AKP rejiminin payandaları

Türkiye bir seçimden bir başkasına doğru koşuyor. Türkiye’nin son yaptığı seçimlerden hemen önce ve seçim kampanyaları esnasında  TC devletinin kontrolünde olduğu izlenimi verecek şekilde  ülkede şiddet tırmandırıldı. Seçimden siyasal istikrar çıkmadı. Bundan sonra da çıkması mümkün değil.

7 Haziran seçimlerinden sonra rejimin bir koalisyon olasılığını geçersiz kılmak ve yeni bir seçim empoze etmek planı doğrultusunda şiddet yeniden, ağırlıklı olarak Türkiye Kürdistan’ı bölgesinde (Ekonominin, mesela, turizmin kalbi olarak görülebilecek batı bölgesinin büyük kentlerinde değil)  arttırıldı. Bu şiddet Kürt siyasetinin katkısı olmaksızın yükseltilemezdi. Seçimlerde AKP’nin istediği sonucun çıkmasıyla terörün bıçakla kesilmiş gibi kesileceği hesapları yapılıyor olmalıdır (Aynen 12 Eylül ve 13 Eylül 1980’de olduğu gibi. Bir gün içinde siyasal şiddet ortamı bakımından “milad” anlamına gelebilecek iki farklı ülke gerçeği görülmüştü).

Daha önce bir çok kez işaret etmiş olduğum gibi, 2013 Haziran’ının öngünlerinde Erdoğan-Öcalan gerici bağlaşması tesis edildi. Bu bağlaşmayı es geçen bir yaklaşım bugünkü siyasal ortamı izah etmekte yetersiz kalır. Bu bağlaşma sürmektedir. Bağlaşmalar her zaman her durumda çatışmasız değildir. Siyasetin, yani çıkar ve hedef  farklılıklarının, siyasal bağlaşmanın olduğu her yerde inişler, çıkışlar, gerilimler öngörülmelidir. Bununla birlikte gerçek olan şudur : AKP rejimi ve Kürt siyaseti arasında bir bağlaşma vardır. Bu bağlaşma olmaksızın her ikisinin de bugünkü var olma koşulları büyük bir darbe alır. Mesela, AKP rejimi yoksa bugünkü Kürt siyaseti de olmayacaktır. Yeni bir formata, içeriğe ihtiyaç olacaktır. Siyasal (nesnel ve öznel) konumlar, mevziler yitirilecektir.

Tabii burada rejim ve Kürt siyaseti arasındaki bağlaşmanın uluslararası emperyalist siyasetin manevraları dışında değerlendirilmesinin mümkün olmadığını söylemeye bile gerek duymuyorum. Bu bağlaşma esas olarak emperyalist siyasetle aynı hizaya gelme adına, emperyalist siyasetin ihtiyaçlardan doğmuştu. Bugün de bu ihtiyaçlar doğrultusunda hareket etmesi beklenmelidir. Şu ana kadar da öyle gidiyor. Bu arada, AKP ve TSK’nın birlikte “vatan savaşı” vermekte olduğunu öne süren emperyalizmin siyasal maşaları da, beklenildiği ve her devirde olduğu gibi,  kendilerine verilen görevi ifa ediyorlar.

Şimdi bir seçim hükümeti kurulmak isteniyor. Bu hükümetin ağırlıklı olarak HDP’nin desteğine dayanacağı anlaşılmaktadır. HDP de zaten dünden heveslidir. Bugün şu artık açık olarak görülmelidir: Kürt ulusal demokratik davasına değil, bugünkü işbirlikçi Kürt siyasetine muhalif bir konum almadan AKP rejimiyle mücadele edilemez. Ona destek vermek AKP rejimine payanda olmak anlamına gelir.

Bugün Kürt ve Türk versiyonlarıyla ulusalcılık, liberalizm, sosyalizm yerine kakalanmak istenen liberteryenizm (1) hep birlikte AKP rejimini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Burjuva siyaseti bir çok vak’ada kendisini paradokslar halinde dışa vurur.Paralaks algılar, illüzyonlar yaratır. İdeoloji toplumsal-ekonomik formasyonlar üzeri bir kavram değildir. Burjuva ideolojisinin bu kadar etkili olması, kolay ikna etmesi bizatihi kapitalizm olgusundan, onun maddi işleyişinden ayrı düşünülemez.

Bu hal bizi aldatmamalıdır. Siyasal oyuncuların sadece çıkış noktalarına değil, olası veya “reel” varış noktalarına, dillerine, ortak paydalarına, metotlarına, en önemlisi iç ve dış sınıfsal dayanaklarına bakmak gerekir. Yoksa, elbette birinin “vatan savunması” olarak ilan ettiğini, ötekisi, “ulusal kurtuluş mücadelesi” olarak yüceltecektir. Ancak böyle demelerine rağmen  her ikisi de AKP rejimine payanda olmaktan öte bir iş yapmış olmuyorlar. Öyle değil mi?

