Suriye’de yenilgiyi kabul edemeyen Fransa’nın sömürgeci hayalleri elinde patladı

Bu karikatürü www.sol.org.tr sitesinden aldım

Önce şunu söylemem lazım: Bugün bu yüzde 50 oyla seçilmiş hükümetin ömrü fazla uzun olmayacak. Suriye’de yenilgiyi kabul etmek istemeyenler tasfiye olacaklar. Daha önce bir kaç kez söylemiştim.  Yalnız bu kez “beklenenden dahi kısa olacak” kaydını da düşmek isterim. Türkiye, Fransa ve S.Arabistan, Suriye sorununda gerçeklikten kopmuş  haldeler. Yeni konjonktüre direniyorlar. Bu üç ülkenin Suriye ile ilgili aralarında yapmış oldukları gizli antlaşmalar var. Antlaşmaların içeriği gizli olabilir ama antlaşmaların varlığı sır değil. Bu üç ülkenin daha fazla direnmeleri, daha fazla batağa saplanmaları anlamına gelecektir. Bugün, mesela,  Kürt bölgelerindeki çatışmaları bu yeni konjonktürden ayrı düşünemeyiz.

Şimdi, Antalya’da bir zirve var. Bu zirve 19yy ve 20 yy’daki emperyalist paylaşım tartışmalarının yapıldığı zirvelere benziyor. Herhalde 21 yy’ın ilk önemli zirvesi olacaktır. Elbette barış ve istikrar adına kalıcı bir sonuç çıkması beklenmemelidir. Geçmişte bu tür zirveler ya büyük savaşlar öncesinde ya da sonrasında yapılırdı. Her defasında, çözüm olarak sunulanın aslında daha büyük belaların habercisi olduğu görülürdü.

Anglo-Amerikan hegemonyası sönüyor. Tarihte hiç bir hegemonik güç yerini başka bir güce veya güçlere barış içinde terk etmiyor. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmek yolunda dev adımlar attığı 16 yy’dan beri durum böyle. Son büyük savaş, 2.D.Savaşı nükleer bir savaştı. Bu savaşın sonuna doğru ABD, yükselen hegemonik güç olduğunu atom bombalarıyla ilan etmişti. Bu konuya da daha önceki yazılarımda bir çok kez değinmiş olduğum için geçiyorum.

Yine geçerken, modern siyasal tarihte, bu tür emperyal paylaşım mücadelelerinin kızıştığı devirlerde, “barış görüşmeleri” öncesinde ve sonrasında sansasyonel terör olaylarının görüldüğünü hatta yoğunlaştığına tanık olunduğunu bir kez daha belirtmek isterim.

Neden Fransa? Fransız sömürgeciliği 1830 yılında Cezayir’in işgaliyle başladı. Bu işgalin hemen sonrasında Fransa’da devrim oldu, Bourbon ailesine mensup Kral 10.Charles’ın yerine Orleans hanedanına mensup akrabası Louis -Philippe kral oldu. Bir devrimdi, çünkü burjuvazi ve özellikle de onun finans fraksiyonu, küçük burjuvazinin ve kısmen de proleterlerin desteğiyle iktidarı kesin olarak almıştı. Bütün bu toplumsal alt üst oluş, Fransız Devrimi sonrası girilen birbirini izleyen uzun Restorasyon dönemleri içinde cereyan etmişti. Louis -Philippe cumhuriyeti değil ama meşruti monarişiyi tesis etmişti.

Bu devrim/restorasyon devri modern Fransız tarihinde toplumsal alt üst oluşların, devrimci mücadelelerin  en şiddetli ve süreğen şekilde yaşanmış olduğu bir devirdir. Bugün dahi her devrimcinin çalışması gereken öğretici bir dönemdir. Farklı siyasal görünümler altında kesintili olarak 1871’e kadar aşağı yukarı yetmiş küsur yıl sürmüştür.

Fransız sömürgecilik tarihinde “Cezayir sorunu” yakın zamanlara kadar farklı kombinasyonlar, görünümler altında çok önemli bir yer tutmuştur. En çok da, “ezilen halkların kurtarılması” şiarı altında savunulmuş, meşrulaştırılmak istenmiştir. Bu meşrulaştırma girişiminde “özgürlükçü sol” her zaman eşsiz hizmetler vermiştir.

