Emperyalistler 2014 Eylül ayı başlarında Galler’deki NATO zirvesinde IŞİD’e karşı ortak mücadele yürütecek bir koalisyon oluşturulması yönünde karar almışlardı. Bu karardan bir kaç hafta sonra da Fransa inisiyatif alarak bölge ülkelerinin NATO ülkeleriyle koordinasyon içinde hareket edecekleri, esas olarak Irak’ta faaliyet gösterecek bir anti-IŞİD koalisyonu oluşturmuştu.
Bu koalisyonların ortak gayesinin, IŞİD tehdidine karşı dünya kamuoyunun dikkatini çekmek (Bu sayede IŞİD kasıtlı olarak adeta bilim-kurgusal, gizemli, sofistike, her şeye kadir bir organizasyon olarak sunuldu.Böylece genç, köksüz müslüman nüfus nazarında çekiciliği arttırıldı), IŞİD’in parasal ve lojistik kaynaklarını yok etmek (IŞİD’in parasal, askeri, lojistik kaynakları, destekleri apaçıktı, bu desteklere son verilseydi, IŞİD iki üç haftadan fazla varlığını sürdüremezdi) IŞİD’e karşı ortak askeri operasyonlar düzenlemek (Tersine IŞİD’in Suriye ordusu karşısında önünü açacak operasyonlar yapıldı) olduğu duyurulmuştu. Tabii asıl amaçları IŞİD bahanesiyle, Suriye ve Irak’ı işgal etmek ya da küçük “nüfuz bölgeleri” halinde bölmekti. Bu iki ülkeyi şu ya da bu şekilde kolonileştirmekti.
Rusya müdahalesine kadar, aradan geçen yaklaşık bir yıllık zaman içinde IŞİD’in geriletilmesi mümkün olmamış, söz konusu koalisyonların IŞİD’le savaşıyormuş gibi yaparak zaman kazanmaya çalıştıkları ortaya çıkmıştı. Hem emperyalist ülkelerin kendi içlerinde hem de kendi aralarında görüş ayrılıkları vardı. Emperyalist sistemin vasal bileşenleriyle sistemin efendileri arasında da sürtüşmeler olduğu görülüyordu.
“Kontrollü kaos” stratejisinin kontrolü mümkün olamıyordu. Batı ülkeleri aleyhine öngörülemeyen demografik sonuçlar doğuruyordu. Kontrol edilemeyecek kadar geniş boyutları olabilecek bölgesel savaş olasılığı ortadaydı. Olası bir savaşı göze alamayan ABD hükümeti, bölgedeki bu belirsizliği gidermek ve artan basıncı düşürmek adına İran’la anlaştı. Antlaşmayı yetkili kurullarında onaylattı. Böylece Rusya müdahalesi için koşullar da temin edilmiş oldu. Muhtemelen ABD ve Rusya arasında (en azından) bir tür zımni antlaşmaya varılmıştı.
Bu demek değildir ki, iki ülke karşılıklı olarak oturup madde madde, detaylı bir şekilde bir antlaşmaya vardılar. Muhtemelen Rusya’nın “ılımlı teröristler” e değil ama IŞİD’e karşı operasyon yapması, “ılımlı olmayan” cihatçıların belini kırması Obama yönetimi tarafından kabul edilebilir bulunmuştu. Ancak Rusya’nın daha öte adımlar atması olasılığı da herhalde ABD tarafından ihmal edilmiş değildi. Dahası, Rusya’nın bir noktadan sonra (elbette ABD’nin katkılarıyla) tökezleyeceği hesapları da yapılmış olmalıdır.
