ABD, Suriye’de ne bir kara operasyonu yapabilir ne de “uçuşa yasak bölge” ilan edebilir

Antalya’da Obama, İran antlaşmasıyla netleşmiş ABD tavrını açık bir şekilde tekrar ilan etti: Suriye’de ne kara operasyonu olacak ne de “uçuşa yasak bölge” oluşturulacak. ABD bunları yapabilecek durumda olmadığı için İran ve Rusya ile antlaşmak zorunda kalmıştı. Bu antlaşmalara ayak direyen  üç önemli ülke vardı: Fransa, Türkiye ve S.Arabistan.

Fransa, DeGaulle’cü dış politikasını terk ederek (1), “gün bu gündür” anlayışıyla, eski günlerdeki gibi, sömürge paylaşımından pay kapmak istedi. NATO’ya “tam üye” sıfatıyla geri döndü.  Libya’dan sonra Suriye’yi gözüne kestirdi. Olmadı.

S.Arabistan direniyor. Ancak daha fazla ileri gitmesine izin verilmeyecektir. Yemen’de batağa saplanmıştır. Petrol silahını daha fazla kullanması acılarını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Yemen’de ne ABD ne de çok bel bağlamış olduğu Mısır ona yardımcı olmuyor. Suudi krallığı çatırdıyor. Esad yönetimi Suriye’de kalınca Kral Salman’ın orada oturması mümkün olmayacak. S.Arabistan’ın bir anda İran ve Rusya’ya doğru can havliyle tutunmaya çalışması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Türkiye’ye gelince, en çok direnecek olan bölge ülkesi Türkiye’dir. Jeo-stratejiyi bir yana bırakalım. IŞİD, esas olarak Irak’tan, kısmen de Suriye’den  ham petrol çalıyor. Bu sayede yüz milyonlarca dolarlık gelir temin ettiği haberleri yabancı medyada epey bir zamandan beri yer alıyor. Peki, IŞİD bu ham petrolü kime satıyor? Hangi pazarlarda pazarlıyor? Elbette bu petrol cari dünya fiyatlarının altında bir fiyatla satılıyor. Mesela Türkiye bu petrolü satın alıyor mu? Başka bir soru, bu ham petrolü kim taşıyor? Kimin tankerleri taşıyor? Yani Türkiye’yi yönetenlerin IŞİD’le akçalı ilişkileri var mı? IŞİD’e “kazancı cazip” tıbbı hizmeti kim veriyor?

Türkiye IŞİD’e lojistik destek temin eden en önemli ülke. Bu biliniyor. Ancak aynı zamanda IŞİD’in çaldığı ham petrolün başlıca pazarının da Türkiye olduğu telaffuz edilmiyor. Yine, IŞİD’in de Türkiye’nin lojistik desteği kapsamında, Türkiye’ye Irak ve Suriye’de,  mal ve hizmet pazarı yaratmış olduğu açıktır. Yani IŞİD devleti ve Türk Devleti arasında ekonomik ilişkiler var.

Halen “orducu sosyalist” sahtekârlar, TSK’yı parlatıyorlar. Onların “ulusalcı” versiyonları ordudan medet umuyorlar. Dün ODATV’de, GKurmay web sitesine atıfta bulunulan bir habere göre, genelkurmay başkanlığı DP devrinin son genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun’u ölüm yıldönümünde mezarı başında anmış. Bu resmi anma  Erdelhun’un ölümünden sonra ilk kez oluyor.

Şimdi daha önceki yazılarda bir çok kez olaylı (Olaylı çünkü ana muhalefet lideri İnönü’nün bir çok yerde saldırıya uğradığı, miting yapamadığı, hatta bazı kentlere sokulmadığı bir seçim idi. DP için çok kritik bir seçimdi; CHP’nin seçimi kazanma ihtimalinin yüksek olduğu telaffuz ediliyordu) 1957 seçimlerinden söz etmiştim. Ve zamanımızla benzerliklerine işaret etmiştim.

