmaz olarak “liberal” bir söylemin bileşeni olan etnik-kimlik siyasetini, marksist-leninist ulusal demokratik siyaset yerine ikame ediyorlar. Batı’da bu tür söylemin daha fazla itibar gördüğünü de biliyoruz.  Bunun “demokratik emperyalizm”  ya da “demokratik modernite” anlayışıyla sorunu olmayan bir yaklaşım olduğu açıktır. Bu bakımdan tutarlıdır.

Tekrar olsun, her ikisi de dahil oldukları ve maşa gibi kullanıldıkları emperyalist savaşı, “vatan savaşı” gibi, kendi ilerici ulusal savaşları  olarak sunan Türk ve Kürt ulusalcılıkları Türkiye devrimci sosyalist hareketinin kimyasını, karakterini bozmuşlardır. Onu emperyalist vesayet altına sokmuşlardır. Bu vesayeti sırtımızdan atmazsak, kitlelerden dışlanacağız.

NOTLAR:

1) “Kimin yararına” (“Cui bono” ) sorusunu, aslında ilk kez Cicero,  İsa’dan önceki ilk yüzyıl içinde bir söylevinde,  “işlenmiş bir suç en çok kimin işine yarıyorsa, gerçek fail, ya da azmettirici de odur ” anlamında  kullanmıştı.

2) Charlie Hebdo olayı da İslamofobi’yi emperyalist çıkarlar adına istismar etmek için kullanılmıştır. Aslında saldırının doğrudan İslami gerekçelerle yapılmamış olduğunu o zaman ki yazılarımda ifade etmiştim. Charlie, ta 68’lerden itibaren emperyalizmin hizmetinde liberteryen bir çizgiye sahipti. Çok yakın zamanlarda Fransa’da yapılmış çalışmalar, Charlie’nin Fransız kültür endüstri dahilinde,  İslamofobi’nin üretildiği başlıca merkezlerden biri olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hatta bu amaç doğrultusunda, terör olayından kısa bir süre önce bir Orta Doğu ülkesinden (muhtemelen şantajla) 200 bin avro bağış aldığı dahi iddia ediliyor.

Medya aracılığıyla şantaj burjuva medyasının tarihi kadar eskidir. Mesela, kendisi de kariyerine yayıncılıkla başlamış olan büyük yazar Balzac’ın en önemli romanlarından birisi olan Sönmüş Hayaller’i (nedense 60’lardan sonra  yeni bir Türkçe çevirisi ve baskısı yapılmamış)  modern gazete, kitap, dergi sektörünün doğumuyla birlikte, nasıl şantaj, rüşvet, yandaşlık, “havuz medyacılığı” gibi olguların da eş zamanlı olarak ortaya çıkmış olduğunu yazarın kendi deneyimlerine de referans vererek işler.

3) Suruç ve Ankara patlamalarında IŞİD kullanılmıştır. Ancak bugün Paris saldırısıyla bundan başka bir benzerliği olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’deki patlamalar, muhtemelen Erdoğan’a bağlı MIT’in  talebiyle (yoksa, ricasıyla mı demek lazım) IŞİD piyonları tarafından gerçekleştirilmiştir. Birbirlerinin devamı olan bu olaylarla hedeflenen amaca ulaşılmıştır. Burada sadece MIT ve IŞİD değil, Kürt siyaseti de, şu ya da bu derecede,  önemli bir rol oynamıştır. Mesela, Fikri Sağlar’ın sormuş olduğu gayet anlamlı soru yanıtsız kalmıştır: Suruç organizasyonunu kim(ler) yaptı? O gençleri oraya kim (ler) götürdü? Şimdi MİT’le “barış süreci” pazarlıkları yapan  bir örgütten, “esir bir önderlik”ten söz ediyoruz. Öyle değil mi? Kürt siyaseti, Paris cinayetlerini dahi konuşmaktan kaçınıyor. Unutturmaya çalışıyor.

4) Bir kere ne HDP ne de CHP sosyal demokrat. Dünyada bugün sosyal demokrasi diye bir şey kalmadı. Sosyal demokrasi esas olarak, yani yapılabilir, sürdürülebilir somut bir siyaset olarak 2.D.Savaşı sonrasında, bir yandan rakip bir sosyalist dünya sisteminin ortaya çıkması; diğer taraftan, bunalım ve onu izleyen savaşın yol açtığı  yıkım şartlarında ihtiyaç duyulan ve Keynesçi olarak tabir edilen reel ekonomik uygulamalar sayesinde yükseldi. 60’ların sonlarına doğru hissedilen stagnasyon koşullarında, globalist parasal birikim modelinin devreye sokulmasıyla birlikte, sosyalist sistem gibi, onun da altı oyulmaya başladı. Bugün mevcut değil, olması için gerekli şartlar da yok. Zaten bugün ülkemizdekiler de  dahil olmak üzere  kurumsal anlamda böyle iddiayla ortaya çıkmış bir parti yok.

Bir proletarya sosyalisti bugün hiç  tereddüt etmeden  HDP’nin gerici, bundist bir parti olduğunu ilan etmelidir. Vitrinine serpiştirilmiş üç beş “dost” solcunun veya sosyalistin varlığı bu saptamayı geçersiz kılmaz. Dahası, genel olarak Kürt siyasetinin, TC devleti ve bütün siyasal bileşenleriyle birlikte AKP rejimi gibi, özsel olarak pasifize edilmiş, politikasız, politika yapma kapasitesi, iktidarı bulunmayan bir oluşum olduğunu tespit etmek gerekir. Reel hegemonik- emperyalist siyasete tabidirler. Bu anlamda “reel siyaset” i telaffuz etmektedirler. Onun hamlelerinden rol kapmaya çalışmak başlıca meziyetleri olarak görülmek gerekir.

Bir cevap yazın