LGBT Yürüşü üzerine notlar

Hillary Clinton henüz bakanlığa devam ediyor, ABD’nin cihatçıları Libya’da, Irak’ta, Suriye’de katliamlarını sürdürüyorlardı. Şimdi adını hatırlayamadığım bir Amerikan eyaletinde “eşcinsel evliliği” yasal hale getirilmiş, bunun üzerine, Hillary Clinton’ın, Kaddafi’nin parçalanarak öldürülmesini izlerken yaptığı sevinç jestlerine benzer jestleri medya organlarına yansımıştı. Clinton, “işte Amerika bu, özgürlükler ülkesi, Amerikalı olduğum için bugün daha çok övünüyorum” mealinde laflar etmişti.

Filmi  biraz daha geriye saralım. ABD’de sağlık sigortası sistemi tartışılıyor. Yasa bir türlü mevcut sınırlı çerçevesi içinde dahi geçmiyor, tırpanlandıkça tırpanlanıyor. Sonunda kuşa dönmüş haliyle çıkan yasanın adı sol çevreler tarafından, alaylı bir şekilde, “Obamacare” olarak adlandırılıyordu.

Bir özgürlük sorunu olarak sunulan eşcinsel evliliği tartışmasının çözüme kavuşmasında çoşkulu çabalarını esirgemeyen burjuva düzeninin seçkinleri, onların medyası, politikacıları, geneli itibarıyla,  aralarında eşcinsellerin de bulunduğu emekçi halk sınıflarının yaşam şartlarını iyileştirecek yasal önlemler alınması konusunda ayak diretiyorlardı.

Amerika özgürlükler ülkesiydi. Bununla övünülmesi gerekirdi. Ancak sınıfsal eşitlik bahsi, Amerika’nın “demokratik, özgürlükçü” geleneklerine uygun değildi. Eşitlik talebi bu geleneklerin temeline dinamit koymak anlamına geliyordu.

Bir kaç gün önce, eşcinsel evliliği konusunda,  bütün Amerika eyaletlerini yasal olarak bağlayacağı söylenen  bir  yasa çıktı. ABD’nin yarattığı, arkaladığı teröristler katliamlarını yine, önceden olduğu gibi, “BOP” coğrafyasında, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri’nde bütün hızlarıyla sürdürüyorlar. Bu arada, amerikan emekçilerinin yaşam koşulları kötüleşmeye devam ediyor. Anglo-amerikan emperyalizminin müttefikleriyle birlikte dünyayı termonükleer bir savaşın eşiğine doğru sürüklediği şartlarda, Obama’nın sevinç jestleri medya organlarından yansıyor. Obama çok sevinçli. O da Hillary gibi Amerikalı olmaktan gurur duyuyor.

Yıllardır sadece bulunduğumuz coğrafyada sayıları milyonlarla ifade edilen insan, çoluk çocuk demeden katledildi. Milyonlarca insan  sakat kaldı, topraklarını terk etmek zorunda bırakıldı. Canını kurtarmak, karnını doyurmak için başka ülkelere kaçarken denizlerde boğuldu. Kadınlar tecavüze uğradı. Alınıp, satıldı. Bu hal yoğunlaşarak, yayılarak devam ediyor. Daha içinde bulunduğumuz haftada Suriye’de yüzlerce Suriyeli Kürt ABD’nin paralı savaşçıları tarafından  katledildi.

Bölgede aynı besleme katiller tarafından alçakça katledilenler arasında eşcinseller de vardı. Onların katli üzerine ABD Elçiliği binasına LGBT bayrağı astı. LGBT’ye dahil olmayan diğer milyonlarca kurban için parmaklarını dahi oynatmadılar. Çünkü onların Amerikan emperyalist totalitaryanizmini özgürlükçü ideoloji adına parlatmaları olanaklı değil. “Özgürlüklerin Amerika”sı  imajının şu sıralarda LGBT’ye ihtiyacı var. Şimdilerde “hür dünya” nın hürlüğünün kriteri o.

IŞİD’in eşcinsel katliamının ardından, ABD’de çıkması önceden planlanmış “eşcinsel evliliği” yasası sorunsuzca çıkıyor. O katliam işi kolaylaştırmış olmalıdır.

