1) ABD hegemonyası altındaki emperyalizmin bugün Afrika’dan, Asya’ya kadar geniş bir alanda uygulamaya koyduğu saldırgan, işgalci siyaset, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin (Çin ve Rusya’yı onlara dahil etmek dünün “sosyal emperyalizm” sahtekarlığından pek farklı değildir) maruz kaldıkları bir dış tehditten (mesela Rusya ve Çin’in saldırgan politiklaraından) kaynaklanmıyor. Böyle bir durum söz konusu değil. ABD hegemonyası altındaki kapitalizmin kendi ihtiyaçlarından, dinamizmden kaynaklanıyor. Yani aynen önceki emperyalist sıcak savaşlarda ve soğuk savaşta olduğu gibi.
2) ABD ve müttefikleri son Irak işgali esnasında ve sonrasında yan güç olarak istifade ettikleri paralı, besleme cihatçıları eğitip, donatarak Afgan-Sovyet savaşından sonra yeni bir “proxy war” (vekalet savaşı) doktrini etrafında strateji ve taktikler geliştirme yoluna gitmişlerdir. Emperyalistler doğrudan müdahil olarak, piyade savaşıyla emellerine ulaşma kudretine sahip olmadıklarını son Irak işgali sırasında anlamışlardır. Sadece hava saldırısıyla da hedefe ulaşmak mümkün değildir. Askeri kapasite ekonomi-politik gerçeklerden soyutlanarak ele alınamaz.
3) Bu vekalet savaşı “kaos strateji” sine gayet uygun bir konsepttir. Elbette bu savaşın öznelerinin kontrolü her zaman mümkün olamamaktadır. Ancak söz konusu harp doktrini bu olasılığı ihmal etmiyor zaten. Hatta bu olasılıkta, söz konusu stratejinin uygulanması doğrultusunda, kendi çıkarları için bir dinamizm bulduğunu dahi söylemek mümkündür. Burada asıl sıkıntı bu kaos halinin sürgit teşvikinin, bu stratejinin kullanımının yaratacağı karşı direnişlerdir. “Proxy savaşı” aracıyla alandaki oyuncular arasında kalıcı bir ittifakın ortaya çıkmasına izin verilmiyor. Gelgelelim, sürekli kaos halinin alandaki güçlerin kararlı direniş odakları etrafında toplanmalarına yol açması beklenmelidir. Paralı savaşçıyla muharebe kazanabilirsiniz ama savaşı kazanamazsınız. Savaştığınız alanlarda sıkıntı çeken halk kitlelerinin olduğunu görmezden gelirseniz, sizin için son başlamış demektir. Bu kitleler kaçınılmaz olarak kırıntılarıyla dahi olsa geleceğin somut ve kararlı olarak vaat edildiği tarafa meyil edeceklerdir. Suriye örneğinde bu taraf, Esad yönetimidir. Bu görüldüğü için emperyalistler Suriye’de alternatif “istikrar” alanları yaratmayı planlıyorlar. Bu mümkün olamayacaktır. Cihatçı için barış, istikrar, düzen ölüm anlamına gelir.
4) Nasıl emperyalistlerin devşirdikleri cihatçılar arasında görüş ayrılıkları olabiliyorsa, müttefik ülkeler, vasallar arasında da çıkar farklılıklarından kaynaklanan görüş ayrılıkları olması beklenmelidir. Ancak bu yaklaşımlar hegemonya siyaseti etrafında aynı hizaya gelmedikleri zaman hizaya sokulmaları gerekir. Bugün Mısır’da IŞİD’in devrede olması, Sisi yönetimine verilmek istenen ayar olarak da görülebilir. Yemen sorunu sadece S.Arabistan parasıyla çözülemez. Mısır’ın aktif desteği şarttır. Suriye sorununda da Mısır’ın desteği gerekmektedir. Mısır’a, Gazze ve tabii İsrail tarafındaki Sina’dan kaynaklanan saldırılar yeni değildir. Biraz üstünü kazarsanız, oradaki IŞİD denilen savaşçıların altından M.Kardeşler, Hamas unsurunun çıktığını görebilirsiniz. Mısır’ın Libya’daki M.Kardeşler varlığına zarar vermiş olduğu da vak’adır. Mısır, Libya’da Sisi yönetimi altında daha aktif bir siyaset izlemektedir. Proxy savaşın cihatçılarını şu ya bu islamcı, cihatçı örgütün sürekli savaşçıları olarak görmemek gerekir. Farklı tabelalar altında savaşabilme yeteneğine sahiptirler.