Bu seçimler sonrasında DP hükümeti Suriye sorununu da kucağında bulmuştu. Durumdan vazife çıkartarak, giderek ağırlaşan ekonomik şartları düzeltme hesapları yapıyordu. Önce Eisenhower Doktrini çerçevesinde ABD’den verilen gazı aldı. Kraldan çok kralcı oldu. Tam saldırı havasına girmişti ki, Sovyet notası geldi. Nota, NATO’yu tedirgin etti. ABD geri adım atma ihtiyacı duydu. Yıl 1959’du. Ekonomi dibe vurmuştu (1958’de yüzde 330 devalüasyon olmuştu). Menderes başbakan. Bayar cumhurbaşkanı. Erdelhun gkurmay başkanı idi.

DP’ye savaş lazımdı. Öyleyse, DP’nin Suriye’ye girmesi gerekiyordu. Menderes ve Bayar’ın gkurmay başkanı planları hazırlamıştı. NATO “hayır” diyordu. Ha, 1958’de sadece cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonu olmadı. Önemli bir şey daha oldu. CIA, İsrail’in İran Şahı için ısmarlama kurmuş olduğu SAVAK, MOSSAD ve devrin MİT’inin TRIDENT adı verilen bir üst organizasyon altında faaliyetlerini birleştirmesini temin etmişti. TRIDENT bu üçlünün CIA tarafından doğrudan eşgüdümlenmesi anlamına geliyordu. Mısır, İran, Irak ve Suriye vak’alarından sonra ABD gayet tedbirli davranıyordu. Bir de Türkiye şokuna tahammül edemezdi.

ABD’yi ikna edemeyen Menderes son bir hamle olarak İsrail’in kapısını çalarak, Suriye’ye ortak bir operasyon teklifi yapıyordu. Hatta Erdelhun’un yanında bazı üst düzey generaller ve amiraller olduğu halde gizlice İsrail’e, TSK’nın hazırlamış olduğu işgal planlarıyla gittiği biliniyor. Dedim ya, bu kez ABD işi çok sıkı tutuyor, “Nuh diyor peygamber demiyordu”. Böyle olunca, İsrail’den olumlu bir yanıt alınamadı.

ABD, Menderes ve Erdelhun’a çok kızmıştı. İkisine de kesinlikle güvenmiyordu. Uzatmayalım, ağır ekonomik sorunlar, Menderes hükümetinin gerici, baskıcı politikaları, popülist politikaların sürdürülebilir olmaktan çıkması (Aslında daha  57 seçimleri öncesinde DP Türkiye’sinde işler iyi gitmiyor, sokaklar huzursuzlanıyordu. Bu yüzden içeride ve dışarda bir çok etkili çevre CHP’nin 57 seçimini kazanacağını tahmin ediyordu), en başta kentli orta sınıfların, emekçi sınıfların patlamasına yol açtı. Sokaklar karıştı. Bir önderlikten mahrum olan sokakların devrimini, TRIDENT’in hamlesiyle, Silahlı Kuvvetler çaldı. Sonrası malum. Sokağın ağzına bir parmak bal, “DP rejimi”ne devam, ama bu kez İnönü yönetiminde.

Suriye’nin işgal planını hazırlayan ekipte bulunan en üst düzeydeki  general ve amiraller şunlardı: Rüştü Erdelhun (Gkurmay başkanı), Cemal Gürsel (Kara Kuvvetleri Komutanı), Cevdet Sunay (Gkurmay 2.Başkanı ve 1960’da C.Gürsel’in Menderes’le ihtilafı nedeniyle kızağa alınmasından sonra Kara Kuvvetleri Komutanı) , Tekin Arıburun (Hava Kuvvetleri Komutanı)  ve Fahri Korutürk (Deniz Kuvvetleri Komutanı) . Bunlardan ikisi Menderes’e çok yakındı, tabii onun hesabına sonuna kadar bastırmışlardı. Erdelhun ve Arıburun’ dan söz ediyorum. . Menderes’le birlikte Yassıada’da yargılandılar. ABD sözü dinleyen, böylece “bizim çocuklar” imtiyazlı mertebesine yükseltilen öbür üçü mükafatlandırıldı. Sırayla, önce Gürsel, o ölünce, Sunay ve sonra Korutürk cumhurbaşkanı oldular. Bazı iddialara göre bu beşi birden İsrail’e giden heyetin içindeydi.

Bir hatırlatma: Sunay’dan sonra Demirel Tekin Arıburun’u aday göstererek rövanşı almak istedi. Olmadı. Korutürk lehine emir büyük yerden gelmişti. T. Arıburun, AP’den Cumhuriyet Senatosu üyesi ve bir süre de başkanı olarak kariyerini tamamladı.