ABD’de tıbbi bakım olanaklarından mahrum olduğu için ölen, sosyal güvenlik şemsiyesinden mahrum olduğu için sürünmek zorunda kalanlar karşısında katı olan kalpler, entelektüel, siyasal getirisi olan, bir prestij aracı olarak “eşcinsel evliliği” talebi karşısında ne kadar yumuşak!

Yanlış anlaşılmasın, ABD’nin sinik ideolojisine alet olmadıkları sürece bu talebi yükselten kişilerle bu yasanın çıkmış olması nedeniyle bir sorunum yok. Ben bir burjuva  iki yüzlülüğünü, onun özgürlükçülük anlayışının aslında ne kadar insanlık dışı gayelere hizmet adına kullanıldığına iaşeret etmek istiyorum.  Yoksa bu talebi gerici bulduğumu daha önceki yazılarımda yeri geldiğinde belirtmiştim.  Talebi gerici bulmam onu elde etmek için mücadele edenlere saygı duymamı engellemiyor. Bu ayrı bir konu.

.Amerikan burjuva medyası, düzen entelektüelleri sevinç çığlıkları atıyorlar. “Özgürlükler ülkesi” Amerika’da yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu ilan ediyorlar. Zaten Amerika’da eşcinseller arasında fiili olarak yaygın bir şekilde var olduğu, yaşandığı bilinen bir “aile” şeklinin yasal olarak kabul edilmesi Batı’nın modern devlet aklıyla,  iktidar stratejileriyle, toplumsal imgelemiyle çelişmiyor. Sistem böyle işliyor. Önce direniyor, önlemek istiyor. Olmadı, yok sayıyor, görmezden geliyor, sonra alıştıra alıştıra soğuruyor, sistemine dahil ediyor. Bugün bunu kontrolü altındaki medya olanaklarıyla daha kolay yapabiliyor. Bunun bir sonucu da bütün maddi, kültürel eşitsizliklerine rağmen düzene iman tazelenmesi oluyor.Kıyılara itilmiş insanlar düzene kazandırılıyor.Kontrolleri olanaklı hale geliyor.

Aslında temel mesele bakımından, sınıfsal eşitsizlik şartlarında değişen bir şey olmuyor tabii. Zengin ve fakir heteroseksüel ailelere, bu kez, zengin ve fakir eşcinsel aileler de katılıyor. Asıl yarılma varlığını sürdürüyor,  ama şimdi bu ikincisinin legalleşmesi temel yarılmayı unutturacak şekilde sunuluyor. Düzen böylece modern zamanda hiyerarşik ilişkinin çekirdek kurumu olan ailenin meşruiyetini, daha genişletilmiş kapsamıyla birlikte, yeniden tanımlıyor. Bu sayede de bütün burjuva hiyerarşik toplumsal düzenin meşruiyetini, daha farklısı tahayyül bile edilemeyecek surette öznelerine tescil ettiriyor.

Sol da veri olarak kabul ettiği bu maddi söylemsel düzen içine çekiliyor. Onun içinde kalarak ona karşı konuşmayı radikallik sayıyor. Tıpkı “Tanrı vardır” hipotezini baştan önüne koyarak ve ondan hareket ederek “Tanrı yoktur” sonucuna ulaşan ateistin konumunda olduğu gibi.

Bu özgürlükçü ideoloji solu da etkisi altına alıyor. Politik mücadelenin merkezine kültürel alanı kat eden ilişkilerin, yaşam tarzlarının engellenmeden dışa vurulabilmesi olanağı konuluyor. Burjuva toplumunda bu olanak kaçınılmaz olarak aynen burjuva demokrasisi gibi formel kalmaya mahkumdur.

