Daha önce bir çok kez söylemiş olduğum gibi, iç siyasal gelişmeleri, dış siyasal gelişmelerden, özellikle de ülkemizin içinde yer aldığı uluslararası bağlamın gündeminden ayrı değerlendirmek doğru olmaz. Yeni bir dünya düzeni (1) kurma çabalarının kanlı savaş ve iç savaşlara neden olduğu, neden olmaya devam edeceği şartlarda bu bağlantının üzerinde çok daha dikkatli durmak gerekiyor.
Bugün ülkemizde seçim sonrası koalisyon tartışmaları yapılıyor. Seçim sonrasındaki yazılarımdan birinde belirtmiş olduğum gibi, olası bir koalisyon HDP’siz olmaz. Yani onun doğrudan veya dolaylı olarak katılmadığı bir hükümet formülü başarısız olur. Uzun sürmez. Bugün dış ve iç emperyalist güç odaklarının beklentisi HDP desteğinde AKP-CHP koalisyonudur. Olmadı, AKP-HDP koalisyonudur. Öncelik birinci formüldedir.
Emperyalistler Suriye’de, Irak’ta “yeni” bir strateji deniyorlar. Bu yenisi de başarısız olacak. “Ilımlı” islamcı çeteler ve Kürtler arasında işbirliğine dayalı, ABD’nin askeri olarak daha aktif olduğu bir strateji uygulanıyor. Buna göre, bütün emperyalist ülkelerin ve onların bölgedeki vasallarının bu yeni stratejinin arkasında blok halinde durmaları, kendilerinden istenen katkıları yapmaları bekleniyor.
El Kaide bir emperyalist savaş konseptidir. “Proxy war” (“vekalet savaşı”) dedikleri budur. Bu konsept yetmişli yılların sonunda Afganistan’da oluşturuldu. Seksenlerde, doksanlarda, Afganistan ve etrafındaki eski Sovyet coğrafyasında, Rusya’da, daha sınırlı ölçüde, Çin’de geliştirildi. Yeni bin yılın başında ABD’nin Orta Doğu operasyonlarıyla birlikte yeni bir içerik ve anlam kazandı.
Afganistan’daki Sovyet güçlerine karşı eğitilip-donatılan cihatçılar, savaşın sonuna kadar “dost kuvvetler” olarak işlev gördüler. Ancak biraz sonra Afganistan sorunu etrafında oluşturulan emperyalist koalisyonun bileşenleri, özellikle de İran, Pakistan ve Afganistan arasındaki güç ve çıkar ilişkileri böyle bir dostluğun sürdürülmesini zorlaştırdı. Aradan Taliban çıktı. Bu süreçte ABD ve Pakistan Taliban adına hem teşvikçi hem de frenleyici roller oynadılar.
Taliban deneyimi söz konusu konseptin geliştirilmesi bakımından ABD için zihin açıcı oldu. Bu sayede, hem “düşman” hem de ” dost” işlevini yerine getirebilecek kabiliyete sahip, yani hem tavşan hem de tazı gibi kullanılabilecek bir kuvvet kurgulandı.
Afganistan’da Sovyet müdahalesinin epey öncesinde kökleri ta erken ellili yıllarda bulunan “yeşil kuşak” stratejisinin maddi, yani parasal altyapısı oluşturulmuştu. İslamcı siyaset emperyalistlerin denetimindeki uluslararası parasal ağlara bağlandı. Bu ağın dışındaki islamcı grupların etkili olma olasılığı kalmamıştı.
Bizde de mesela “komünizmle mücadele dernekleri”, “ilim yayma cemiyetleri” ve diğer benzeri kuruluşların “iş dünyası” yla, TSK’sıyla, MİT’iyle, yargı erkiyle, medyasıyla devlet himayesinde oluşturulmuş olduklarını biliyoruz. Sahip oldukları militan veya paramiliter özellikler sayesinde, laik tandansları törpülenmiş ülkücülerle bir çok durumda kombinasyon halinde hareket eden islami hareketlerin finansmanı bu uluslararası bağ dikkate alınmadan analiz edilemez.