Şimdi AKP’nin “yeni” genelkurmay başkanının Erdelhun’un mezarı başında anılması için talimat vermiş olmasını  manidar buluyorum. Tam da Tayyip’in “Suriye de Suriye, ille de Suriye”  savaş tamtamını bütün gücüyle çaldığı şu günlerde…

Bugün eğer ABD ve Türkiye IŞİD’i gerçekten Suriye ve Irak’tan çıkartmak istiyorlarsa, onun en önemli lojistik sahası olan Cerablus-Afrin hattını kapatırlar, bu iş bir aya kalmaz biter. IŞİD kağıttan kaplandır. Bu hattın kapanması demek, IŞİD’in Halep’i, İdlip ve Rakka’yı tamamen kaybetmesi anlamına gelir. Yani çökmesi anlamına gelir. Bunu bilmek için stratejist olmak gerekmiyor. Ortalama zekalı bir lise talebesi bile harita üzerinde manzaraya baktığı vakit bu gerçeği kavrar. Kimse kimseyi kandırmasın!

Şunu artık kabul etmek lazım, IŞİD, Suriye’den, Irak’tan kovulsa ne olur, Türkiye’de iktidarda değil mi? AKP/IŞİD siyasetine ancak sokaklar, emekçi, ilerici halkın ayaklanması son verir. Tabii burada mesele devrimi bir kez daha kaptırmamak.

Öyle ilçe binalarında üye kaydına gelecek insanları bekleyerek ne kadar bu olası akıbetin önüne geçilebilir bilemem. Doğrusu, mobil hale getirilmiş ilçelerin sendikalara, okullara, kitle örgütlerine, iş yerlerine gitmesidir. Örgütlenme, mevzi kazanma  esas olarak oralarda olur.

NOTLAR

1) “Ost-politik” in gerçek mimarı, veyahut Willy Brandt’ın habercisi olarak da görülebilecek DeGaulle,  NATO’nun tam üyeliğinden ayrıldığı ve bunda ısrarlı olduğu için en az 30 kez suikast girişimlerine maruz kalmış, sonrasında “demokratik emperyalizm” in manipüle ettiği 68’in “liberal solcuları” nın hedefi haline gelerek iktidardan düşmüştü. Fransız 68’lilerinin en büyük somut siyasal başarısı, “kazanım”ı bu olmuştur.

Bu vesileyle, liberalizmin (tabii “liberal” ya da “demokratik” emperyalizmin de) anglo-amerikan ideolojisi olduğunu, W.Wilson’ın, J. Locke’un 20.yy’daki siyasal pratik tezahürü olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim. “Wilson doktrini” ne, Sovyet Devrimi’nden biraz önce son şekli verilmiştir. Söz konusu doktrin,  “dünya devrimi” şiarı altında kurulan 3.Enternasyonal’e karşı zımnen “liberal enternasyonal” ilan etmişti. “Lenin doktrini”, 3.Enternasyonal için ne anlama geliyorsa, “Wilson doktrini” de bu zımni Liberal Enternasyonal için o anlama geliyor. Nitekim, Sovyet devriminden yaklaşık on yıl sonra zuhur edecek “Anti-komintern paktı” ndan önce söz konusu Liberal Enternasyonal, Sibirya’da karaya ayak basarak şansını denemek istemişti.

Laf Fransa’dan açılmışken, son saldırı bu yılbaşından beri “demokratik” Fransa’daki ikinci büyük terörist saldırı. Pekiy, siz her iki saldırı sonrasında Fransız parlamentosunun hükümetin Suriye, Irak, IŞİD politikalarını tartıştığını, bu konuda somut sonuçları olan bir oturum yapmış olduğunu hatırlıyor musunuz? “Biz oralarda ne yapıyoruz?” u tartışan bir parlamento var mı? Yok. Şimdi tekrar ırkçı “islamofobi” sakızı çiğnenecek. Ama bu söz konusu “siyasal islam” ın emperyalistler tarafından yaratılmış olduğu telaffuz edilmeyecek. Bizdeki “liberal acentalar” da burada aynı telden çalmaya devam edecekler.

Bir cevap yazın