5) Şurası açıktır: Bu cihatçılar büyük parasal, lojistik, askeri destekler olmaksızın varlıklarını sürdüremezler. Dahası, kullananlar adına bir bumeranga dönüşebilirler. ABD ve müttefikleri olmaksızın bu doktrinin uygulanması mümkün olamazdı. Bu bir emperyalist savaş şeklidir. Bunun adını koymak lazımdır.
6) Türkiye bir vasal devlet olarak ABD hegemonyasının dışında, onun arzuları hilafına hamleler yapamaz. Suriye’ye saldırı planı, öteden beri ABD’nin planladığı ama Rusya ve İran’ın olası tepkilerini hesaplayarak inkar ettiği, ileride sıçrama tahtası gibi kullanacağı, “tampon bölgeler” projesinden ayrı düşünülemez. Emperyalistler tasvip etmediklerini beyan ettikleri şeyleri pekala dolaylı yollardan yapabiliyor, yaptırabiliyorlar. Elbette Türk devleti bu tampon projesini bir takım iç ve dış siyasal hesapları adına istismar etmek isteyebilir. Hatta bu istismarın olmaması mümkün değildir (Mesela iç siyasette de, Ergenekon, Balyoz operasyonları örneklerinde olduğu gibi, hükümet koalisyonun bir ayağını temsil eden ve devlet içinde bu operasyonları yöneten Cemaat kesiminin bu süreçleri kendi dar hesapları adına istismar ettiğini görmedik mi? ) Ancak emperyalist raydan çıkma söz konusu olmayacaktır. Aksi halde, ayar mekanizmalarının devreye sokulması gerekecektir. Sonra, dikkat edilirse, benzer bir gelişme Ürdün-Suriye sınırı etrafında da yaşanmakta, hatta “büyük Ürdün” den söz edilmektedir. Bu yüzden “Kürt koridoru” fantezisinin emperyalizme hizmetin yeni bir gerekçesi olduğunu görmek gerekir. Hatırlayacak olursak, benzer tartışmalar vaktiyle, Körfez Savaşı sırasında da yapılmıştı. Geldiğimiz yer, ve oraya ulaşılırken Türkiye’nin geçirdiği siyasal evrim ortadadır. Gelişmelerden emperyalistler istifade etmişlerdir.
7) Bu noktada, daha önce bir çok örneğine değinmiş olduğum emperyalist ayar vermenin önemini vurgulamak adına son Charlie Hebdo saldırısını hatırlatmak isterim. Hatta Libya müdahalesini izleyen günlerde, Norveç’teki psikopat Anders Breivik saldırısını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Komploculuk denilirse, bunun kafalardaki sorulara yanıt alınamamasından, olaylar etrafındaki karartmalardan kaynaklandığını hatırlatmak isterim. Norveç hükümeti 2011 yazında Libya’ya yapılan hava saldırılarına destek vereceğini açıklamıştı. Saldırı sonrasındaki gelişmeler ve Norveç halkının tepkileri üzerine İşçi Partisi hükümeti vermekte olduğu desteği geri çekeceğini açıklamıştı. Hollanda hükümeti de, Norveç’i izleyeceğini ilan etmişti. Başta ABD olmak üzere diğer müttefikler bu kararı protesto etmişlerdi. Bu sırada, Temmuz sonları olsa gerek, Breivik adında ırkçı-dinci bir psikopat Oslo’da bakanlıkların bulunduğu semtte bomba yüklü bir aracı patlattı. Sekiz kişi öldü. Ardından yine aynı saldırgan, İşçi Partili elitlerin, yöneticilerin, bakanların çocuklarının her yıl “yaz kampı” olarak kullandıkları bir adaya saldırı düzenlemiş, hemen hepsi İşçi partililerin yakınları olan 67 çocuğu katletmişti.