Bu bağ yetmişlerin başında, Vietnam’daki direnişin neden olduğu hayal kırıklığı ve onun etkisiyle Bretton Woods’un ilgası, doların -bir anlamda- altın yerine petrole denklenmesiyle birlikte daha da sıkılaştırıldı.
Geçmişte Sovyetlere karşı tertiplenen kampanyada aktif olarak yer alan ulusal-egemen vasal devletler, bu savaşta emperyalistlerin sosyalist güçleri geriletmiş olmalarına rağmen ağır bir bedel ödediler. Ödemeye devam ediyorlar.
Mesela Pakistan artık “ulusal-egemen” bir ülke değil. Hatta fiilen ABD’nin işgali altında. Afgan sorununun ilk sonuçlarından birisi olarak Pakistan’da İslamcı askeri darbe oldu. Sonrasında o zaman ki Pakistan egemen sınıflarının siyasal temsilcileri Taliban sayesinde Afganistan’ı kontrol edebileceklerini ve böylece kendilerinin bölgede ABD için vazgeçilmez bir ülke olacağını, tabii bunun da bir takım maddi getirilerinin olacağını öngörmüşlerdi. Dimyat’a pirince gidilirken eldeki bulgurdan da olundu.
Yine mesela sonrasında İran uzun, tüketici, manasız bir savaşa sürüklendi. İran’daki devrimci rejim en gerici siyasal hatlara çekilerek kendisini konsolide etti.
Hatta Türkiye’de, 1978’in son aylarından itibaren sokaklarda şiddetin tırmanmasında ve sonrasında 12 Eylül’de Türk-İslamcı NATO darbesinin gerçekleştirilmesinde Afganistan’daki durum bir etken olmuştur.
Kısacası, bu tür emperyalist koalisyonlara dahil olmanın dahil olan adına bir takım sonuçları olmaktadır.
Uzatmayalım. Bugün bu El Kaide konsepti Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Yemen’e, Afrika kıtasına kadar geniş bir alanda uygulanmaktadır. Hem düşman hem de dost; hem tazı hem tavşan rolünü oynayan cihatçılar sayesinde tabii.
Şimdi bakınız, Libya’da bu El Kaide olmasıydı, Kaddafi’yi devirmek çok güç olurdu. El Kaide olmasaydı, Irak’ı parçalamak kolay olmazdı. Suriye’de cephe açılamazdı. Tabii bu konseptin bir gereği olarak bir süre sonra belli bir savaş alanında “dost” işlevi gören belli bir kısım cihatçı içlerinde yer alan yetiştirilmiş emperyalist ajanlar sayesinde kontroldan çıkartılıyor. Ya da bazı vak’alarda kendileri siyasal hayallere kapılıp sahiplerini ısırmaya kalkışabiliyorlar. Bu durumlarda düşmanlaştırılıyorlar. Böylece “hür ve demokratik dünya toplumu” bu barbar düşmanlar karşısında emperyalist ülkelere iman tazeliyor. Çeşitli namlar altında bu konsepte uygun olarak cihatçı havuzundan alınan bir kısım savaşçılar bu “yeni” düşmanlar karşısında “yeni” dostlar olarak zuhur ediyorlar.
Emperyalistler her halikârda, bir taşta bir kaç kuş vurmuş oluyorlar. Ancak makul bir süre içinde bir sonuç alınamadığı takdirde, bu durumun sürdürülebilmesi, hem askeri olarak hem ideolojik olarak müşküldür. Yani böyle devam etmek riskli bir patinaj halidir. Devreye doğrudan girip müdahil olmak gerekir. Bunu yapmanın da ağır bir bedeli olabilir.
