Seçimler bitti, düzen muhalefeti bir kez daha kaybetti. Daha doğrusu yine kendisinden beklenen misyonu yerine getirdi. Bilindik koro gecikmeden devreye girdi : “Bu CHP ile olmaz”. ” Kemal abi bırak artık ! “.
Hatırlarsanız, AKP rejiminin önünü açmak adına misyonunu yerine getirmiş olan ve siyasal son kullanma tarihi dolduktan sonra düzen güçleri tarafından alaşağı edilmiş Baykal devrinde de, her seçim yenilgisi sonrasında aynı çağrı yapılır, “Deniz bey, Önder abi bırakın artık, lüfen ya!” denilirdi.
Yani sadece CHP, onun seçmeni istikrar örneği sergilemiyorlar, onu düzen adına içeriden eleştirenlerin de istikrar abidesi gibi durduklarını belirtmek gerekiyor. Dün Baykal’ın gidişine, Kılıçdaroğlu’nun gelişine sevinenler, bugün “biz bu Kılıçdaroğlu’ndan bıktık, bununla olmuyor” diyorlar. Ne diyelim, adam beğendiremiyoruz, adam dayandıramıyoruz. Ne koltukmuş!
Kılıçdaroğlu da misyonunu bir hakkın yerine getirmiş, selefinin açtığı yolda, AKP rejiminin konsolide edilmesi adına elinden geleni ardına koymamıştır.
Kılıçdaroğlu siyasal kariyerinin en güçlü çıkışını 17 Aralık sonrasında yapmıştır. 17 Aralık Gülen-Erdoğan koalisyonunun sona erdiği tarihtir. Hatırlayalım, koalisyonun bu iki bileşeni arasında kıran kırana bir mücadele başlamış, Kılıçdaroğlu, Cemaat kanadı adına, ancak görevli bir Cemaat “imamı” dan beklenebilecek bir irade, şevk ve fedakarlıkla savaşmış, son seçime kadar bu uğurda elinden geleni yapmıştı. Daha ne yapabilirdi ki, Cemaat’e hiç bir zaman sahip olmadığı “nevi şahsına münhasır” devasa bir seçmen kitlesi yaratacak hali yoktu ya! Lütfen gerçekçi olalım, haksızlık etmeyelim!
Mesela, “derin” devlet güçleri tarafından Ankara patlatıldığında, yani kendi partisine mensup yöneticilerin dahi hayatlarını kaybetmiş oldukları bir saldırıdan sonra bir hışımla, kendisini fiilen başbakan ilan etmiş Davutoğlu’na koşarak, “bu ne, siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz, siz nasıl Cemaat TV kanallarını ‘Kablolu TV’ ve benzeri servis sağlayıcılarından çıkartırsınız, bunu nasıl yaparsınız, bu anti-demokratik bir uygulamadır” mealinde şikayette bulunmuştu. Huzura çıkarken “fiili başbakan” Davutoğlu’na, birazcık da olsa, rayından çıkarak, “yav, bu seçim sonuçlarıyla sen nasıl başbakan olursun” sorusunu sormasını zaten bekleyen yoktu.
Yine de hakkını yemeyelim, CHP, HDP’ ye nazaran, sevilen bir tabirle, süreci daha iyi yönetmişti. Yani en azından hükümete bakan vererek dahil olmamış olduğunun farkındaydı. Mesela hiç bir üyesi (bildiğim kadarıyla), partisinden bakanların hükümette bulunduğu halde, HDP’li bir vekilin yapmış olduğu gibi, “nerede bu devlet, nerede bu hükümet!” nidalarıyla parlamentoyu inletmemişti.