Modern toplumların en kalabalık kısmını oluşturan küçük burjuvazinin sol kesimlerinin genel olarak özgürlükçü bir radikalizme olan eğilimi malumdur. İkinci Savaş sonrası kentlerde nüfusu büyüyen yeni kuşak küçük burjuvalar, 68’de Batı’da ilk etkili çıkışını yapan bir sol anlayışın geniş ölçüde özneleri oldular. Özellikle (öncelikli hedefi haline getirmiş olduğu) reel sosyalist sistemin çökmesinden sonra işçi sınıfı sosyalizmiyle bağını kopartmış, sol siyasal organizasyonun merkezine çoğul kültürel sorun başlıkları altında verilecek özgürlükçü mücadelelerin eşgüdümlenmesi  işlevini koyan bir radikalizmi burjuva liberalizminin etkisi altında sahiplendiler. Marksizm-leninizm bu anlayışla tavizsiz mücadele etmek zorundadır(1)

Oportünistlerin “dün goşist diyerek kendimizden uzaklaştırmaya çalıştığımız küçük-burjuva sol anlayışlara yaptığımızın bir benzerini bugün liberallere yapmayalım ” demelerine kulak asmayalım.Onlar opotünistlerdir. İşlerini yapıyorlar. Biz de işimizi yapalım. (2)

Marksist-leninistler bireylerin cinsel tercihleri dolayısıyla baskılanmasını, ayrıma tabi tutulmasını kabul etmezler. Bununla beraber her hangi bir cinsel tercihin sözcüsü, propagandisti gibi de davranamazlar. Belli bir cinsel eğilimin, belli bir aile tarzının sözcüsü olarak hareket edemezler. Cinsel olan da dahil, her kültürel talep içindeki ilerici konumu sahiplenirler. Gerici talepleri özgürlükçülük adına desteklemek şöyle dursun, karşı çıkarlar. Politik pratiklerinde, taktiklerinde, ittifaklarında  işçi sınıfının siyasal çıkarlarını başlıca kriter olarak görürler.

Bu çerçevede  Marksist-Leninistlerin sütyen takmış erkekler, Nazi üniformasına benzer üniforma giymiş, ya da  daha başka acayip kıyafetlere bürünmüş gayların peşlerinden sokaklarda yürümesi gerekmiyor. Böyle  kimlikçi anlayışları öne çıkartanların devrimci partilerde faaliyet göstermesine izin vermemek gerekir. İşçi sınıfı siyasal örgütlerinin, partilerinin belli kimliklerin istismar aracı haline  getirilmesine mani olmak gerekir.

Devrimcilerin, emperyalizm destekçileri de dahil, her görüşten LGBT bileşeniyle birlikte hareket etmesini kabul etmiyorum. Emperyalistlerin özgürlükçü imaj faaliyetine alet olmamak lazım.

Emperyalist düzen aygıtları bir gerçekliği kendi siyasal-ideolojik çıkarları adına kabullenmeden önce zaman zaman kendi içlerinde çelişkili pozisyonlar alabilir, hatta çatışabilirler. Ancak süreç içinde aynı hizaya geldikleri görülür.

Modern burjuva toplumunun “uzman kadroları”, organik ideologları, siyasiler, din adamları meşruiyet adına değişen tempolarda, değişik vurguları olabilen söylemsel içeriklerle onay verirler. Mesela Papa çıkar, “yeni bir yaklaşım” dan söz eder filan (3)

Şimdi Amerika’dan işaret geldi. Yakında peş peşe bir çok Avrupa ülkesinde benzer “özgürlükçü” yasanın geçtiğini göreceğiz. Zaten Türkiye’de de tomanın üzerine çıkan vekilin (bir süre önce Suriye ile ilgili olarak Amerika’nın bakış açısından konuşmuştu) coşkusunu Obama’nın coşkusundan ayrı düşünmek doğru olmaz.

Son olarak, bu özgürlük ve eşitlik arasındaki diyalektiği iyi kurmak gerekir. Sosyalistler amerikanvari özgürlükçülük anlayışının sözcüsü olamazlar. Amerika bizim eşitlikçilik anlayışımızı benimseyebilir mi? O eşitlikten sadece hukuk önünde eşitliği anlar. Bu salt hukuksal anlayışla onun özgürlükçülüğü arasında tutarlılık var. Ancak bu tutarlılık dahi ikisinin karşılıklı olarak birbirlerini dışladıkları bir bağlama sahiptir. Yani bir bütünselliğe referans vermez.