Artık dışarıdan izleyenler açısından El Kaide nerede başlıyor, El Nusra ya da ÖSO, IŞİD, Boko Haram, ve diğerleri nerede bitiyor, ayırt edilmesi çok güç oluyor. Aslında tabii hepsi aynı “proxy war” havuzunda sıralarının gelmesini bekleyen güçler. Bu bekleme elbette pasif bir bekleyiş değil. Pekala IŞİD saflarında savaşan bir “düşman” savaşçı, bir süre sonra görülen emperyalist lüzum üzerine, diyelim, ÖSO saflarına geçiş yaparak “dost” a dönüşebiliyor.
IŞİD’çilerin ilk savaşçı kadrolarının önemli bir kısmı Libya’dan getirilerek, Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a sokuldu. Bu geçişin koordinasyon merkezi Ankara’da, ABD Büyükelçiliği’ndeki CIA karargâhıydı.
Yine mesela Libya’da, bugün, haberlerden izliyoruz, IŞİD’in El Kaide’yi, yani “kontrolden çıkmış” eskinin dostu ama bugünün düşmanı olan El Kaide’yi, saf dışı etmekte kullanıldığı görülüyor. Yani bir kaç yıl önce Suriye’de gözlemlenene benzer bir tablo var.
Geçerken, daha önceki yazılarımda da değinmiştim, Libya’nın düşmesi, Nijerya, Çad hatta Nijer gibi ülkelerin de karışması anlamına gelecekti. Bugün bunun olduğunu görüyoruz.
Şimdi Suriye’de tekrar ÖSO sahne alıyor. IŞİD’in, El Nusra’nın işlevini, özellikle Suriye’de büyük ölçüde tamamlamış olduğu anlaşılıyor. Bir dönüşüm geçirmeleri gerekiyor. İŞİD’in büyük ölçüde önceki ÖSO yapısı üzerine oturtulmuş olduğunu biliyoruz. Yani ilk ortaya çıkışında ÖSO referansı esastı. IŞİD elbette gökten aniden inmedi.
Bugün de ÖSO yoktan var edilmiyor. Yani bir süreklilik, geçişlilik var. Buna “El Kaide” konsepti ya da “proxy war” konsepti diyorum. Burada sahnelenen aynı oyunun yeniymiş gibi sunulması adına vitrine bir takım yeni yüzler yerleştirmek gerekli oluyor. O kadar da olur.
Şunu da söylemem lazım: Bu “proxy war” oyunu bir Amerikan buluşu değil. Eski Roma da bu stratejiyi sık kullanırdı. Sonunda yıkılmasına neden oldu. İşiniz yangın çıkarmak olunca, önünde sonunda sebep olduğunuz alevlerin içinde kalmanız kaçınılmaz oluyor.
IŞİD, emperyalizmin söz konusu konseptinin uygulanışında vahşi yöntemleri temsil ediyor. Bu vahşi yöntemler zor görünen ittifakları dahi mümkün kılabiliyor. Buzkıran işlevi görüyor. ÖSO ve Suriyeli Kürt gruplar birlikte işlevini yerine getirmiş IŞİD’i püskürtüyorlar. İŞİD söz konusu negatif işlevini yerine getirmemiş olsaydı, şimdi ÖSO ve Kürtlerin ittifakını öngören emperyalist stratejinin uygulanması mümkün olamayacaktı. Nitekim, IŞİD tabloya dahil edilmeden önce olamamıştı.
Bugün Suriye Kürtleri’nin kazanmış gibi göründükleri mevziler emperyalistler açısından Esad yönetimini alaşağı ederek Suriye’yi parçalama senaryosunun etaplarından birisi olarak görülmektedir. Bu yüzden desteklenmektedir. Kürt siyaseti, geç kalmış bir “ulusal sorun” un taşıyıcısı olarak emperyalizmin böl-yönet oyununa muhtaç olduğunu düşünmektedir. Kürt ulusal siyasetinin tarihsel referansları gericidir. Komünistlerin her ulusal hareketi destekleme yükümlülüğü yok. Ahmakça saplantılardan kurtulmak lazım.