Rusya, Suriye, İran, Irak ve Hizbullah güçleri, NATO koalisyonunun bir yılda alamadığı mesafeyi bir kaç hafta içinde aldılar. Sahada arka arkaya başarılar kazanmaya başladılar. Bu gelişmeler karşısında, ABD ve müttefikleri itibar kaybettiklerini fark ettiler. Rusya, askeri başarılarıyla da kalmadı, diplomatik bir atağa geçti. Esad yönetimini Suriye’nin tek meşru yönetimi olarak tespit eden Cenevre’deki tavrın altını çizerek, Cenevre barış sürecinin tekrar başlatılmasını talep etti. Daha da ileri giderek, İsrail’in Golan Tepeleri de dahil olmak üzere 1967 Savaşı öncesindeki sınırlarına çekilmesini gündeme taşıdı(1).
Emperyalistler bakımından bu kadarı fazlaydı. Askeri başarılarla desteklenmeyen bir diplomasinin başarılı olamayacağını biliyorlardı. Suriye’den emperyal hesapları adına çok fazla beklentileri olan Fransa (2), Esad’lı bir Suriye’yi kendileri adına “olmak ya da olmamak” sorunu olarak gören AKP rejimi Türkiye’si, S.Arabistan, Katar ve İsrail gibi ülkeler mevcut Şam yönetiminin meşruiyetini onaylayan her türlü diplomatik ve askeri çözüme karşı direniş gösterdiler.
Bunu yaparlarken, IŞİD’e karşı alternatif olacak cihatçı yapılar oluşturmaya ya da farklı cihatçı yapılarını güçlendirmeye başladılar. Artık IŞİD’i bu haliyle kullanmalarının kolay olmayacağını görüyorlardı. Bu çerçevede, mesela, “vatan savaşı”yla (!) da meşgul Türk genelkurmayı IŞİD’e verdiği desteği “ılımlı cihatçı” Ahrar-uş Şam örgütü lehine azalttı. Şam’daki meşru yönetim, Türk genelkurmayına mensup subay ve astsubayların, MİT elemanlarının söz konusu örgütte fiilen görevler üstlendiklerini açıklamıştı.
Bu arada, özellikle Fransa ve İsrail, Suriye’nin kuzeyinde, Suriye ordusunun verdiği büyük askeri destekle cihatçı katillere karşı başarılar elde etmiş olan Kürt direnişçileri kendi yanlarına çekerek Şam yönetimine karşı kullanabilecekleri bir mevzi elde etmeye gayret ediyorlardı.
Öte yandan, Rus müdahalesi sonrasında Almanya kendisini mümkün olduğu kadar sahadaki mücadelelerin dışında tutmaya çalıştı. Bölgeden AB ülkelerine doğru göçler konusunda Türkiye’ye bir takım rüşvetler vererek onu tampon olarak kullanmaya çalışıyor. Almanya, Rusya’nın müdahalesinden de pek rahatsızlık duymamıştı. Hatta başlarda açıkça desteklemişti. Ta ki Volkswagen ve Deutsche Bank krizleri patlayıncaya kadar. Almanya şimdilik askeri ve siyasal olarak doğrudan Suriye sorununa dahil olma iradesi göstermiyor. Başka bir yazıda Almanya’nın durumunu tartışacağım.
Yemen’de savaştıracak asker bulmakta zorlanan ( En son, bazı Afrika ülkelerine rüşvet vererek asker katkısı aldı. Mesela Senegal geçen ay 6 bin civarında asker verdi. Tabii bu işler hep parayla olabiliyor. En önemli gelir kaynağı olan ham petrolün fiyatları da uzun yıllardan sonra en düşük düzeyde bulunuyor) S.Arabistan, orada saplandığı bataklığın kendisini hızla içine çekmekte olduğunu da fark ediyor. Yemen’e bulaşırken çok şey beklediği Mısır’dan da beklenen destek gelmedi. Dahası, Mısır, özellikle M.Kardeşler faktörü nedeniyle, Şam yönetimine yakın duruyor. Rusya ile iyi ikili ilişkiler kurmak istiyor. Rusya’nın Suriye’deki varlığından rahatsızlık duymuyor. Eğer Esad’lı Şam ayakta kalırsa, S.Arabistan’ın zaten kendi içinde iktidar kavgalarıyla bölünmüş yapısından üç ayrı emirlik ya da krallık çıkması olasılığı var.