Hükümet kanadı TV kanallarına getirdiği yasakla da yetinmemiş, biraz sonra bu kanallara kayyumlar marifetiyle el koymuştu. Doğal şartlı refleks kuralları gereği, kelimenin tabiiliği anlamında, “doğal lider” Kemal beyin bir şeyler yapması gerekiyordu. Hemen milletvekillerini el konulan kanalların önüne “gaz yeme” şovuna gönderdi. Yine “demokrasi” çağrıları falan… Adam daha ne yapsın ? Hülasa, Kemal bey, seçimler marifetiyle değil, Cemaat kaybedince kaybetti. Bunu görmek lazım. Seçim sonuçlarıyla bu hal ilan edilmiş oldu. Zaten her seçimin temel işlevi de “malumun ilanı” değil midir?
Şimdi hayal kırıklığı içindeki “CHP eleştirmenleri korosu” tekrar sahne aldı: “Bize yeni bir yüz lazım”, “partimizi “neocular”dan kurtaralım, Atatürk’ün koltuğuna onun adına yaraşır birini oturtalım”. “Bize Kemalist CHP lazım, daha azıyla yetinemeyiz”. Hatta hızını alamayan gözünü iyice karartmış Kemalist CHP tayfası, “Karl Marks da zaten Kemalistti, sorun solun bu gerçeği bugüne kadar görememiş olmasıyla da alakalıdır” diyebildiler. “Zaten konjonktür de müsait, görmüyor musunuz, İngiltere, Yunanistan, Portekiz ellerinde falan bisiklete binen, blucin giyen adamlar seçim zaferleri kazandılar, hatta Amerika’da bile bir sosyalist adayın eli kulağında” (1), “ne bekliyoruz hâlâ”, gelsin bilmem kaçıncı kurultay, Kur’an da zafer vaat ediyor Hazreti Yezdan!
Bir önceki yazımda, seçim sonuçlarının beni 8 Haziran’daki kadar demoralize etmediğini söylerken, can sıkıcı, artık tahammül sınırlarımı zorlayan bu CHP tartışmalarının başlayacağını tahmin ediyordum. Yav, 8 Haziran’daki gibi bir sonuç çıksaydı, somut siyasal durum çok mu farklı olacaktı? Zaten damardan bir koalisyon mevcut değil mi? Sahte umutların peşinden sürüklenecek, sokakların, muhalif güçlerin kafası tamamen karışacak, zaman kaybedecektik.
Oysa bizim netleşmeye, zamanı çok iyi kullanmaya ihtiyacımız var. Bu seçim sonucunun en hayırlı sonucu bu netleşmenin nesnel şartlarını, bu kez tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde, yani bu kez, en vasatların bile anlayabileceği şekilde ortaya koymuş olmasıdır. Düzen duvara dayanmıştır. Ya bön bön seyredeceğiz, ya onu dayandığı duvarla bilikte yıkıp geçeceğiz. Ben netleşmeden bunu anlıyorum. Sadece AKP hükümeti, Tayyip değil, bütün bileşenleriyle, CHP’si, HDP’si, MHP’siyle birlikte düzen duvara dayanmıştır. Onları dayandıkları duvarla birlikte yıkmayı göze alamayanlar, yıkılacaklar.
Bunlar, gidecek yeri, hareket alanı olmayanların can havliyle saldırılarını arttıracaklar. Yaprak kımıldasa ağacı yakmaya kalkışacaklar. Durum benim için bu kadar nettir.
NOTLAR:
1) Bir süre önce Demokrat Parti başkan adaylarından Bernie Sanders’ın diğer aday Hilary Clinton’la TV’de tartışmasını izledim. Bernie’nin bir “tavşan” olabileceğini düşündüm. Hani uzun mesafe koşucularının tempolarını ayarlamak için önlerinde “tavşan” denilen bir başka atleti koştururlar. O anlamda tavşan. Adama sanki Hilary’nin önünü açma işlevi yüklenmiş. Şahsen bu tür “sol” figürlerin ne kadar sol olduğunu anlamak için bir tür “sol ölçer” bir aygıttan vazgeçemiyorum. Hemen “New Left”, “Radikal Demokrat”, “post-marksist” sitelere başvuruyorum. Bernie o alemde, henüz Çipras ve Corbyn kıskandıracak kadar olmasa da, hayli popüler. Bilginiz olsun!