Rojava’dan sonra Tel Abyad sosyalist solun özellikle sözde anti-emperyalist, oportünist kesimlerinde bir sevinç yarattı (2) Yani ÖSÖ ve Suriye Kürtleri arasındaki ittifak ilk meyvesini verdi. Tel Abyad Kürtler tarafından ele geçirilmeden hangi gücün elindeydi? İŞİD’in. Onu kimler yaratıp, alana sürmüşlerdi? Şimdi ele geçirenlerin arkasındaki güçler, öyle değil mi? Pekiy bu yeni ittifak kime karşı? Emperyalistler karşısında ülkesinin egemenliğini ve bütünlüğünü savunan Esad yönetimine karşı. Bu ittifakı kimler kurdu? Kimler destekliyor? ABD, AB, Japonya, S.Arabistan, Ürdün, Katar, İsrail. Yani emperyalist blok. Bakınız, Suriye’de Esad yönetiminin anti-emperyalist direnişi karşısında alınan konum bugün solculuk ölçütüdür.
Kürt siyaseti, emperyalizmle girmiş olduğu stratejik ortaklık çerçevesinde Türkiye ilerici ve sosyalist güçlerini “Büyük Kürdistan” emeline ulaşmak adına salt taktik açıdan değerlendirmekle kendi ayağına kurşun sıkıyor. Akılcı bir Kürt siyaseti için aslolan demokratik, sosyalist bir Türkiye olmalıdır. Stratejik hedef bu olmalıdır. Türkiye ve Arap solcularını taktik hesaplarla feda etmenin telafisi mümkün olmayacak sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Emperyalizme ve salt Kürtlere dayanarak ilerici bir Kürdistan kurmak mümkün değildir.
Emperyalizm devrinde, anti-emperyalist olmayan bir sol tahayyülü, sol liberalizmdir. Kaçınılmaz olarak. Tabii görüntüyü kurtarmak için oportünist sahtekarlar “anti-emperyalizme evet, ama neden Esad direnişini destekleyelim” diyorlar. “Diktatör Esad” edebiyatı yapıyorlar. Gizlemeye çalıştıkları sol liberal işlevlerini açık ediyorlar. Anti-emperyalizmden, anti-kapitalizmden arındırılmış bir “anti-Tayyipçilik” yaparak muhalif emekçi halk kitlelerinin gazını almaya çalışıyorlar.
Emperyalistler için sahadaki cihatçı savaşçılar askeri olarak ne ifade ediyorlarsa, masa başındaki bu oportünist savaşçılar da, ideolojik olarak, benzer bir şeyi ifade ediyorlar.
Türkiye siyasetine emperyalist talimatlara göre yön veren AKP hükümeti kurmayları,ulaştıkları konfor düzeyinin de katkısıyla, zihinsel olarak yoruldular. Stratejik değişikliklere adapte olmakta güçlük çekiyorlar. Amerika Türkiye’ye diyor ki, “yav ben artık Suriye’de IŞİD atı yerine ÖSO ve Kürt atını kullanacağım, sen de bana ayak uydur”. Türkiye ayak sürüyor. Eski gidişata bayağı adapte olmuş, hatta kendisini fazla kaptırmıştı. Orada kalmakta ısrar ediyor. Dahası, oradan çıkmasının da kolay olamayacağını görüyor.
Bu ısrar da Tayyip’ten ve Cemaat’le koalisyonun bozulmasından sonra hükümet karşısında eli nispeten güçlenmiş gözüken, yeterli garantiler almadan, zamansız bir savaşa dahil olmaktan kaçınmak isteyen TSK’dan kaynaklanıyor. Özellikle Tayyip her tür değişiklikten, statükonun bozulmasından, kontrolünün kaybolmasından kendi hesabına ürküyor.
