Emperyalizmin işbirlikçileri ne “vatan savaşı” ne de “ulusal kurtuluş savaşı” yapabilirler

Sovyet Devrimi ve sonrasında 1919’da kurulan 3.Enternasyonal Türkiye’deki “ulusal kurtuluş hareketi” ni etkin bir şekilde destekledi. Kürt ulusalcılarına  destek vermedi. Neden? Çünkü o zaman Türk ulusal kurtuluş hareketinin kemalist önderliği henüz anti-emperyalist pozisyonunu yitirmemiş, emperyalist işgalci güçlerle sahada kıran kırana bir mücadele içerisine girmeyi göze almıştı. Kürt siyaseti ise o zaman da sırtını emperyalistlere dayayarak hedefine ulaşmayı hesaplıyordu. Yani Türk tarafı emperyalistlerle vuruşmayı öncelikli görev olarak görürken, Kürt tarafı emperyalizmle birlikte hareket etmeyi tercih ediyordu.

Her iki tarafın ulusal talepleri meşru idi. Ancak bu talepleri elde etmek için seçtikleri yola baktığımızda, ikincisi, yani Kürt siyaseti yanlış yapıyordu. 3.Enternasyonal bu tahlili yaptı. İki tarafın  tercihlerinin oluşmasında rol oynamış olan toplumsal saikleri de biliyoruz. Kürt siyaseti ağırlıklı olarak feodal bir karakter taşıyordu. Emperyalizm de her zaman en geri odaklara tutunma ihtiyacı duyar. Bugün de bu durum böyledir. Bu hali ülkemizde, bölgemizde, hatta emperyalist merkez ülkelerde  net olarak görebiliyoruz.

Bir başka ifadeyle, Kürt ulusalcıları o zaman emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde rol almayı kabullenmiş, buna mukabil Türk ulusalcıları bu çerçevenin dışında arayışlara girmişlerdi. Bunun için ödeyecekleri bedeli göze almışlardı.

Gelgelelim, Türk ulusalcıları emperyalizmin kapitalizmle olan bağlantısını kavramak istemiyor, emperyalizm sorununu kabaca “işgalci büyük devletler” derekesine indirgeyerek, onun sınıfsal özünü inkar ediyorlardı. Daha doğrusu, Türk ulusalcıları en başından beri burjuva-kapitalist bir programa sahiptiler. Bu programı uygulamak için yola çıkmışlardı.

Tanzimat devrinden beri hedeflenen, kapitalist Batı’ya entegre bir burjuva düzeni yaratmaktı. Tanzimatçılar ülkeyi  ancak yarı-sömürgeleştirerek  bu hedefe ulaşabileceklerini pratik olarak kavradılar. Kabullendiler. Ekonomik olarak emperyal merkezlerin alt birimi haline gelinecekti. Bu hedefe doğru ekonomik gidişat emperyal merkezlere bırakılıyor, içerideki işbirlikçi reformatörler kültürel reformlar, veya genel olarak sosyal değişimin önünde koşan “kültür devrimi” ile  hedeflerine ulaşmayı hesaplıyorlardı. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye burjuvazisinin en başından işbirlikçi bir toplumsal kategori olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. İşbirlikçi olarak doğmuştur.

Tanzimat’ın bu programı ve metodu sonraki İttihat ve Terakki siyaseti tarafından da benimsendi. Sürdürüldü. Ancak İttihatçı siyasal akıl, “Osmanlılık” çerçevesini veri olarak alan Tanzimat aklından farklı olarak, burjuvazinin millileştirilmesi (Türkleştirilmesi) gibi bir programa da sahipti. Böylece emperyalizm karşısında, onunla entegrasyon davasından vazgeçmeden, ellerini güçlendireceklerini düşünüyorlardı. Onlara göre, “büyük devletler” le bağlantıyı sağlayan işbirlikçi burjuvazi ağırlıklı olarak gayri-müslimdi. Bunlar da kendi etnik-dinsel gündemleri adına faaliyetler yürütüyorlardı. İttihatçılar bizatihi emperyalizme entegrasyonu değil, bu entegrasyonda etkin rol olacak sınıfın etnik-dinsel kökenini sorunsallaştırıyorlardı.  Bu gayri-müslim finans ve  ticaret erbabı etkisizleştirilip, yerlerini Türk ve İslam unsurunun alması temin edilmeliydi. Tanzimatçılığa “miili” bir karakter kazandırılmalıydı.

Kökleri, entelektüel referansları  Tanzimat ve İttihat ve Terakki hareketlerinde bulunan söz konusu anlayışlar kemalist kadrolara intikal etmiştir. Kemalistler de, sermayenin Türk ve İslam unsurun kontrolüne girmesiyle özledikleri “ideal” kapitalizmi, “muassır medeniyet” seviyesine ulaşmış burjuva toplumunu kurabileceklerini düşünüyorlardı.