Emperyalistler bakımından daha önemlisi, Çin’in de aralarında bulunduğu ülkelerin bölgede Rusya ve İran’la dayanışmalarını arttırma riskinin ortaya çıkmış olmasıdır. Bütün bu faktörler ABD’ yi sahada tekrar açık olarak rol üstlenmeye sevk etmiş olmalıdır. ABD’nin son günlerde koalisyon güçleri hesabına bölgeye ağır bombardıman uçakları ve havadan karaya etkili füzeler göndermiş olmasının böyle izah edilmesi mümkündür. Nitekim, kuzey Irak’ta IŞİD’in geriletilmesinde, bu arada, Paris saldırılarının ve Viyana görüşmelerinin hemen öncesinde, IŞİD için çok önemli bir mevzi olan Sincar’ın IŞİD’den alınmış olmasında bu son ABD desteğinin önemli katkısı olmuştur. ABD, bir yıldan beri IŞİD karşısında yapamadığını, Rusya’nın müdahalesi sonrasında süratle yapmak ihtiyacı duymuştur. ABD’nin son açıklamalarından müdahalelerini arttıracağı da anlaşılıyor. İlerleyen günlerde, diplomasi masasına, eğer oturulabilirse, eli kuvvetli oturmak istediği açıktır.
Aşağı yukarı iki hafta öncesine kadar Şam yönetimine yakın duran, onunla işbirliği yaparak cihatçılar karşısında mevzi kazanmış olan ülkenin kuzeyindeki Kürt gruplar, ani ama şahsen beklediğim bir manevrayla (3), tekrar ABD tarafına geçmişlerdir. Suriye’nin kuzeyi aslında etnik ve dinsel olarak hayli karışık bir bölgedir. Önemli miktarda bir hıristiyan nüfus var. ABD ve Kürtler şimdi bu farklı gruplar, özellikle hıristiyan gruplar üzerinde baskıyı arttırıyorlar. Onları Şam yönetiminden kopartmaya çalışıyorlar (Bir önceki yazımda “Hatay sorunu” etrafında, sömürgeci Fransa’nın aynı bölgede bulunan Ortodoks hıristiyan nufüs üzerindeki kolonyalist baskılarına değinmiştim). Esasen “Kürt kantonu” denen oluşumlar bu farklı etnik ve dinsel grupların ortak demokratik anlayışı sayesinde olanaklı olabilmişti. Ancak son zamanlarda hristiyan toplulukların Kürtlerin milliyetçi baskılarına maruz kaldıklarını açıkladıklarına tanık oluyoruz.
Burada ABD’nin yapmak istediği Şam yönetiminin söz konusu bölgede giderek artmakta olan etkisini kırmaktır. Halen Suriye içinde kendilerine tabi, uydu, otonom bölgeler yaratmayı planlıyor. Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de de birbirlerinden kopuk etki veya güç alanları oluşturmaya çalışıyor. İsrail, Türkiye, S.Arabistan, Katar ve Fransa gibi ülkeler öteden beri bunu öneriyorlar. Ancak ABD’den farklı olarak, Esad yönetimi altında bunun başarılamayacağını iddia ediyorlar.
Bir kere meşru Suriye yönetimi ülkenin bölünmesi olasılığını kabul etmeyecektir. Irak’ta bu tür bir çözümün nelere mal olduğu görüldü. Görülüyor. Sonra, Suriye’nin kuzeyi ile Irak’ın kuzeyini birbirlerine karıştırmamak gerekir. Suriye’nin kuzeyi etnik ve dinsel olarak çok daha karmaşık bir bölgedir. İran, Rusya gibi ülkeler (Vasal Türkiye’yi saymıyorum. O itaat etmek zorundadır) nüfuz alanlarının, özellikle de enerji koridorlarını ihtiva eden bu bölgede, daraltılmasını kabul etmeyeceklerdir.