Bu çerçevede, Komün’ün önde gelen düşmanlarından, baş kasaplarından birisi olan, “solcu”, “liberal”, “cumhuriyetçi”, “laik” gibi sanlar yakıştırılan ( Komün bastırıldıktan sonra hemen Paris Belediye Başkanı yapılmıştı) Jules Ferry’i (1832-1893) hatırlayalım. Neden onu şimdi hatırlıyoruz? Fransa cumhurbaşkanı Hollande yüzünden. Bu yakınlarda Fransa’nın “sosyalist” cumhurbaşkanı Jules Ferry’den övgüyle bahsetmiş, saygılarını sunmuştu.

Her zaman Fransa’nın sömürgelerini genişletmesini savunmuş “solcu” Jules Ferry, 1871’de Alsace Almanlara kaybedildikten sonra ” şimdi Fransa’nın Alsace’ın yerini dolduracak yeni sömürgelere ihtiyacı var” diyerek, Afrika ve Çin-Hindi’ni işaret etmiş, biraz sonra da etkileri ta Vietnam savaşına kadar sürecek meşhur “Tonkin provokasyonu” nu tezgahlamıştı.

Bugünkü şartlara bakarak, “Hollande niçin böyle bir şey yapma ihtiyacı duymuş olabilir” diye uzun uzun düşünmeye gerek var mı?

Zamanı biraz geriye alalım. 2010 yılında, Fransa ve İngiltere, Lancaster House Agreement denilen ( Daha önce, 60’lı yıllarda yapılmış,  Afrika’da “Rodezya sorunu” etrafında, yani yine bir sömürgeci bağlamı bulunan aynı taşıyan antlaşmayla karıştırılmamalıdır) bir “işbirliği, savunma ve güvenlik” antlaşması imzaladılar.  Yeni bir tür Sykes-Picot da denebilir. Bu emperyalist antlaşmayla, Fransa ve İngiltere, Amerika’nın BOP operasyonlarına doğrudan ve etkin bir şekilde dahil olacaklardı. Antlaşmanın bir çok maddesi gizli tutulmuştur. Antlaşmayla, Orta Doğu’da despotik, anti-demokratik rejimlerin tasfiyesi hızlandırılacak, “demokratik, hümaniter” rejimlerin kurulması sağlanacaktı. “Arap baharı”, ABD’nin “renkli devrimler” inden esinlenilerek  ilk kez bu toplantıda kararlaştırılmıştır. Buna göre, önce Libya ve Suriye eş zamanlı olarak Fransız ve İngiliz uçakları tarafından etkili bir şekilde bombalanacaktı. Sonra El Kaide ve türevi cihatçı lejyonerler karadan devreye sokulacaktı. Fransa adına bu antlaşmanın baş mimarı olarak görülebilecek kişi, “neo-con” A. Juppe idi.

Gelgelelim Fransa, bir uyanıklık yaparak, “ilk darbeyi vuran malı götürür” mantığıyla İngiltere’yi ekip, kararlaştırılan tarihten  iki gün önce Libya’yı bombalamaya başladı. Tabii ABD ve özellikle İngiltere çok kızdılar. Fransa’yı protesto ettiler. Yalnız bıraktılar. Bu yüzden Suriye’nin bombalanmasından o zaman vazgeçilmişti. Fransa’da bu işi yapan Sarkozy’nin  başına gelenleri de biliyoruz. Sonuç olarak Libya, Fransa adına tam bir hayal kırıklığı oldu.

Ancak bu kez Hollande yönetimi Suriye’de işleri sıkı tutmaya karar verdi. Bir yandan Fransa içinde ve dışında “ilerici, liberal, demokrat” güçler kullanılarak, hedef alınan veya sömürgeleştirilecek olan ülkelere karşı hep yapıldığı gibi, bir kez daha, ideolojik, dezenformasyon kampanyası başlatıldı. Bu çerçevede,   “Diktatör, Suriye halklarının kasabı zalim Esad” muhabbeti başlatıldı.( Bir örnek olması adına,  o malum koronun bizdeki acentalarının aslında hep aynı, bilindik şablona göre kurgulanmış olan yazıları  için BirGün Gazetesi kolleksiyonlarını önerebilirim).