AKP rejiminin ve Tayyip’in, dayandıkları sermaye güçlerinin hesaplarında Türkiye, Türk, Kürt, Türkiye halk sınıflarının çıkarları yer almıyor. Yer alamaz. Bunu en baştan koymak lazım. Bir vasal devlet olarak Türk devleti, özellikle de bu rejim altında, mesela, Esad yönetimiyle işbirliği yapamaz(3)
Türkiye 1923’ün Türkiye’si değil. O da zaten geçici bir uğraktı. Burjuvazinin etap etap (İlk etap 1926 olarak görülebilir. Ancak patlak veren dünya bunalımı ertelenmesine neden olmuştu) emperyalist sisteme entegre olup, palazlanmasıyla o devir kapandı. Emperyalist işgal altındaki bir ülkeden ulusal-egemen bir burjuva devleti çıkarken elbette burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri ilerici bir işlev görürler. Ancak emperyalist sisteme entegrasyon başlayınca bu sınıfın ve devletinin gericileşmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bugünkü düzen siyasetinden ve onun oyuncularından ilerici, anti-emperyalist bir rol beklemek siyasal sahtekarlık olarak görülmek gerekir.Bu Tanzimat bürokratı kafasından, Tanzimatçı hazırlopçuluktan kurtulmak lazım.Tanzimat bir kifayetsizlik, iktidarsızlık siyasetiydi.
IŞİD ısrarı AKP’nin mezhepçi gündemiyle bağdaşıyor. Son yıllarda AKP rejimi bölgede iç ve dış güç iktidar odaklarıyla kurmuş olduğu dengenin sürdürülmesi adına statükonun değişmesini istemiyor. Esad’lı Suriye’yi iktidarı için en büyük dış tehdit olarak görüyor. İŞİD’ in de onunla mücadelede en etkili savaş aracı olduğunu düşünüyor. IŞİD’i de kullanarak emperyalist patronlarını Suriye’de Esad’a karşı daha çabuk ve daha aktif bir siyaset izlemeye zorlayabileceğine inanıyor. Yine İŞİD sayesinde “barış süreci” yalanı içine soktuğu Kürtleri kontrol edebileceğini hesaplıyor.
AKP ve Tayyip’ten anti-emperyalist, ilerici, demokratik bir siyasal pozisyon almasını beklemek ahmaklığın daniskası olur. Emperyalistler ve vasalları arasında somut durumlarda görüş farklılıkları ortaya çıkması olağan vak’adandır. Bütünlük çelişkileri dışlamaz. Seçimlerden önce emperyalist siyaset tarafından Tayyip’i etkisizleştirecek bir kampanyaya destek verilmiş olunması bu bakımdan anlaşılabilirdir.
Şimdi emperyalistler ve buradaki temsilcileri “yeni siyaset” in gereğini yerine getirmek istiyorlar. Tayyip’in ezberlenmiş bir refleksle Baykal’a sarılmış olmasının beklediği siyasal sonucu vermesi zor. Çünkü hem Kılıçdaroğlu hem Demirtaş rollerine çok iyi hazırlanmışlar.
Demirtaş seçim kampanyasında kendisini Türkiyelilik oyununa fazla kaptırmıştı. Seçimden sonra Kandil, İmralı ve tabii onların kullandıkları Türk solundan devşirilmiş siyasal figürler ayar çektiler (4)
Tayyip’in bu koşullarda MHP’ye asılacağını öngörmek mümkün. Tayyip, kendisini kurtarmak için böyle bir koalisyon istiyor. Ancak bu onun için en kötü sonuçlanacak senaryo anlamına gelir. Böyle bir koalisyon uzun sürmez. Bu kez sadece Tayyip’i değil, Türkiye’yi bölgesinde emperyalistler açısından bir sorun haline getirir. Ekonomik-politik istikrar iddiası tamamen çöker (5). Tayyip’in ve yakınındaki siyasetçilerin kaderini kestirmek güçleşir.
Vasallarla emperyalist patronları arasında stratejik bir işbirliği vardır. Vasallık ilişkisinin temel gereği bu. Adımlarınızı patronun stratejik adımlarına uygun hale getirmek zorundasınız. Yoksa film kopar.