“Seçim, seçim” deniliyor, ama bu şiddet şartlarında bir seçimin nasıl yapılabileceği tartışılmıyor. Neden? Kürt ve Türk ulusalcıları, AKP bu şartları kendi lehlerine sömürebileceklerini düşündükleri için şiddetin gerekli olduğuna inanıyorlar. Timsah gözyaşları döküyorlar. Bu siyaset ortamında yer alan öznelerin tek tek tavır ve kanaatlerine, duygularına bakmak (hep söylüyorum) yeterli olmaz. O öznelerin de içinde yer aldıkları siyasetin pratiğine bakmak gerekir(2) Tek kelimeyle, siyasete bakmak lazımdır. Tabii bir de, seçim sonrasında (elbette açıkça söylemeleri beklenemez)  “istikrar” gökten indiğinde, şiddetin bir günde kesileceğine iman ediyorlar. Şimdi rejimin iç ve dış bağlantılarına bakıp, bu şekilde bir akıl yürütmemin meşru olmadığını iddia edebilir misiniz?

 NOTLAR:

1) Kapitalist sistem tarihsel olarak belli kriz dönemlerinde belli tepkiler, sonuçlar doğuruyor.. Bu bakımdan modern tarihin bir çok  farklı dönemi arasında benzerlikler kurmak mümkün olabiliyor. Mesela, 60’lı yıllarda da ekonomik ve politik bir dünya krizi vardı. SSCB ekonomik olarak gönencini arttırmaktaydı. Bölgesel savaşlar, özellikle L.Amerika, Asya ve Orta Doğu’da iki dünya sistemi arasında yüksek gerilimli ilişkiler söz konusuydu. Batı ekonomilerinde durgunluk baş göstermekteydi. Buna kapitalist sistemin yanıtı global ölçeğini genişleterek parasalcı önlemler almak olmuştu.

Proleter devrimci sosyalizm emperyalizm karşısında mevzi kazanıyordu. Tam bu sırada Batı’da liberteryenizm (“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışının sol ambalajlı ifadesidir) veya isterseniz “kültürel radikalizm” devrimci proletarya sosyalizmine alternatif, “özgürlükçü demokratik” sosyalizm olarak devreye sokuldu. Marksizm-leninizmin üzerine salındı. Sol liberalizm marksist-leninist hareketi özellikle Batı’da etkisi altına aldı. Hatta yer yer proleterya sosyalizmine dair söylemsel iddialarından soyutlanmış olarak Çin’deki kültür devrimi bu saldırının aracı olarak kullanıldı. Çekoslavakya’da bir renkli devrim gerçekleştirilmek istendi. Yakın geçmişteki “Arap baharı” gibi,  bir “Prag baharı” tasarlandı. Demek ki, emperyalistler bir ülkeye esaret, sefalet kakalayacakları zaman projelerini,   o zamandan beri, “bahar” ambalajı içinde sunuyorlar.

Buna rağmen o zaman estirilen liberal rüzgarlar Avrupa’daki geleneksel marksist-leninist partileri ve tabii bu arada SSCB’yi de etkisi altına almış, Helsinki Nihai Senedi’nin imzalanmasıyla bu hal  konsolide edilmişti.

2) HDP’nin siyaseten sefil hali yeni hükümetin kuruluş çalışmaları sırasında bir kez daha ortaya çıktı. Davutoğlu, partiyle görüşmeyeceğini söylüyor, o partiden canı kimi istiyorsa onu bakan atayacağını belirtiyor. Kürt siyaseti yine de “pekiy” diyor. “Barış süreci” nin ne olup olmadığını buradan hareketle de anlamak mümkündür. Kürt siyaseti “barış süreci” nin tarafı olarak zaten ta baştan bu haldeydi. Bugünkü Kürt siyasetinin, onun temel bir bileşeni olan HDP’nin durumunda yani. Bu hükümet kurma çalışmaları bunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Nasıl bir birey fizik ve moral olarak düşkün duruma geldiğinde en başından kendisinde, vücudunda, ruhunda taşıdığı aksaklıklar, hastalıklar kendilerini dışa vurursa, benzer şekilde, bir siyaset, bir parti, hatta bir toplum da krize, bunalıma girdiğinde en başından taşıyıcısı olduğu ama belli şartlarda zuhur etmeyen aksaklıklarını, hastalıklarını, zayıflıklarını gözler önüne serer.

Şimdi bazı HDP’liler zevahiri kurtarmak adına bakanlık kabul etmeyeceklerini ilan ettiler. Bu da bir aldatmacıdır. Kendi (“sol”) fonksiyonlarının Kürt siyaseti içinde devam edebilmesi için en azından -ne kadar dar ve nominal olursa olsun- bir “sol” tabanın bulunması gerekiyor. Fazla bir şey söylemeye gerek yok, duvarlara yapıştırılmış, büyük puntolu bir EMEP, hemen bir alt satırına da “oylar HDP’ye” yazılı afiş her şeyi anlatmaya yetiyor. Durum budur. Gerisi görüntüyü kurtarmaya yönelik teferruattır. Bu yeni hükümet güvenoyu alırsa, bir AKP-HDP hükümeti olacaktır. Önemli olan bakanlık sayısı değil, parlamento da onay verenlerin sayısıdır. Evet “barış süreci” devam ediyor. Taşıyıcıları bakımından da emperyalistlerin “devam etsin” dediği noktaya kadar da devam etmesi gerekiyor.

Son olarak, yine bu hükümet kurulması süreci bir şeyi daha bir kez daha doğrulamıştır: Proletarya sosyalizmi etnik ve dinsel farklılıkları ne es geçen ne de öne çıkartan bir anlayışla bağdaşamaz.

Tweetle

Bir cevap yazın