Ankara’yı kim patlattı?

Yayın tarihi 18 Ekim 2015

tayyip

2.D.Savaşı sırasında toplanan Yalta Konferansı’nda alınan kararları “soğuk savaşı” başlattıktan sonra ABD, “etki alanları” kavramı (“spheres of influence”) çerçevesinde değerlendirdi. Oysa, SSCB Yalta’dan çıkan anafikrin ulusal egemenlik alanlarının herhangi bir tarafça ihlal edilmemesi prensibine tekabül ettiğini söylüyordu. Bugün de Rusya aynı şeyi söylüyor. Suriye sorunun siyasal çözümünde bu ilkenin esas alınması gerektiğini belirtiyor. Elbette emperyalistler “ulusal egemenlik” ve “başka ülkelerin iç işlerine karışmama” prensibini tanımak istemeyeceklerdi.

Mesela, İtalya’da bir Gladyo örgütü haline getirilmiş olan Kızıl Tugaylar, ülkedeki ekonomi-politik istikrarsızlığın ancak bir Hristiyan Demokrat ve Komünist koalisyonuyla aşılabileceğine inanan Hristiyan demokrat lider Aldo Moro’yu “devrimci amaçlar” adına (!) kaçırıp öldürdüler. Çünkü Aldo Moro’nun bu düşüncesi emperyalistler için çok tehlikeliydi. Fransa, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde Komünist partileri güçlüydüler. Onlara iktidar yolu açılabilirdi. Yine, bir çok Avrupa ülkesinde ekonomik sorunlar ve komünistlerin cazip önerileri buluşabilir, komünist partilere olan destek artabilirdi. Soğuk savaş stratejisi ağır bir darbe alabilir,hatta çökebilirdi. Gladyo organik olarak NATO’ya bağlı bir örgüttür. NATO emperyalizmin temel güvenlik ve saldırı örgütüdür.

Yetmişli yılların sonundan bir başka örnek, 1979’da Almanya’daki Gladyo örgütü “solcu” Baider-Meinhoff’un Dresdner Bank başkanı Jurgen Ponto’yu kaçırıp öldürmesidir. Neden öldürüldü? Ponto, Wall Street’in ve onun Avrupa’daki şubesi City of London’ın (İngiltere’nin Wall Street’i yani) Avrupa’yı ve 3.Dünya’yı kolonileştirdiğine, 3.Dünya ülkelerini ekonomik ve siyasal bir kaosa mahkum ettiğine inanıyor, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin en başta Afrika’dakiler olmak üzere bu yoksul ülkelere doğrudan yatırımlar yaparak yardım etmesi gerektiğini söylüyordu. Tabii burada ana gaye çatışma halindeki iki dünya gücü arasında Alman emperyalizmine yer açmaktı.

Bugün de aynı emperyalist anlayış, hem de daha fütursuz şekilde, sürdürülüyor. Mesela, Libya’ya göz dikildiğinde, NATO bombalama kararı almıştı. 2011 yazında bombalama başladı. Kısa bir süre sonra Norveç’te iktidardaki İşçi Partisi hükümeti Libya’daki bu NATO kampanyasından çekileceğini açıkladı. Arkasından Hollanda hükümeti, kendilerinin de Norveç gibi hareket edebileceklerini ilan etti.

NATO’nun yanıtı gecikmedi. Temmuz ayında, Breivik adlı bir ırkçı-dinci piskopat Oslo’da bakanlık ve diğer kamu binalarının bulunduğu semtte bomba yüklü bir aracı patlattı. 8 kişi hayatını kaybetti. Ardından İşçi Partisi elitlerinin, yöneticilerinin, bakanların çocuklarının veya çocuk yakınlarının, her yıl olduğu gibi, yaz kampı nedeniyle bulunduğu bir adada bomba patlattı. 67 çocuk hayatını kaybetti. Norveç sindirildi. Hollanda NATO kampanyasından çekilmeyeceğini deklare etti.