Olası bir AKP-MHP koalisyonu, CHP ve HDP’nin daha da yakınlaşmasına, AKP’de de bölünmeye yol açar. Bence bu seçimlerden çıkan sonuca göre, emperyalistler açısından MHP’li bir formül sadece HDP ile işbirliğini öngörürse geçerli olabilir. Yoksa, MHP’ye bir rol verilmesi beklenmemelidir. Türkiye burjuvazisi, emperyalist merkezden gelen talebi biliyor. HDP’siz ve hatta CHP’siz bir hükümet formülü tatmin edici olmayacaktır.
Bugün iktidar ve muhalefetiyle mevcut düzen partilerinin, hizmet ettikleri işbirlikçi burjuvazi ve onun devletinin emperyalist talepler, emperyalizmle stratejik işbirliği hilafına bir harekete kalkışması, rota izlemesi olanaklı değildir. Böyle bir kalkışma, anti-emperyalist direniş öncelikle demokratik halk güçlerinden gelebilir.
Suriye’de çatışmalar şiddetlenecek, iki taraf da büyük bir saldırıya hazırlanıyorlar. Suriye nihayet -geç de olsa- bir halk savaşının zaruri olduğunu anladı. Muhtemelen kesin kazananı ABD’nin ve müttefiklerinin çıkar çatışmaları içinde geri çekilmelerine kadar belli olmayacak yeni hamleler izleyeceğiz.Kolay olmayacak. Rusya, İran gibi ülkelerin bu savaşa mesafeleri daha da kısalacak.
Bölgedeki savaşın en sonunda kaybedeni iki bölgesel oyuncusu olacak : İslamcı siyaset ve hali hazırdaki Kürt siyaseti. Her ikisi de anti-emperyalist değildir. Dahası, bugünkü konumlarını emperyalizmle yapmış oldukları işbirliğine borçlular. Bugün de bunu görüyoruz. Kürt siyaseti seçim sonrasında derhal kendi özel gündemini -haklı olarak- devreye soktu. Bu onların sorunu değil. Onlardan Türkiye sosyalist hareketi adına beklentileri olanların sorunu.
Türkiye solunun geniş sayılabilecek kesimleri, Kürt siyasetinin ihtiyaçları dolayısıyla kendi tarihsel anti-emperyalist çizgisini feda edebileceği bir stratejik işbirliğinin önünü açma gayretleri içindedir (Hatta bu çabanın yer yer usta-çırak ilişkisi içinde kotarılmakta olduğunu görüyoruz).
Kürt siyasetinin sol liberalizmin sahadaki en önemli, en kitlesel siyasal taşıyıcısı olduğunu da unutmayalım. Kürt ulusalcılığı ve Türk ulusalcılığı arasındaki önemli bir fark, birincisinin kendisini sol liberalizm içinde ifade etmeyi zaruri görürken, ikincisinin de, bu şartlarda, zorunlu olarak ona karşıt bir konuma yerleşmiş olmasıdır. Burada marksist-leninist siyaset adına bir tehlike, Kürt ulusalcılığından kaçarken Türk ulusalcılığına yakalanmak olabilir.
Bu yüzden eğitime, disipline, ideolojik mücadeleye daha fazla özen göstermek, şu portallardan dökülen “bin çiçek açsın” laubaliliğine prim vermemek gerekiyor. Burjuva medyasında “farklı” görüşlere ziyadesiyle yer veriliyor. Marksist-leninist sol bir portalı “farklı” figürlerin, o sözüm ona, “farklı” görüşlerini okumak için niye izleyeyim?
NOTLAR:
1) Tarihte bütün yeni dünya düzenleri kurulmadan önce büyük, hatta bazen hayli uzun sürmüş iç ve dış savaşlar (mesela 1648 Westfalia Düzeni kurulmadan önce Avrupa’da 30 yıl savaşları olmuş. Bunun öncesinde, esnasında ve hemen sonrasında büyük yıkımlar, kitlesel çapta sonuçları olan sosyal trajediler, salgınlar ortaya çıkmış) görülüyor. Bu savaşların gerçek ekonomik-politik nedenlerinin altında gizli kaldığı farklı görünümleri vardı. Mesela 30 yıl savaşlarında “din, mezhep savaşı” görüntüsü hakimdi.