Sosyalistler eşitlik ve özgürlüğü reel, maddi bir sorun ve dolayısıyla kendi içinde kaçınılmaz temporel gerilimlere, mesafelere referans verebilecek birbirinden ayrılamaz bütünsel bir talep olarak tartışırlar.

NOTLAR:

1) Marksist-leninistlerin “68 Ruhu” na karşı itirazlarını hatırlayalım. Özellikle üç görünümünün altını çiziyorlardı: Aşırı cinsel haz arayışının öne çıkartılması; sol siyasal terörizm (goşizm); ve içsel mistik deneyimin olumlanması. Her üçünün ortak noktasının somut toplumsal siyasal angajmandan kaçınmak olduğu ilave ediliyordu. Batı’da 68 devrimciligi denilirken kast edilen toplumsal bir devrimle ilgili her tasavvur ve tasarrufun inkar edilmesidir (Aslında Çin Kültür Devrimi’ne duyulan  ilgi de devrimin sosyal bağlamının anlaşılmış olmasından çok, bu söz konusu 68 özneleri için “kültür” sözcüğünün büyülü çağrışımıydı.)

Bugünlerde yeniden “68” model radikalizmin teşvik edilmekte olduğuna tanık oluyoruz. Hatta ‘renkli devrimler” de  bile 68 esini açıktır. Anti-kapitalist-emperyalist sosyal devrimci girişimlerin “varoluşsal gerçekliği doğrudan deneyimleme” (aslinda yukarıda işaret edilen her üç eğilimin de aradığı böyle bir deneyimdi) adına salt kültürel talepler etrafında sulandırılmak istendiğini görmemiz gerekiyor. LGBT konusuna yaklaşırken işin bu boyutunu da dikkate almak lazım.

Geçenlerde solcu akademisyen I. Wallerstein, RT kanalına verdiği bir röportajda yeni bir 68 olasılığından söz ediyor, 68’in 1917’den daha değerli ve önemli bir deneyim olduğunu vurguluyordu. Elbette bugün “Konfederasyon” bayraklarının yeniden göndere çekilmesi, 917’nin anlam ve öneminin kavranamamış olmasıyla alakâlıdır.

Wallerstein demişken bir şeyi daha belirtmek yerinde olacaktır. Marksist-leninistler bu tip figürlerin araştırmalarından, çalışmalarından elbette istifade etmelidirler. Çalışmalarındaki ilerici yönleri değerlendirmelidirler. Ancak onların politik olarak, yani proletarya siyaseti bakımından kullanışlı olmadıklarını da görmelidirler. Bu, mesela, komünist portalların popüler referansları arasında bulunan Prof Y.Küçük gibi figürler için de geçerli olmalıdır.

2) Seçim günü böyle goşist anlayışa mensup bir örgütün tescilli katil eski bir devlet görevlisine karşı girişmiş olduğu suikast eylemi sonrasındaki gelişmeleri hatırlayalım.Cemaat medyasının bu olayı detaylarına kadar önceden bildiği ortaya çıkmıştı. Benzer bir durum Çağlayan eyleminde de görülmüştü. Ne yani şimdi hangi kontr-gerilla güçlerinin  maşaları oldukları malum örgütleri bağrımıza mı basalım?

3) Bu Cizvit kökenli Papa enteresan bir figürdür, emperyalist stratejik çıkarları izleyen adımları, “açılım” ları var. ABD, Küba’yla yakınlaşarak L.Amerika’ya gerici bir müdahalede bulunmanın planlarını yaparken, Papa Küba’yı ziyaret ediyor, Raul Castro, kendisinin de vaktiyle Cizvit tarikatına mensup olduğunu söylüyor, tekrar hidayete erebileceğinin işaretleri veriyor. Bu Papa’nın 1976 Arjantin Darbesi’nden sonra solculara karşı işlenen suçlarda gerici bir din adamı olarak rol aldığı iddiaları var. Hatta o sıralarda Arjantin’de  bir üniversitede çalışan Prof Michel Chossudovsky onu gerici, faşist işleviyle hatırladığını söylüyor .

Tweetle

Bir cevap yazın