Suriye’nin kuzeyindeki olası bir kolonyal “nüfuz bölgesi” nin hayata geçirilmesi, sürdürülebilmesi halen IŞİD’in ve diğer cihatçıların en önemli lojistik desteklerini temin ettikleri Türkiye sınırındaki 110 km’lik Cerablus-Afrin hattından Türkiye’nin vereceği destekle mümkün olabilir. Bu desteğin sürekli olması anlaşılabilir nedenlerden dolayı (Türkiye Kürdistan’ı) beklenemez. Halep’in Şam yönetiminin kontrolüne; Musul’un Bağdat yönetiminin kontrolüne gireceği koşullarda ABD, İsrail ve Fransa’nın kolonyal bir Kürt devleti yaratma olasılıkları güçlü görünmemektedir. Bu şıkka oynamak Kürt siyasetleri adına telafisi mümkün olmayacak zararlara yol açar. Tekrar olsun, emperyalizme karşı durmadan, sosyalist, anti-emperyalist bölgesel güçlerle işbirliği içine girmeden Kürt siyaseti adına hiç bir ilerici sonuç alınamaz.
Rusya’nın müdahalesi sonrasında, beklendiği gibi, kimi bölge ülkelerinde bir dizi terör eylemlerine tanık olundu. Bunların hepsi yeni oluşan konjonktürün etkileri olarak görülmek gerekir. Planlayanları, elde edilmek istenen sonuçları farklı olabilir. Ancak tek bir gerçekliğin, değişen konjonktürün doğurduğu tepkiler olduklarını söylemek mümkündür. Bununla beraber, söz konusu eylemlerin en spektaküler olan ikisine, Ankara patlamasına ve Paris saldırılarına bakıldığı vakit, bunların sofistike değil, tersine oldukça basit ve ilkel (Zor, büyük hedefler değil, savunmasız, rastgele hedefler seçiyorlar. Tam da “kör terör” denilen tarzda eylemler yapıyorlar. Genellikle kalabalık ortamlarda önlem alınması güç intihar bombacıları kullanıyorlar), bununla beraber gayet organize eylemler olduklarını, gelişmiş istihbarat birimlerinin işbirliği, ilgili devletlerdeki belli başlı güvenlik kurumlarının katkıları olmaksızın yapılabilmesinin mümkün olmadığını kabul etmek gerekiyor (4). Açık konuşmak gerekirse, Paris’teki gibi bir saldırıdan MI6’nın, CIA’nin, MOSSAD’ın, DGSE’nin hatta MİT’in, en azından bunlar içinde yer alan belli fraksiyonların haberinin olmaması kabil değildir.
Fransa’daki son saldırılarla bu ülkeye bir “mesaj” verilmek istenmiştir. Burası açık. Ancak bu mesajın içeriği konusunda emin olmak zor. Bir kere IŞİD’in askeri olarak çökmekte olduğu anlaşılıyor. Sincar’ın düşmesi, Musul ve Rakka bağlantısını kopartacaktır. Rakka IŞİD’in çok önemli bir karargahıdır. Suriye ordusunun Halep’te ilerlemesi, Türkiye’den gelmekte olan vazgeçilemez lojistik desteğin tehlikeye düşmesi anlamına da geliyor. Yani örgütte bir panik olduğunu tahmin etmek zor değildir. Fransa’nın kuzeydeki Kürtlere desteğini arttırması da IŞİD’i rahatsız etmiş olmalıdır. Muhtemelen Fransa ve Türkiye gibi ülkelerin kendilerini sattıklarını düşünüyorlardır. Haklı olarak, en önemli destekçileri Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmesi için Haziran ve Kasım seçimleri öncesi vermiş oldukları desteğin karşılığını almak istiyorlar. Türkiye’de IŞİD saldırılarının artması beklenmelidir.