2) Bu arada, Ukrayna’nın doğusundaki halk cumhuriyetleri devrimleri Türkiye devrimcilerinin ilgisini çekmiyor. Üstelik de Ekim Devrimi coğrafyasında yer alıyorlar. Bu devrimciler, Kiev’deki faşist yönetimin askeri saldırıları ve Rusya’daki oligarkların ekonomik baskıları arasında sıkışmış halde, bankaları kamulaştırarak, kâr oranlarını sınırlayarak pazar ekonomisinin hareket alanını daraltmaya, halkın maddi ve sosyal ihtiyaçlarını sosyalist bir programla gidermeye çalışıyorlar. İki taraf da onları farklı gerekçelerle boğmak istiyor.
3) Şimdi bu Suriye-Irak-Iran sorunu daha çok su kaldırır. Mücadele eden taraflar arasında bu şartlarda ve daha uzunca bir süre istikrar anlamına gelecek nihai bir siyasal düzene ulaşılması zor görünmektedir. Çatışmanın şiddeti arttıkça, geçişken, kaygan ittifaklara tanık olacağız. Taraflar geçici mevziler kazanabilirler ama bu kazançlar istikrar anlamına gelmeyecektir. Pirus zaferlerine tanık olabiliriz. ABD, vaktiyle Saddam dönemi Irak’ında uygulamış olduğu strateji ve taktikleri, olanak bulduğunda, Suriye sorunu etrafında da uygulamak istemektedir. Zaten bugünkü savaş o geçmişteki savaşın devamıdır. Buna şüphe yok.
Dolayısıyla ABD, Suriye’nin Türkiye ve Irak sınırlarına yakın belli bir paralelinde konumlanmayı ve tabii bunun için Kürt kartını kullanmayı da düşünmektedir. Ancak halen savaş halinde bulunduğu Suriye’ye karşı bu düşüncesinde başarılı olması hayli zor. Bu kez, İran, Irak, Rusya gibi ülkeler, kim ne derse desin, doğrudan soruna dahil olmuşlardır. Yani Saddam Irak’ındaki şartlar yok.
Türkiye ise Saddam döneminde olduğu gibi, şimdi de, ABD’ye itiraz edebilecek konumda değil. Özal zihniyetini daha fütursuzca uygulayan bir siyaset iktidarda. Üstelik muhalefet partilerinin tavırları da pek farklı değil. Bir de, ABD ile stratejik işbirliği içindeki Kürt siyasetinin parlamentoda kilit işlevi görebilecek sayıya sahip bir partisi var. Yani Türkiye’deki düzen siyaseti emperyalizme hizmet bakımından hemen hemen aynı hizada.
Bu arada, Türkiye’nin İsrail’le stratejik işbirliği içinde olmadığını iddia edenler yalan söylüyorlar. Zaten onların işi sürekli yalan söylemek. Elbette Tayyip’ten anti-emperyalist kahraman yaratma çabalarını “van minüt”çülüğe sahip çıkarak takviye edecekler.
Şu kadarını söyleyeyim, bölgede ABD’nin arabasına koşulanlar hüsrana uğrayacaklar. Artık ABD düşüşte olan bir güçtür. Ekonomik olarak, demokratik olarak halklara sunabileceği bir şeyi kalmamıştır. ABD, sadece kan, sürgün, açlık demektir. Türkiye’de daha geniş ölçekte ve daha geniş siyasal hedeflerle tekrarı kaçınılmaz görünen bir kitlesel halk hareketi (çünkü seçimler, erken seçimler işleri daha berbat etmekten gayrı bir işe yaramıyor) bölgede yeni demokratik bir sürecin ateşleyicisi olacaktır.