Fransa, bu kez İngiltere ve ABD’nin bilgisi ve desteği dahilinde, Ürdün’de, kısaca ÖSO olarak tanınacak örgütü kurdu. Bunu yaparken Türkiye’den lojistik destek aldı. Bu lejyoner sömürgeci örgütün savaşçıları yine El Kaide havuzundan devşirildi. Büyük çoğunluğu, ABD ve Türkiye marifetiyle Libya’dan taşındı. Bu trafiği yöneten Libya’daki ABD büyük elçisi, nakil işlemlerindeki aksaklıkları gidermek için Türk büyük elçiyle görüştükten bir gün sonra muhtemelen cihatçılar arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle öldürülmüştü.

ÖSO’nun ilk komutanı Suriyeli Riyad El Esad oldu. Suriye’deki meşru yönetimin başında bulunan Esad ve ailesiyle hiç bir yakınlığı bulunmayan bu zat, sanki Esad yönetiminin ve Esad ailesinin bir parçasıymış, ve o dahi başkaldırıyormuş gibi sunulmuştu. Emperyalist savaşların sadece askeri bir boyutu olmuyor tabii. Enformatik bir boyutu da oluyor.  Bu komutan müsveddesi muhtemelen ismi yüzünden tercih edilmiştir. Ha bir de, bu örgütün bayrağı var. O da Fransa tarafından tespit edilmişti: Suriye’deki eski Fransız sömürgeci yönetiminin bayrağı. Örgüt, başkenti Humus olan “özgür Suriye Cumhuriyeti” kurmak amacında olduğunu belirtiyordu. Neden Humus? Humus, eski sömürgeci Fransız yönetiminin de başkentiydi. Emperyalizm yanlısı işbirlikçi sünni Arapların kalesi olarak görülüyordu.

Fransa, bu örgütteki cihatçıların “ılımlı islamcı” olduklarını söylüyor, örgütü doğrudan kendi genelkurmayının kontrolüne alıyordu. Biraz daha sonra ÖSO 3000 savaşçısıyla Humus’a saldırdı. Bu “ılımlılar”ın ele geçirdikleri yerlerde eşcinselleri binaların balkonlarından spektaküler bir şekilde aşağıya attıkları görüntüleri izlemiştik. Yine bu “ılımlılar”ın Şeriat Mahkemeleri kurarak, Esad yanlısı veya Alevi oldukları için 150 kişiyi ölüm cezasına çarptırdıklarını, bunları boğazlarını keserek öldürdüklerini, görüntülerini internetten yayınlamış olduklarını hatırlıyoruz.

ÖSO’nun Suriye içlerinde ilerlemesi, Suriye ordusu karşısında mevziler kazanmış olması, Fransızların temin ettikleri gelişmiş anti-tank füzelerle mümkün olmuştu. O sıralarda herhalde Fransız halkının kahir ekseriyetini temsil eden ahali televizyonları başında bu başarıları şanlı geçmişin yeniden ihyasının somut bir tezahürü olarak huşu içinde izlemekteydi.

Tam bu sıralardaydı, eski Fransız cumhurbaşkanı, sağcı Valery Giscard D’Estaing sahne alarak Birleşmiş Milletler’in Suriye’yi tekrar Fransız Manda Yönetimi’ne vermesini talep etmişti.  Meşhur Sykes-Picot antlaşmasının Fransız mimarı G.Picot’nun, Valery G. D’Estaing’in  büyük kuzeni olduğunu da hatırlatayım.

Bilindiği gibi, 2.D.Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği öncülüğündeki  sosyalist dünyanın BM’de artan ağırlığı dolayısıyla BM artık bu tür sömürgeci kararlar alamaz olmuştu.