Türk ulusal kurtuluş savaşı tam sömürgeleşmemek adına verilmiş, yani “yarı-sömürge” vizyonunu benimsemiş Tanzimat’ın daha gerisine düşme ihtimaline geçit vermemek adına yapılmıştır. Başka bir ifadeyle, Tanzimat’ın kabullenmiş olduğu “yarı-sömürge” konumu kemalistler tarafından da benimsenmiştir. Veyahut, benimseniş olan program ve metotla bu sonuca varılması kaçınılmazdı diyelim.  Sadece siyasal değil, ekonomik anlamında da, girişimci bir “devlet sınıfı” bu amaca ulaşılması adına Tanzimat’tan beri üstlenmiş olduğu rolü başarıyla yerine getirmiştir.

Tabii bütün bunlar düz bir çizgi boyunca değil, dünya ve ülke konjonktürüne göre, kırılmalarla, dönemsel süreksizlikler şartlarında hasıl olabilmiştir. Mesele, Atatürk’ten önce ve sonra meselesi değildir. Atatürk de en başından Tanzimat tarafından temelleri atılmış program ve metodun savunucusu, izleyicisi olmuştur. Bu anlayışın sınıfsal içeriği kesin olarak burjuvadır. Sadece iç siyasal kırılganlıkları dolayısıyla değil, ama ondan ayrı düşünülemeyecek uluslararası bağlamının da etkisiyle anti-komünizm onun ana siyasal ideolojik malzemesi olmuştur.

Geçerken, kemalist önderliğin Kurtuluş Savaşı sonrasında netleşen dış siyasetinin, İttihatçı veya Meşrutiyetçi seleflerinden önemli bir farkı, “2.Abdülhamidçi” olarak adlandırabileceğimiz bir çizgi izlemiş olmasıdır. Bunun anlamı, Rusya’yı pivot hedef haline getirmiş Anglo-Amerikan jeo-ekonomi-politik dairesinde yer almaya karar vermiş olmaktır. Sovyetler Birliği’yle zorunlu yakın ilişkilerin (Kuşkusuz Kurtuluş Savaşı sırasında başlayan ilişkiler bunu kolaylaştıran bir etken olmuştur) sürdürüldüğü koşullarda dahi Türkiye Cumhuriyeti kendisini söz konusu emperyalist daireye ait görüyordu. Bulunması gereken yer orasıydı. SSCB ile yakınlık, Batı blokuyla ertelenmek zorunda kalınmış entegrasyon nedeniyle ortaya çıkmış  geçici bir durum olarak görülüyordu.

Bir başka konu, sermayenin millileştirilmesi, yani gayri-Türk ve gayri-müslim unsurun sermaye üzerindeki kontrolünün azaltılması hatta tasfiye edilmeleri (Cumhuriyet idaresi bu bakımdan 2.Meşrutiyetçilerden daha kararlı ve daha radikal adımlar atmıştır) sermayenin işbirlikçi karakterini değiştirmemiş hatta takviye etmiştir. Demek ki, söz konusu işbirlikçi sermaye olunca din ve milliyet bir faktör olmaktan çıkıyor. Emperyalizme entegre periferi kapitalizminde burjuvazi palazlandıkça işbirlikçi karakteri de güçleniyor. Bugün artık çok nettir, Türkiye burjuvazinin cumhuriyet, ve ondan ayrı düşünülemeyecek ulusal egemenlik gibi bir kaygusu kalmamıştır. Yani vaktiyle şikayet edilen gayri-müslim sermayeden bir farkı yoktur.

Elbette bu bugün bir anda ortaya çıkmamıştır. Kökleri Tanzimat modernleşmesinde bulunmaktadır. Cumhuriyet yönetimleri bu eğilimi sürekli olarak konsolide etme gayesi gütmüşlerdir. Bir anlamda, gayri müslim unsurdan sadece sermayesi devir alınmamış, onun işbirlikçi karakteri de kaçınılmaz olarak devir alınmıştır.

Cumhuriyet devrinde, bölgesel Kürt siyaseti,  genel olarak,  Türkiye devleti gibi, emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçevenin bölgesel bir bileşeni olmuştur. Elbette bu, Türkiye’de olduğu gibi, işbirlikçi burjuva ve feodal unsurun Kürt siyasetlerinde  ön almış olmasıyla olanaklı olabilmiştir.  Sonuç olarak hem Türk siyaseti hem de Kürt siyaseti emperyalist dairede yer almaları itibarıyla müttefiklerdir.

