Menderes’in düşürülmesi hakkında bir kaç küçük not

Menderes’in DP’si, kötü geçmiş bir tarımsal mevsimin de etkisiyle, halk sınıflarının ekonomik sıkıntılar içinde olduğu 1954 yılında yapılan seçimlerde, popülist vaatleriyle oyların yüzde 57’sini alarak dışta emperyalist, içte kapitalist-popülist, anti-komünist politikalarını uygulamak bakımından daha geniş bir hareket alanına sahip oldu. İç ve dış siyasetinde fütursuz provokasyonları için daha da cesaretlendi. Menderes Türkiye’si “Orta Doğu’nun lideri” havasına girdi.

DP iktidarı bir iktisadi akla dayanmayan motor rolünü inşaat sektörünün üstlendiği yatırımlarına, özellikle İstanbul’da,  hız verdi. Bu inşaat faaliyetlerinin finansmanı için sürekli borç para bulma ihtiyacı duyuyordu.

Orta Doğu’da  ABD, kontrolü SSCB’ye kaptırmamak adına hamleler yapıyordu. Ulusalcı Musaddık İran’da devrilip, yerine tekrar Şah yönetimi getirildi. Ancak Suriye ve Mısır’da Baas yönetimleri konumlarını güçlendirdiler. Suriye, Amerikancı paşalarını azlederek yerlerine Baas anlayışına bağlı komutanları atadı. Kabinesine komünist bakan aldı.

Türkiye’nin dış borç ve inşaat yatırımları sarmalına sokulmuş ekonomisi, en başta, kentli ücretlilerin ekonomik koşullarını olumsuz bir şekilde etkiledi.

1957 seçimleri bu iç dış şartlarda yapıldı. Bu kez DP oyların yüzde 47’sini aldı. Oyları yüzde on azaldı. CHP’nin oyları yüzde 35’ten yüzde 41’e çıktı. İki parti daha parlamentoda sandalye kazandı.

ABD, Suriye’nin Mısır’la birlikte SSCB’yle yakınlaşmasının önüne geçmek adına DP hükümetini kullanmak istedi. Eisenhower Doktrini ilan edildi ve onun çerçevesinde Türkiye cesaretlendirildi.

1958’de Irak’ta General Kasım darbesi bu ülkedeki Amerikancı krallığı yıktı. Çok geçmeden yeni Irak yönetimi Amerika’nın bölgedeki aracı işlevi gören Bağdat Paktı’ndan çıktığını ilan etti. Bağdat Paktı çöktü (yerine Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin dahil olduğu CENTO kuruldu. O da İran Devrimi’ nden sonra yıkıldı).

Irak, Suriye, Mısır ve SSCB’ye yakınlaştı. Eisenhower Doktrini bir işe yaramadı. Türkiye’nin Suriye ve Irak’a karşı provokatif girişimleri özellikle iki ülke sınır boylarında devam edince Mısır ve SSCB Irak ve Suriye’yi ne pahasına olursa olsun bir saldırı halinde savunacaklarını açıkladılar. Daha sonra Mısır ve Suriye birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleştiklerini açıkladılar. SSCB ve Irak bu devleti tanıdıklarını ilan ettiler. ABD geri adım atmak zorunda kaldı. SSCB, Savunma Bakanı Bulganin’in ağzından Türkiye’ye sert bir nota verdi. ABD, Türkiye’yi kendi başına yanlış bir hamle yapmaması konusunda uyardı.

İçeride ekonomi daha da kötüleşti. 1946’daki  emperyalist sisteme entegrasyon devalüasyonundan sonra ikinci büyük, hatta tarihimizin en büyük devalüasyon kararı alındı. Lira dolar karşısında yaklaşık yüzde 330 oranında devalüe edildi. Bütçe açıkları, ödemeler dengesi açıkları öncelenmemiş  oranlara ulaştı. Ardından büyük bir enflasyon baş gösterdi. Gelişmekte olan ülkeler arasında Türkiye, Brezilya’dan sonra enflasyonun en yüksek olduğu ikinci ülke idi. İşsizlik temel bir sorun halini aldı. Artık popülist politikaların uygulanma olanağı neredeyse kalmamıştı.

Asker ve sivil, özellikle kentli,  ücretliler, işsizler  ekonomik şartların ağırlaşmasıyla hükümet karşıtı bir tavır aldılar. Nasıl 2013 Haziran’ın da ayaklananlar ağırlıklı olarak ücretliler, işsizler ve onların çocukları idiyseler, 1950’lerin sonlarına doğru ayaklananlar da benzer kesimlerdi. Mesela ayaklanmalarda motor işlevi gören öğrenciler  ağırlıklı olarak bu ücretli ya da dar gelirli, işsiz  ailelerin çocuklarıydılar (Aslında devlet tarafından korunan, sübvanse edilen tarım ekonomisinde en büyük dilimi temsil eden küçük ve orta boy köylüler de bir nev’i ücretli olarak görülebilir).

27 Mayıs’a aktif olarak katılan subayların anılarını okuduğumuz zaman (Bunlar arasında, genç subayların bilincini çarpıcı şekilde yansıtması bakımından  en ilginci 27 Mayıs’ın örgütlenmesinde hayli aktif bir rol oynamış Dündar Seyhan’ın anılarıdır), harp akademisini bitirip Anadolu’ya görev yerlerine tayin olan subayların nasıl bir aldatılmışlık hissine kapıldıklarını görüyoruz. Anadolu’da görev yaptıkları kasabalarda tezek yakarak ısınacak kadar kötü yaşam şartları içine girdikleri vakit, okullarında yapılan resmi propagandanın hilafına, ülke ve halk gerçeğiyle karşılaşmışlardı.