Paris saldırısının başka bir açıklamasını, olayın iki önemli toplantı, Viyana ve Antalya buluşmalarının hemen öncesinde cereyan etmiş olması etrafında kurgulamak da mümkün. Saldırıdan sonra Viyana’dan kimsenin öngörmediği kadar hızlı bir sonuç çıkartılmıştır. Bu arada, Fransa’nın, daha önce, Sarkozy zamanında Libya’nın bombalanmasında olduğu gibi, kendi başına hareket etmesinin önüne geçilmek istendiğini de düşünebiliriz. Veyahut, daha genelleştirilmiş bir iddia olarak, Fransa’nın yeni konjonktürde Anglo-Amerikanların beklentilerine aykırı bir şekilde hareket ettiği söylenebilir. Bunu, ayak direme veya kendi başına racon kesme alt başlıkları altında düşünmek de mümkündür. Bu tür akıl yürütmelerin meşru olmadığını iddia edemeyiz.
Net olarak görülen şey, emperyalist bloğa mensup ülkelerin el birliğiyle yıllarca eğitip, donatıp besledikleri teröristlerin artık onları da vurmaya başlamış olduklarıdır. Ve bunun arkası gelecektir.
NOTLAR
1) Rusya’nın diplomatik önerileri gerçekçidir. Suriye sorununun çözümü basitçe, “kabul edilebilir bir seçim” ile sona erecek bir “geçiş süreci” ne indirgenemez. Böyle bir seçimin şartlarının var olup olmadığına dair itirazlar bitmek bilmeyecektir. Emperyalistler kendi lehlerine bir sonuç çıkması için her türlü manipülasyona başvuracaklardır. Seçim yapılsa, bu kez istemedikleri bir sonuç çıktığında yine itirazlar yükselecektir. En önemlisi, seçim, ulusal egemen demokratik bir devlet olarak Suriye’nin birliğinin teminatı olarak görülemez. Böyle bir gücü olmayacaktır.
Seçim olmasın mı? Olsun tabii. Ancak öncelikle Suriye sorununun çözümünü bölgesel bir siyasal süreç olarak görmek kaydıyla. “Geçiş süreçleri” diplomasi de bugüne kadar bir işe yaramamıştır. Kalıcı çözüm ancak “siyasal süreç” ten çıkabilir. Suriye sorununu bölgenin demokratikleştirilmesi, gerici, işbirlikçi rejimlerin tasfiyesi, Filistin sorununun çözümü, Irak’ın demokratik, ulusal-egemen bir devlet olarak bütünlüğü, Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümü, İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesi gibi siyasal başlıklardan soyutlayarak düşünmek kabil değildir. Tabii eğer palyatif çözümler, barışa son verecek bir “barış” peşinde değilsek.
Gelgelelim, Rusya başlangıçtaki diplomatik konumunun arkasında durabilir mi, emin değilim. Çünkü Rusya’da neo-liberallerle, ulusalcıların koalisyon halinde oldukları bir yönetim var. Ulusalcılar, ağırlıklı olarak devletin güvenlik birimlerini; neo-liberaller, ekonomik kurumlarını kontrol ediyorlar. Neo-liberalleri bu koalisyona adeta mahkum eden bir gerçek, Rusya’nın en önemli gelir kaynağının ham petrol ve doğal gaz olmasıdır. Ekonominin ayakta kalması bu stratejik malların fiyatlarının düşük olmamasına bağlıdır. Stratejik malların fiyatlarını kabul edilebilir düzeyde tutmak için de güçlü bir askeriyeye dayanan siyasete ihtiyaç olduğu açıktır.