Bir başka örnek Fransa’dan, bu yılın başında Fransa cumhurbaşkanı Hollande, bir Fransız TV kanalına verdiği yılbaşı mülakatında, Rusya’ya karşı Ukrayna sorunu etrafında başlatılan yaptırımların yanlış olduğunu, Almanya ve Fransa’nın bundan büyük zarar gördüğünü, derhal iptal edilmeleri gerektiğini söyledi. Ülkesinin Almanya ile birlikte bir hafta sonra Minsk’te Ukrayna sorunun çözümüne yönelik olarak, ABD dışında inisiyatif alarak, Kiev hükümeti ve Rusya ile bir araya geleceklerini, Rusya olmadan bu sorunun çözülmesinin olanaklı olamayacağını ifade etti. Putin’in gerçekten barış istediğine inandığını (bu arada, Putin ve dayandığı oligarkların Lugansk ve Donetsk’de kurulmuş sosyalist programlı Halk Cumhuriyeti’nden rahatsızlık duydukları açıktır) ilave etti.

ABD daha önce söz konusu iki ülkenin bu inisiyatifine karşı olduğunu belirtmişti. Sonra, bu mülakatın üzerinden henüz 48 saat geçmişti ki, Hebdo saldırısı gerçekleştirildi. Aralarında hükümete yakın bir çok çizerin de bulunduğu insanlar katledildi. Merkel’in ilk tepkisi, söz konusu mülakatta Hollande’ın tamamen kendi görüşlerini dile getirmiş olduğu, Almanya’nın onun gibi düşünmediğini açıklamak oldu. Almanya paçayı kurtardı mı pekiy? Ne gezer!

Bu kez Ağustos ve Eylül aylarında, Alman iş adamlarının İran’dan sonra Rusya’ya karşı konulan yaptırımlar konusundaki olumsuz tepkilerini seslendiren Merkel oldu. Ukrayna sorununun tehlikeli bir çözümsüzlüğe doğru gitmekte olduğunu açıkladı. Suriye sorununun Avrupa ülkelerine zarar verdiğini, göç sorununu kıtanın başına musallat ettiğini belirtti. Hem Ukrayna sorununun hem de Suriye sorununun Rusya’nın aktif inisiyatifi olmaksızın çözülemeyeceğini ısrarla söylemeye başladı. Bunlar Alman sermaye çevrelerinin düşünceleriydi tabii. ABD-İran antlaşması sonrasında, Merkel, İran’la ilişkilerin geliştirilmesi için çabaların arttırılacağını da açıkladı. Rusya ve İran Suriye’ye doğrudan müdahale ettiklerinde ilk açık destek Merkel’den geldi. ABD’yi her iki ülkeyle işbirliği yapmaya çağırdı.

ABD’nin yanıtı çok gecikmedi. “Volkswagen olayı”, ardından bizim medyanın pek üzerinde durmadığı, Avrupa’nın en büyük bankası olan “Deutsche Bank Olayı” tezgahlandı. Deutsche Bank tarihinin en büyük zararını açıkladı. Almanya hız kesti.

Almanya demişken, daha 1989’da Doğu Avrupa ülkeleri kısmen Sovyet Bloku’ndan kopmaya başladıklarında, önde gelen Alman bankeri Martin Schleyer kaçırılarak öldürüldü. Günahı, Almanya’nın bu fırsattan istifade ederek Doğu Avrupa ülkelerine yönelik bir ekonomik geçiş programı hazırlaması, bu yeni sürecin Almanya tarafından kontrollü bir şekilde yavaş yavaş, SSCB ile de anlaşarak yürütülmesini istemekti. Aksi halde, sonucun o ülke halkları için sefalet olabileceğini,  Almanya’nın tarihi bir fırsatı kaçırabileceğini söylemişti. Alman sermaye çevrelerinden, Kohl hükümetinden de olumlu tepkiler almıştı. Yani Alman emperyalizminin bu tarihi fırsatı kaçırmayıp, inisiyatif almasını, kendi gündemini oluşturmasını istiyordu. Oysa ABD, “şok terapi” planları ( buna “primitif birikim” de demek mümkün) yaparak, Doğu Avrupa’yı Wall Street’e yem etmeyi düşünüyordu.