Yeri gelmişken, şu “manda yönetimi” kavramı hakkında da bir kaç şey söyleyeyim. ABD ve Britanya devleti arasında emperyalist rekabet hız kazanınca, kökleri ta Monroe doktrininde bulunan (Bu doktrin, Amerika Başkanı Monroe’nun 1823’te Meclis’te duyurduğu, Britanya’nın Amerika kıtalarında sömürgeleştirme faaliyetlerine izin verilemeyeceğini dair yeni Amerikan dış politikasının en önemli ilkesini içerir. Aslında böylece ABD söz konusu kıtaların kendi emperyalist planlarının arka bahçesi olduğunu ilan etmiş oluyordu. Britanya’ya “buralar bana ait sana yedirmem” demek istiyordu) esasını “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesinin oluşturduğu Wilson Doktrini’ni  dış politikasının merkezine koymuştu. ABD’nin izolasyonist dış politikayı terk edip Avrupa’ya açılmasının  siyasal ve ideolojik bir aracı olarak görülmesi gereken bir doktrindir.

Kabına sığmayan Amerikan kapitalizmi, Britanya’nın geleneksel sömürgecilik anlayışı yerine “yeni-sömürgeci” bir anlayışı öne çıkartıyordu. Bu çerçevede, “sömürge” yerine “manda” kavramı kullanılıyordu. Mandacılık anlayışı, hedef ülkelerde entelektüel işbirlikçiler bulmayı kolaylaştırıyor, sömürgeciliği bu yeni ambalajı içinde meşrulaştırmak kolaylaşıyordu. Aynı zamanda, hedef ülkelerin egemenleri, bürokratları için daha kabul edilebilir bir siyasal çerçeve öneriyordu (1)

Devam edelim. 1.Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı devleti dağılınca Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Mekke ve Medine’de İngiltere’nin (meşhur Lawrence’ın oynadığı rolü hatırlayalım) telkiniyle bağımsızlık ilan etmişti. Daha sonra 1918’de, emperyalistlerin desteği altında Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal Şam’da geçici bir Arap hükümeti kurmuştu. Suriye’deki durum Wilson prensiplerinin uygulanabilmesi bakımından uygundu. “Manda” olmak talebi vardı. Ancak çok geçmeden bu işbirlikçi geçici hükümete karşı Suriye halkları ayaklandılar. Faysal, Fransa’dan yardım istedi. Fransa “manda” yönetimi görünümünde Suriye’yi kolonileştirdi. Başkent Sünnilerin ağırlıklı olduğu Humus’a taşındı. Yeni bir sömürge bayrağı yapıldı. Buna göre bayrak üzerinde yer alan üç renkten yeşil, Şii Fatımi geçmişi; beyaz, Emevi geçmişi; siyah, Abbasi geçmişi temsil ediyordu. Üç yıldız ise Alevi, Dürzi ve Hıristiyan azınlıkları temsil ediyordu.

Fransa daha sonra Suriye’ye ait olan Lübnan’ı Suriye’den ayırdı. Lübnan’da Maruni katoliklerin denetiminde bir devlet kurmak istiyordu. Ortodoks hıristiyanları bastırmadan bunu başaramazdı.  Bu yeni devlet, kendisi için en büyük tehditi daha çok Suriye’nin kuzeyinde yoğunlaşmış Ortodoks hristiyanlar ve onlarla siyasal işbirliğine yatkın Aleviler olarak tanımlıyordu. Aleviler henüz siyasal olarak örgütlü değildi. Yeni manda yönetimi sürekli olarak bu bölgeye askeri saldırılar düzenliyordu. Kesin bir netice alınamıyordu. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyinde kontrolü sağlamak sömürgeci Fransız yönetimine  pahalıya mal oluyordu. Söz konusu Ortodoks hıristiyan ve Alevi muhaliflerin yoğunlaştığı kent Antakya idi (Aleviler henüz siyasal manada bir bütünlük göstermiyorlardı)

Fransa’da, Fransız sömürgeci siyasetinin “sol” temsilcilerinden, Jules Ferry’nin prototipi olduğu siyasal figürlerden birisi olan “sosyalist” Leon Blum başkanlığında Halk Cephesi hükümeti kuruldu. Halk Cephesi bütün sömürgeleri azad edeceğini vaat etmiş, ama bekleneceği gibi, hükümet olur olmaz bu vaadini unutmuştu. Avrupa’da bağımsız ülkelerin Alman ve Fransız emperyalistleri tarafından Nazilere  peşkeş çekildiği günlerde, Suriye’nin kuzeyindeki baş ağrısından bunalmış Halk Cephesi de Antakya’yı yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne sorunsuz bir şekilde (hatta seve seve) peşkeş çekiyordu (1939). Fransız ve Suriye egemenleri, Lübnanlı katolikler bölgedeki Ortodoks hıristiyan ve Alevi halktan nefret ediyorlardı. Fransa özellikle bölgenin geleceğiyle ilgili Katolik projeleri dolayısıyla Ortodoks hıristiyanların tasfiyesine büyük önem veriyordu. Leon Blum, Antakya’nın Türklere verilmesiyle bu Ortodoksların çok geçmeden milliyetçi kemalistler  tarafından yok edileceğini gayet iyi biliyordu. Nitekim, öyle de oldu.