Bu ağır ekonomik şartlarda Menderes hükümetinin  SSCB ile flört çabaları da, özellikle Orta Doğu’daki son gelişmelerden sonra,  emperyalistler tarafından kabul edilemezdi.

Çoğunluğu  kentli küçük burjuvalardan oluşan halk kesimlerinin tepkileri genişleyerek büyüyor, sol talepler adına radikalleşme eğilimleri görülüyordu. Bu gelişmeler ABD ve düzen için açık bir tehlikeydi. Üstelik Küba’da da hesapta olmayan bir devrim gerçekleşmişti.  Devrimci Castro yönetimi SSCB ile yakınlaşıyordu (1)

Menderes devrinde, muhtemelen Orta Doğu’daki Musaddık ve Baas deneyimlerinden sonra  emperyalist talepler doğrultusunda ordu etkisizleştirilmiş, Amerikancı hükümete tabi Amerikancı paşalar göreve getirilmişti. Başka bir ifadeyle, emperyalist vasalı olan devletin bir aygıtı olarak askeriye düzenin ihtiyaçlarına kendisini adapte etmek zorundaydı.

27 Mayıs askeri darbesi giderek genç subayları,subay adaylarını da içine çeken sokağın artan baskısının sol mecralara yönelmemesi için yapılmıştır. Egemenlerin, darbecilerin o şartlarda, kaşıkla verilecek olanı sonradan kepçeyle almak düşüncesiyle, ilerici birtakım ödünler vermemesi mümkün değildi. Yakınlarda, Mısır’da gerçekleşmiş Sisi darbesiyle bu bakımdan benzer yanları vardı.

Yani bu iç ve dış ekonomi-politik koşullar içinde zayıflayan DP’nin düşmesi sokakların harekete geçmesiyle mümkün olabildi. En örgütlü güç olan askeriye, genel olarak örgütsüz, programsız, önderlikten yoksun sokakların ayaklanması durumundan  vazife çıkardı. Bir çok subayın yaşadıkları şartlar ve hayal kırıklıkları yüzünden düzeni hedeflemeyen samimi ilerici taleplere sahip oluşu bu gerçeği değiştirmez. Bu subaylar arasında Baasçı etkilerin güçlü olduğu da bir vak’adır. Darbeden sonra  12 Mart döneminin sonuna kadar süren bir zaman aralığında, 27 Mayıs’ta verilenlerin fazlasıyla geri alınması süreciyle birlikte bu subayların büyük çoğunluğu tasfiye edildiler.

Öte yandan, Baas ilericiliği de, tıpkı kemalizm gibi, anti-kapitalist bir konum üzerinde yükselen anti-emperyalizme referans vermez. Daha çok Batı’nın büyük devletlerinin işgalci, sömürgeci, hegemonyacı dış politikalarına, onları buna yönelten sosyo-ekonomik düzenlerine karşı çıkmaksızın, milliyetçi bir tepki göstermelerinden söz edilebilir. Tabii aynı kemalizm deneyiminde olduğu gibi, SSCB’nin varlığı bu konumu sürdürebilir kılıyordu.

Baas rejimleri kapitalist düzenle, onun işleyiş, gelişme mantığıyla bir sorunları olmadığı için içeride geniş bir kitlesel taban üzerinde durmuyorlardı. Kamusalcı bir programları yoktu. Bürokrasinin denetiminde “karma ekonomi” olarak  tabir ettikleri bir kapitalizmi sürdürmek istiyorlar, kapitalizmin tekelci iç dinamiklerini, emperyalizmin kapitalist içeriğini anlamak istemiyorlardı. İç pazarı, dolayısıyla teşvikleri gözeten bir sermaye birikimi modelini öne koyuyorlardı. Palazlanan sermayenin kendi kontrollerinden çıkarak emperyalist sisteme yeniden entegre olmak bakımından çok daha geniş bir alan bulacağını, bu sürdürülmüş statükoyu sürdürülebilir olmaktan çıkaracağını görmek istemiyorlardı. Kabul edelim, bu anlayış SSCB’nin bulunduğu koşullarda şu ya da bu ölçüde sürdürebilmiştir.

NOTLAR:

1) Bizde “Küba Füze Krizi” olarak da bilinen 1962’de ABD ve SSCB arasında patlayan krizden sık sık söz edilir. Ancak biraz daha öncesinde Suriye ve daha az  ölçüde Irak sorunları etrafında yaşanmış benzer denebilecek krizin pek lafı edilmez. Küba Füze Krizi’ne konu olan Amerikan Jüpiter füzeleri 27 Mayıs darbesinden hemen sonra 1961’de ülkemizde konuşlandırılmıştı. Yani darbeci ordu NATO’ya ve CENTO’ya bağlılığını ilan ettikten biraz sonra. Tabii Türk ordusunun bu konuşlandırmadan haberi olup olmadığını bilmiyoruz. Gelgelelim, SSCB ile varılan antlaşma sonrasında söküldüklerinden haberinin olmadığını artık biliyoruz. Söküldüklerinden haberi olmayanların konulduklarından da haberlerinin olmadığını düşünmek meşru oluyor. Burada önemli olan, haber verme, Türk devletinin görüşünü alma gereğinin dahi duyulmamış olmasıdır. 1923’den 1962’ye gelindiğinde Türk devletinin hali pür melali böyleydi. Bugün, mesela Suriye krizinin seyrine bakarak, bu halin daha da kötüleştiğini söylemek mümkün.

Tweetle

Bir cevap yazın