Şimdi bakınız, emperyalizm devrinde terör “jeo-ekonomi-politik” bir vak’adır diyoruz. Öyleyse, bütün bu olup bitenleri kavrayabilmek için “jeo-ekonomi-politik” bir bakış şarttır. Bu tanım itibarıyla tarihsel bir bakıştır. “Jeo-politik” emperyalist bir kavramdır. Kendisini ekonomi-politiğin üzerinde görür. Marksist-Leninist bir kavram olarak “ekonomi-politik” ise coğrafyayı ihmal eder. Coğrafya basitçe, dağlar, taşlar, kendi halinde akıp giden nehirler, denizler, karalar değildir. Bunların toplumsal insan faaliyetiyle ilişkisini kurar. Tarihsel olarak oluşmuş toplumsal sınıfsal ilişkilerin hem alanı hem aracıdır. Fiziksel uzamı üretim ilişkileri içindeki işleviyle kavrar. Dolayısıyla bu ilişkiler üzerinde yükselen siyasal güç ilişkilerine referans verir. Bu güç ilişkilerinin yönlendirilmesinde, şekillenmesinde coğrafi koşulların,olanakların veya olanaksızlıkların çok önemli bir etken olduğuna dikkat çeker. Bu bakımdan “jeo-ekonomi-politik” demeyi uygun buluyorum.

Mesela, son zamanlarda bazı ecnebi akademisyenler, Almanya ve Rusya’nın sorunsallaştırılması bağlamında “Rapallo Sendromu”ndan söz ediyorlar. Bunun anlamını kavrayabilmek için “Rapallo Barışı” nı, ilk “Marshall Planı” taslağı olarak “Dawes Planı” nı bilmeniz gerekir. Onları da ancak “jeo-ekonomi-politik” bağlamı içinde tartışabilirsiniz. Her iki dünya savaşı, Rusya ve Almanya’nın “jeo-ekonomi-politik” (ortak) blok oluşturma olasılığı karşısında gerçekleşmiştir. Şimdi de Rusya’nın Ukrayna sorunu ve son Suriye müdahalesi, emperyalistler nazarında, böyle bir olasılığı yeniden ortaya çıkarmıştır. Elbette Anglo-Amerikan “jeo-ekonomi-politik” i buna müsaade etmeyecektir. Yani karşı hamleleri olacaktır.

Ankara’daki patlamanın da tam bu sırada gerçekleşmiş olması tesadüf değildir.Dikkatler öncelikle IŞİD’den çok PKK üzerine çekilmek istenmiştir. Sadece AKP hükümeti tarafından değil, kimi batılı müttefikleri tarafından da.

Bu tür olaylar sonrasında bilindik bir sorudur: Kimin işine yaradı? Tabii ki ilk etapta AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın.

Aslında bu tür terör olaylarında, bu “işe yarama” konusunun çok farklı boyutları olabiliyor. Mesela “ayar”, planlayıcıları bakımından, sadece kısa bir süre için işe yarayabiliyor. Bir zaman sonra onu planlayanların beklentilerinden farklı, hatta zıt gelişmelere yol açabiliyor. Hedeflenene kısmen, bazen de hiç ulaşılamadığı oluyor. Veyahut bir taşta bir çok kuş vurulabiliyor. Yani her zaman evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor.

Ancak bu son patlamanın seçim öncesi (çocuklarını her ihtimale karşı dışarıya göndermiş olan), Tayyip’in işine yaraması için planlanmış olduğunu düşünmek meşrudur. Esad’ın kalacağının anlaşıldığı şartlarda, AKP rejimi ve tabii Tayyip Erdoğan, ona yatırım yapmış olan iç ve dış güçler, onun etrafında anlamlandırdıkları ekonomik-politik konumlarını korumak için her yola başvuracaklardır. Yani direneceklerdir. Bunu öngörmek gerekir.

Öte yandan, emperyalistler açısından en kaygu verici gelişme, üstelik de böyle bir uğrakta, kendi jeo-ekonomi-politik bloklarının çatırdamasıdır. Buradaki her bileşenin kendisinden beklenen rolü yerine getirmesi beklenir. Kendi başlarına, kendi özel gündemlerini, hesaplarını öne çıkartarak bu bloğa zarar verecek davranışlar içine girmelerine, kontrolden çıkmalarına izin verilemez.

Kürt sorunu” etrafında, AKP’nin davranışlarının Batı’daki oyun kurucu müttefiklerin hoşuna gitmediği açıktır. İstenen, hem Türk hem de Kürt oyuncuların Rusya ve İran’ın ön aldıkları bir konjonktürde yalpalamamalarıdır.