Bu savaşın uzun sürmesinin bana göre önemli bir nedeni de İran, Rusya, Çin gibi ülkelerin cihatçıların arkasındaki önemli bölgesel güçlerin (Türkiye, S.Arabistan, Ürdün, Katar, İsrail) istikrarını tehdit edecek hamleler, operasyonlar yapmaktan kaçınmalarıdır. Suriye ve Irak’taki emperyalist stratejiyi onun uygulayıcıları için bir bumerang haline getirmek gerekir. Aksi halde uzayan savaş Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerin istikrarını bozacak sonuçlar doğuracaktır. Doğuruyor da. Mesela Rusya, Ukrayna sorununu Suriye politikasından ayrı olarak değerlendirmeyeceğini biliyordur.
4) AKP iktidarının ilk yıllarında kadro kifayetsizliğini merkez sağ ve soldan devşirdiği kadrolarla gidermeye çalışmıştı. Yani bu devşirme kadroları sadece özel gündemini iktidarını konsolide edene, ya da köprüyü geçene kadar gizlemek için kullanmamıştı. Entelektüel ihtiyaçtı. Bugün Kürt siyasetinin, Türk solundan spor niyetine takılan, her daim işsiz güçsüz, dolayısıyla sorumsuz, günlük yaşayan, siyasete de günlük takılan, “sürekli” öğrenci liderlerini, aslında devrimin, devrim olanaklarının yadsınması anlamına gelen sürekli devrimin sürekli Trotskistler’ini, Enver Hocacılar’ı istihdam etmesini böyle bir kadro kifayetsizliğiyle açıklamak da mümkündür. Yani mesele herhalde sadece Türkiyelilik, solcu kardeşliği olmasa gerektir. Bugün Kürt kadroların vitrinde görünenleri Kürtçe gibi Türkçe’yi dahi iyi kullanabilme kapasitesine sahip değildir. Eh, sağlam bir dil olmayınca, sağlam bir düşünce de olamıyor. Öyle değil mi? Dolayısıyla bu Türk solcularına bir zaman daha ihtiyaç duyulacağını öngörebiliriz.
Kürt siyasetinin, demokratik bir sorunun taşıyıcısı olması nedeniyle, bu söz konusu kadroları özellikle ve ağırlıklı olarak devrimci demokratik çevrelerden (devrimci demokratik çerçevenin içeriği bugün radikal-liberal demokratik malzemeyle takviye edilmiştir) ya da aynı anlama gelmek üzere ÖDP, EMEP benzeri yapılardan devşirmeleri de anlaşılabilirdir.
5) Şimdi, halkın “istikrar manyağı” haline getirilmiş olduğu söyleniyor. Bu tespit eksiktir. İstikrar salt politik-ideolojik bir sonuç değildir. Her şeyden önce ekonomi-politik bir vak’adır. Bir iki yıl önce bir yerde okudum, bir medya organı, İstiklal Caddesi’nde rastgele insanlarla bir tür anket yapmış. Yüz küsur kişiye sorular sorulmuş. Caddeden geçen deneklerin yüzde 64’ü borçlu olduğunu, her ay düzenli olarak borç ödediğini, hatta bütçesini borçla çevirebildiğini söylemiş. Bunu görmek lazım. Finansallaşma insanların borçlandırılması anlamına gelir. Dinamizmi budur. “İstikrar manyaklığı” lakaytlığını bırakıp, onu doğuran ekonomik altyapıyı teşhis etmek gerekir.
Dün tarihi bir mekana yasal olmayan bir şekilde bir çay bahçesi kondurmuş bir tanıdığımla konuşuyordum. Çay bahçesini açarken belediyenin engellemeleri olmuş ama sonra iş tatlıya bağlanmış. Belediyeye aylık bir kira ödemeyi kabul etmiş. İş çay bahçe işletmeciliğiyle de sınırlı kalmamış. Turistik eşyaların da satıldığı bir mekan haline gelmiş. Ailece işletiyorlar. Bana, “ben de vaktiyle siyasal olarak senin gibi düşünüyordum, ancak şimdi şartlarım değişti, bu hükümeti desteklemem gerekiyor, hükümet giderse belki belediye beni buradan çıkartır” dedi. Aynı yola çıkan bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. İstikrar algısının böyle ekonomik boyutları olduğunu unutmayalım.