2.D.Savaşı sonrasında Suriye’nin bağımsızlık talebine Fransa, ağır bir bombardıman ve katliamlarla yanıt verdi. Ülkedeki halklar, dinsel gruplar birbirlerine karşı kışkırtıldı. Fransa o kadar gözünü karartmıştı ki,  bağımsızlık kararı alan Suriye parlamentosunu dahi bombalamıştı. Suriye devleti SSCB’nin desteğini de alarak bağımsızlığını almış, yine SSCB’nin desteği sayesinde bu bağımsızlığını konsolide etmeyi başarmıştı.

NOTLAR:

1) “Wilson doktrini” nin sömürge ve yarı-sömürgelerde aydınları nasıl cezbetmiş olduğuna dair bizden iyi bir örnek Halide Edip hanımdır. Halide Edip hanım, daha 13-15 yaşlarında iken, Osmanlı topraklarında mebzul miktarda açılmış bulunan emperyalist -misyoner okullarından birisi olan Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde yatılı olarak kaydedilmiş, orada “sister”lar gözetiminde iflah olmaz bir Amerikancı olarak yetiştirilmişti (Demek ki, bir cumhuriyet için olmazsa olmaz olan Öğretim Birliği ilkesini sadece İmam Hatip Okulları değil, bu Yabancı Okullar da ihlal ediyorlar).  Halide Edip, İstanbul’un işgali sırasında yurdun bir çok yerinde işgale karşı mitingler tertip edilmesinde önayak olmuştu.

Ancak işgalci güçler arasında bulunan Amerika’nın adını bu güçler arasında saymıyor, ona toz kondurmuyordu. Ona göre işgalciler, Fransızlar, İngilizler ve İtalyanlardı. Oysa Amerika da işgal güçlerine asker vermişti. İstanbul’da bağımsız karargahları bulunuyordu. Halide Edip, ABD işgalci güçlerinin komutanlarıyla dostane ilişkiler içindeydi. Zaman zaman bir araya geliyorlardı. Mitingleri bu koşullarda gerçekleştirmişti. Halide hanım aslında liberal bir illüzyona maruz kalmıştı. Bir Amerikalı liberal olarak düşünüyordu. İngilizce düşünüp, Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Halide hanım profesyonel bir siyasetçi değildi. Kafası netleşmiş bir entelektüel de değildi. En önemlisi, bugünkü liberaller gibi “uşak” değildi.

Halide hanımda illüzyon olan, istisna olan bu yeni vak’alarda gerçeğin kendisidir, kuraldır. Halide hanım samimi bir şekilde doğruyu arıyordu. Bu şimdiki kaşarlar çoktan bulmuş oldukları “doğru”yu arsızca savunuyorlardı. Halide hanım cesurdu. İşbirlikçi değildi. Dönek olmamıştı. Şimdikiler  ödlek, dönek ve işbirlikçidir.

Bilindiği gibi, Halide Edip daha sonra Kurtuluş Savaşı’na da katılmış, yiğitçe mücadele etmiş, ama bu Amerikancı liberal illüzyonun etkisini kırmayı başaramamıştı. Çok geçmeden, zaten sürekli gerilim halinde bulunduğu kemalist liderlikle çatışmaya başlamıştı. Liberal kafa yapısıyla devrimi anlayamıyordu. Bütün bu dönemi boyunca Halide Edip’in  tutarlı entelektüel bir çizgisi olmuş, bundan taviz vermemiştir. Halide Edip şimdiki liberaller gibi satılmamış, satın alınmamıştı. İllüzyon da olsa, inandıklarını dürüstçe savunmuştu.

Bir cevap yazın