Ankara’daki gibi bir saldırı epey önceden bir hazırlık evresini öngerektirir. Nitekim öyle de olduğu olay sonrasında edinilen bilgilerden anlaşılıyor. Patlama sahasında bir ön çalışma yapılmış olduğu, olayla ilgili henüz sorgulanan kişiler, dolayısıyla verilen bir bilgi olmamasına rağmen biliniyor. Bombacılar biliniyor. İlgili devlet görevlileri tarafından iyi tanınıyor. Yani neredeyse olayın bütün ön merhaleleri devletin belli birimleri tarafından biliniyor. Bu tür olaylar için aşina olduğumuz bir hal değil mi?

Zaten bu çapta bir eylem devlet içinden yardım ve destek alınmaksızın gerçekleştirilemez. Üstelik bu olayın bir kopyası gibi görülebilecek bir eylem Suruç’ta yakın bir zaman önce yine benzer yapılar ve figürler tarafından yapılmışsa böyle düşünmemizin doğru olmadığı söylenebilir mi?

Bu eylemi gerçekleştirmiş olan grup, halen TC devletiyle işbirliği halinde Suriye ve Irak’ta benzer şiddet eylemlerine, terörist saldırılara başvurmuyor mu? TC devletinin bir çok birimi cihatçılarla birlikte, hatta doğrudan onların içinde çalışmıyor mu? Bu teröristlerin bölgemizdeki egemen devletlerde gerçekleştirdikleri saldırılara katkı vermiyorlar mı? Elbette bu tür ittifak ilişkileri karşılıklılık arz ederler.

Öyleyse, bu noktada üzerinde durmamız gereken konu, Türk devletinin emperyalizmin Orta Doğu bataklığına sokulmuş olmasıdır. Türk hükümeti, Türk ordusu, MİT, Türk Adliyesi, jandarması, polisi sahada IŞİD’in müttefikidir. Bu nettir. GKurmay, daha bir kaç gün önce, Rusya’yı eleştirerek, onun yanlış safta taraf olduğunu söylemedi mi? Rusya’nın bulunması gereken yanın, Esad’ın yanı değil, kendi yanları, yani NATO’nun yanı olması gerektiğini açıklamadı mı? Özcesi, örtük bir şekilde, “bizim gibi, NATO’nun ve onun vekalet savaşçıları olan cihatçıların yanında ol” denmedi mi?

Kaldı ki, Türk ordusu, MİT aktif olarak yaklaşık dört yıldan beri Suriye topraklarındadır. Cihatçı lejyonerlerle birlikte meşru Esad yönetimine karşı savaş halindedir. Gkurmay artık bunu gizlemeye dahi çalışmıyor (Hava Kuvvetleri Komutanı’nın beyanatını hatırlayalım).

Bu arada, Gkurmayın açıklamasındaki, “Esad ülkenin ve nüfusun yüzde 20’sini kontrol ediyor, bu yüzde yirmiyi temsil ediyor” iddiası külliyen yalandır. Suriye nüfusunun aşağı yukarı yüzde yirmisi ülkeyi terk etmiştir. Cihatçı kontrolündeki bölgelerde yaşayan nüfus yaklaşık yüzde beştir. Geriye kalan yüzde 75 Esad’ın kontrol ettiği bölgede yaşamaktadır. Halkın çoğunluğu emperyalist işgal şartlarında oraya sığınmıştır. Bunu ülkedeki son meşru seçimlerde alınan sonuçlar da göstermişti.

TC devleti egemen bir ülkenin egemenlik haklarını çiğniyor. Asıl sorun budur. (Suriye söz konusu olduğunda, TC devleti için  kökleri “Hatay sorunu” nda olan başka siyasal kaygular da var. Bir sonraki yazıda değineceğim). Patlama bu gerçek dikkate alınmadan tahlil edilemez. Türkiye bir “vatan savaşı” vermiyor. Emperyalist savaşın vasal gücü olarak emperyalizme askeri ve politik olarak aktif destek veriyor. Zaten bu orduyla “vatan savaşı” vermek de kabil değildir. Bu son cümleyi okurken ona komuta eden, hakim olan siyasal zihniyeti dikkate alınız. NATO’nun ordusundan söz ediyoruz.