Rusya ve İran’ın Suriye meselesine bu kadar angaje olmalarının esas nedenleri arasında sadece enerji bölgeleri, enerji kaynakları ile ilgili kayguları yok. Bu iki ülke S.Arabistan’ın OPEC üzerindeki etkisini kırmaya çalışıyorlar. Fiyatların belirlenmesinde S.Arabistan’ın tek başına önemli bir rol oynamasına mani olmak istiyorlar. Amiyane tabirle, bu ülkenin gırtlağını sıkmaları gerektiğini düşünüyorlar. Rusya ve İran’ın bölgedeki etkilerinin artması, S.Arabistan’ın fiyatların belirlenmesindeki etkisinin azalması anlamına gelecektir. Bu şartlarda, S.Arabistan zaten zımnen müttefik olduğu İsrail’e dört elle sarılma ihtiyacı duyacaktır. Siyonizm, selefilik ve Müslüman Kardeşliği, müttefikten öte, varoluşsal bir sorun olarak birbirlerinden ayrılması mümkün olmayan üç siyasal konumdur. Bunlar arasında eşgüdümü sağlayan da birlikte tabi oldukları emperyalist büyük siyasettir.Aklıma gelmişken, siz hiç şimdiye kadar, ABD,S.Arabistan ve İsrail çıkarlarına zarar veren bir IŞİD eylemi duydunuz mu?
2) Fransız emperyalizminin şaşalı geçmişini ihya etme arzusunu Libya’ya saldırı sırasında da görmüştük. Sarkozy, Kaddafi’ yi kollamak adına ondan rüşvet almıştı. Sonra da ilk o vurmuştu. Esad rüşveti değil, dövüşmeyi seçince, Hollande, S.Arabistan ve Katar gibi ülkelerden rüşvetler koparttı. Epey bir meblağı cebe indirmiş olduğunu tahmin etmek zor değil.
3) Tekrarlamak gerekirse, jeo-ekonomi-politik tarihsel bir olgudur. Nehir yatağına benzer. Uzun tarihsel dönemler boyunca aynı yatakta akar. Değiştirilmesi, büyük devrimci dönemler, büyük toplumsal alt üst oluşlar, yıkımlar sonrasında mümkün olabiliyor. Yani ha deyince değiştirilemiyor. Belli bir uluslararası bağlam içinde yer alıyor. Oradan, istediğiniz vakit, “size doyum olmaz, haydi bana eyvallah” deyip ayrılamıyorsunuz. Mesela, modern Türkiye’nin jeo-politik rotası, öncesinde imparatorluğun dağılmasına ramak kalmış olan Tanzimat devrinde belirlendi. Tanzimat devrinde Türkler uygarlık değiştirdiler desek yeridir. Türkiye o zaman kendisini Batı Avrupa jeo-politiğine bağladı. Hatta bu konumunu konsolide etmek adına, bunun toplumsal, kültürel gereklerini de yerine getirdi. Ya da getirmeye çalıştı diyelim. Osmanlı beklenenden uzun yaşamasını bu sayede temin edebildi. Cumhuriyet de aynı doğrultuda kalmayı öngörmüş olduğu için mümkün olabildi. Ve bu doğrultusunda ısrarlı olduğu için de ömrü 80 yıl sürdü. Avrasyacılar bu gerçeği anlamak istemiyorlar. Türkiye bu Batıcı doğrultuya “Rusya tehdidi” nedeniyle girdi. Yani bir anlamda, siyasal olarak, Tanzimat’tan beri Rusya’yı düşmanlaştırarak, ötekisi yaparak, kendisini tanımladı. Kürt siyaseti de, 1.Dünya Savaşı’ndan itibaren kendisini Türkiye karşısında Batı’nın (Türkiye’ye verilecek ayarlar bakımından) oyuna süreceği bir kart haline getirdi. Böylece daha baştan bağımsızlık olanağını ortadan kaldırmış oldu. Türk ve Kürt siyasetleri batıcıdır. Kısa aralar dışında emperyalizmin işbirlikçisidir. Bu yüzden bugün Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi bu iki “müttefik” siyaseti rahatsız etmiştir.