8) Emperyalistler şu an uyguladıkları “vekalet savaş” ını sürgit devam ettiremeyeceklerini görüyorlar. Nitekim kendilerine dönük tehditler de, emperyalizmin kalbini teşkil eden başkentlerde, spektaküler bir şekilde görülmektedir. Bu tür savaşta müdahil olarak savaş alanına girmezseniz, gelişmeler üzerindeki kontrolünüzü kaybedersiniz. Bu kez vasal devletlerin rolünü arttırmanız gerekebilir. NATO hiyerarşisine tabi Türk ordusu, soğuk savaş dönemindeki kadar dahi Türkiye’nin ordusu değildir. Bunu görmek gerekir. Türkiye, IŞİD’e ve diğer Esad karşıtı savaşçılara sadece lojistik destek vermekle kalmıyor, TSK o savaşçılara hava ve istihbarat desteği de veriyor. Bu yeni bir durum değil. Yani Türkiye Suriye ve Irak’taki savaşın dışında değil. Onun içinde olduğu bu savaşı hesaba katmadan mevcut iç siyasal dengeleri, olası gelişmeleri analiz etmek kabil değildir. Türkiye’de söz konusu emperyalist operasyonların yaşanmakta olan siyasal, ekonomik, sosyal sonuçlarının daha da ağırlaşmasına tanık olacağız.
9) Önceki yazılarımda devrimlerin genellikle savaşlarla birlikte ortaya çıktığını söylemiştim. Tek başına ekonomik kriz şartları devrimlere yol açmıyor. Tersine, karşı-devrimlere, reaksiyoner hareketlerin yükselmesine neden olabiliyor. Ekonomik kriz, kitlelerin düzene tutunma eğilimini güçlendirmek gibi bir rol oynuyor. Yunan krizinde de bunu görebiliyoruz. Borçlu, taksit ödeyen, halen bir işi olan insanların psikolojisini tahmin etmek zor olmasa gerektir. İnsanlar düzenden kopmayı göze alamıyorlar. Tersine daha sıkı bir düzen arayışı içinde oluyorlar. Oysa savaşlar, düzenin bütün vidalarından kurtulması, çimentosunun çözülmesi gibi sonuçlar yaratabiliyorlar. İnsanlar ta doğdukları günden beri kendilerine telkin edilmiş anlamların, anlamlandırma mekanizmalarının çöktüğünü görüyorlar. Yine savaş şartları sadece ulusal-sınıfsal düzeyde değil, uluslararası-sınıfsal düzeyde de büyük eşitsizliklerin, adaletsizliklerin deneyimlendiği koşulları yaratıyorlar. En çok mağdur olan çoğunluk artık bir restorasyonun, onarımın mümkün olamayacağı çağrılarına açık hale geliyor. Bütün başarılı devrimler çoğunluğun katılımıyla gerçekleşmiştir. Ancak bu çoğunluk devrim öznesinin uzunca bir süreden beri tutarlı olarak taşıdığı, peşine taktığı bir çoğunluk değildir. Devrimci durumun belli bir uğrağında oluşuyor. Bugün devrimcinin sorunu, burjuva parlamenter anlayışın etkisine fazlaca girmiş olmasıdır. KKE’yi bu bakımdan da tartışmak gerekir. Hazır Yunanistan’a değinmişken, Yunanistan’ın hali sadece emperyalizmin çirkin yüzünü değil, oportünistlerin sahtekarlığını da gözler önüne seriyor. Birincisini vurgulayıp, ikincisini görmemek siyasal dürüstlükle bağdaşmıyor.