Sonra, Rusya müdahalesine bölgeden gelen olumsuz tepkilere bakınca, bunlar arasında, benzer kaygularla, Türkiye devletini ve Kürt siyasetlerini görüyoruz. Her iki güç de Rusya ve İran’ın müdahalesine karşı çıkıyorlar. İşte bunu kavramak, anlamak ancak “jeo-ekonomi-politik” bilgisiyle olanaklı olabilir. Her iki güç de emperyalist jeo-ekonomi-politik bloğuna dahildir. Birbirlerine karşı kullanılmalarına takılıp kalmayalım (Mesela, aynı uluslararası bağlam içinde yer alan Mısır, S.Arabistan, Katar ve İsrail gibi ülkelerin birbirleriyle ilişkilerini düşününüz).

Dün AKP’nin konumunu konsolide etmek için Kürt siyasetiyle işbirliği yapmağa ihtiyacı vardı. Bugünse, bir seçim başarısı sayesinde ayakta kalabilmek için onu karşısına alması gerekiyor. 

Evet asıl sorun, Türkiye’nin içinde bulunduğu jeo-ekonomi-politik bloktur. Ülkemizde ve bölgemizde olup bitenleri bu geniş çerçeveyi ihmal ederek analiz edemeyiz. Soru: Türkiye buradan çıkabilir mi? Egemen ulusal bir devlet olarak kalmak istiyorsa, buradan çıkması lazımdır. Ancak bu haliyle çıkamaz. Kürt siyasetlerinin de bu halleriyle anti-emperyalist bir rota izlemeleri olanaklı değildir. Öyleyse, bu çatışma ve bu “ayar bombaları” nı izlemeye devam edeceğiz. Somut durum budur.

TC devleti de, PKK de, her ikisi de reel olarak emperyalist bloğa dahildir. Bu çerçevenin dışına çıkamazlar. Çıkmaları için mevcut yapılarının kökten değişmesi gerekir. Zaten PKK daha düne kadar ne AKP rejimiyle ne de IŞİD’le işbirliği yapmakta bir beis görmüyordu. Bu, yarın da yapabileceğine karine teşkil etmez mi? Bunların dahilinde tek tek “iyi adamlar” ın olması bu gerçeği değiştirmez. Siyasete, yoğunlaşmış sınıf mücadelelerine referans veren jeo-ekonomi-politik çerçevelerle kesişen veya çatışan siyasete bakmak lazımdır.

Son bir şey, Türkiye devleti PKK’yi, eh ara sırada zevahiri kurtarmak adına, IŞİD’i şikayet ediyor. Gelgelelim, kendisi bizatihi egemen ülkelerin toprak bütünlüğünü ve siyasal egemenliğini hiçe sayarak o ülkelrin işgallerine aktif olarak katılıyor. Bu işgallerde rol almış cihatçı teröristlere büyük lojistik destek sağlıyor. Bünyelerindeki savaşçıların ülkemizde veya ülkemiz üzerinden devşirilmelerine onay veriyor. Hatta bu süreci örgütlüyor. Canlı bomba yakınlarının açıklamalarına bakalım. Çocuklarını ihbar etmişler, devletten yardım istemişler. Ancak yardım alamamışlar. Devlet cihatçıların sınırlarımızdan girip çıkmalarına izin veriyor. Onların ihtiyaçları olan silah ve mühimmatı temin ediyor. Savaşçılara ve savaşçıların  yakınlarına tıbbi hizmetler veriyor. 

IŞİD’i halen hukuken, aynı ABD’nin yaptığı gibi, terörist örgüt olarak kabul etmeyen bir devletten söz ediyoruz. Bütün bunlar olmuyormuş, bütün bunları yapmıyormuş gibi davranarak “PKK terörü” nden şikayetçi olan bir devlet var ortada. Hâlâ Ankara’yı kimin, kimlerin patlattığını mı merak ediyorsunuz?

Bu yazı Yazılar kategorisine, Ankara KatliamıAnkara PatlamasıBeider MeinhoffBreivikCity of LondonDeutsche BankIŞİDjeo-ekonomi-politikKızıl TugaylarPKKRapallotayyipVolkswagen,Wall Street etiketleri ile kamil tarafından yazılmıştır. yer imlerinize ekleyin.

Bir cevap yazın