4) Rusya’nın müdahalesi sonrasında terör saldırılarına maruz kalacağı biliniyordu. Sina Yarımadası üzerinde Rus yolcu uçağının düşürülmesi (Rusya hâlâ düşürülmemiş olduğunu iddia ediyor) önemli bir olaydır. Şimdi bu uçağın bir füzeyle vurulmamış olduğu açıktır. Aksi halde uçağın kalıntılarının bulunduğu yerde TNT izleri olurdu. Bu izlere rastlanmamış olduğu açıklandı. Bu Sina bölgesi, İsrail sınırına yakın oluyor. Muhalif Müslüman Kardeşler, İsrail’le sürtüşen aynı soydan Hamas militanları, bir miktar IŞİD militanı bu bölgenin istikrarını, kontrolünü güçleştiriyor. İsrail de bunu istiyor zaten. IŞİD’in füzeyle o yükselikte uçan bir uçağı vurma olanağı yok. Eğer gerçekten füzeyle vurulmuş olsaydı, IŞİD bunu ancak, mesela, İsrail gibi müttefik bir güçten yardım alarak yapabilirdi.
Başka bir şey oldu. Muhtemelen uçağın bilgisayar sistemine müdahale edildi. Mesela, otomatik pilot devre dışı bırakılmış ya da kilitlenmiş olabilir. Bunun için dışarıdan bir müdahale gerekir. Bu da IŞİD’in bir başına becerebileceği bir iş değil.
Öte yandan, ABD’de bu yolcu uçaklarıyla oynamayı çok sevenlerin olduğunu da biliyoruz. Şimdi aklıma G.Kore uçağının Kamçatka yarımadası üzerinde düşürüldüğü olay geliyor. Sanıyorum 1983 yılıydı. Reagan yönetimi ve Andropov liderliğindeki SSCB yönetimi arasında aksamış füze görüşmeleri yeniden başlatılmak isteniyordu. Soğuk savaşın şiddetli zamanıydı. Amerika SSCB’yi uzlaşmazlıkla itham ediyordu. Derken söz konusu uçağın Sovyet hava sahası üzerinde Sovyet uçakları tarafından düşürülmüş olduğu açıklandı. Uçak Kamçatka’da Sovyet askeri üslerinin bulunduğu bir sahanın üzerinde yol alırken vurulmuştu. Olay SSCB aleyhinde büyük bir kampanya yapılmasına neden olmuştu. Araştırmalar sonrası G.Kore uçağının rotasının epeyce dışına çıkarak Sovyet topraklarına girmiş olduğu anlaşıldı. Yani rotasını şaşırmıştı. Bir süre sonra G.Kore uçağının kendi rotasında doğru bir şekilde ilerlerken G.Kore’deki Amerikan üslerinden kalkmış iki adet Amerikan savaş jeti tarafından taciz edildiği ve rotasını değiştirmek zorunda bırakıldığı ortaya çıkmıştı. Hatta o savaş uçaklarının görüntüleri gazetelerde çıkmıştı. Olayda 260 civarında yolcu hayatını kaybetmişti.
Bir başka “yolcu uçağı” vak’ası, 1988’de İran-Irak savaşı sırasında, İran’ın Irak’ı dağıtacağı anlaşılınca yaratılmıştı. İran Körfezi’ndeki bir Amerikan savaş gemisinden atılan bir füzeyle Boeing tipi bir İran yolcu uçağı İran hava sahası içindeyken vurulmuş 300’e yakın insan öldürülmüştü. Bu olay, İran’ı barışa ikna etmiş, Saddam rejimi ayakta kalmıştı. Hatta ABD uçağın yanlışlıkla vurulduğunu kabul etmiş olmasına rağmen tazminat ödemeyi o zaman reddetmişti.
Bir başka olay, yakınlarda cerayan etti. Ukrayna üzerinde bir Malezya uçağı düşürülmüş, Rusya ve Ukrayna’nın doğusundaki Lugansk ve Donetsk yönetimleri sorumlu gösterilmek istenmişti. Uçağın Kiev yönetimi tarafından düşürülmüş olduğuna şüphe yok. Zaten olayın üzerinin örtülmeye çalışılması da bu kuşkuyu arttırıyor.
Son olarak, ABD’deki 11 Eylül saldırılarında da yolcu uçaklarının kullanılmış olduğunu hatırlatmak isterim.