Zaten emperyalistlerin Irak ve Suriye operasyonlarında bu işbirlikçiliğe dayalı fiili işbirliğini görmedik mi? Halen de görmekteyiz. Muhtemelen biraz ileride de görmeye devam edeceğiz. NATO, Suriye ve Irak’ta, Rusya ve İran’ın mevzi kazanmalarına yanıt verecektir(1). Onları çelmelemeye çalışacaktır. Hatta birbirlerine düşürmek isteyecektir. Bunun için NATO’nun Türkiye ve bölgesel Kürt hareketlerine yeni görevler vermesi söz konusu olabilir. Bu durumun bu siyasetlerde kırılmaları ve ayrışmaları teşvik etmesi beklenmelidir.

Anglo-Amerikan emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde  her şey sütliman değil. Elbette, çelişkiler, çıkar çatışmaları var. Ancak bu çatışmaların bu çerçevenin sınırlarını sarsacak, parçalayacak raddeye gelmesine izin verilmez. Aksi halde bedeli ağır olabilir. 70’lerin başından itibaren aynı çerçevede yer alan Mısır, İsrail’in konumları örnek olarak görülebilir. Yine, Kıbrıs sorunu etrafında, Türkiye ve Yunanistan’ın konumu aklıma ilk gelen başka bir örnek.

Öyleyse, ekonomik ve politik olarak Anglo-Amerikan emperyalizmiyle bütünleşmiş Türk devleti ve Kürt siyaseti, her ikisinin de varoluşsal çıkarlarını bağdaştırdıkları bu genel çerçeve içinde, müttefiktirler. Bu bakımdan ne birisi ötekine karşı “vatan savaşı” veriyor, ne de öteki “ulusal kurtuluş savaşı” veriyor. Her ikisi birden emperyalistlerin bölgesel işgal politikalarının maşası işlevi görüyor. Gerçek olan budur.

Dikkat edilirse, Rusya’nın bölgemizdeki son hamlesi her iki bileşeni de rahatsız etmiştir. Her iki tarafın da bu jeo-ekonomi-politik çerçeve dahilinde tek parça halinde  çıkışları veya başarılı olmaları olanaklı değildir. Bu çerçeve içinde (eğer varsa) siyasal egemenlik hedefine ulaşamazlar.. Bu bakımdan genel çerçeve ile bu iki bileşenin kendi hedefleri arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Artık bu konjonktürde her iki tarafın da aynı şekilde yollarına devam etmeleri kabil görünmemektedir.  Öyleyse, çanlar sadece  AKP için değil, TC devleti ve Kürt siyaseti için de çalıyor.

Devrimciler ya beraberce kapitalist-emperyalist boyunduruğu kıracaklar, ortak egemen siyasal bir iradeyi realize edecekler, ki bu ancak sosyalist bir perspektifle, Kürt, Türk emekçi halk sınıflarına dayanarak yapılabilir, veyahut bu kayıkçı kavgası, bu perişanlık derinleşerek devam edecektir.

Bitirirken, artık ne ülkemizde, ne dünyada burjuva sınıfı öncülüğünde veya ona dayanarak bir cumhuriyet kurulabilir. Kapitalizmin bugün geldiği yerde burjuvazi bu kapasitesini yitirmiştir. Zaten tanım itibarıyla kamusalcı bir kavram olan cumhuriyetle burjuvazi arasındaki ilişki,  global olarak, kapitalizmin tekelci aşamaya doğru evrilmesiyle birlikte, bir “emanet” veya isterseniz “vesayet” ilişkisi haline gelmiştir.

 NOT:

1) Bu yazıyı yazarken haber portallarına, bir Rus yolcu uçağının Mısır’da Sina bölgesinde düşmüş olduğu haberi düştü. Sina, Mısır hükümetinin tümüyle kontrol edemediği, IŞİD ve Müslüman Kardeşler örgütüne mensup teröristlerin (bunları sahada birbirlerinden ayırt etmek olanaklı değildir)  cirit attıkları bir bölge. Muhtemelen buradan İsrail desteği de alıyorlar. Rus uçağına bir saldırı yapılmış olması olasılığını gözardı etmemek gerekir. ABD’nin desteğinde, bir çok yerde  Rusya’yı hedef alan terör saldırıları olacaktır. Rusya da herhalde bunlara hazırlıklıdır. Sonra, ABD bu yola sık başvurur. Yetmişlerde G.Kore uçağı, İran-Irak savaşı sonlarına doğru düşürülen yolcu uçağı, Ukrayna’da Malezya uçağı. Herhalde bunun etkili bir terör şeklini olduğunu düşünüyorlar. Nitekim, kısmen de olsa netice alıyorlar.

Bir cevap yazın