Anadolu’daki Ermeni kırımının yüzüncü yıldönümünde bir kez daha emperyalizm karşısında enformatik mücadelenin ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Emperyalizm kontrol ettiği enformatik araçlar, olanaklar sayesinde her zaman kendi suçlarını başkalarının, hatta suçun kurbanlarının, mağdurlarının üzerine yıkabiliyor. Daha önemlisi, kendi iddialarını mağdurlar da dahil olmak üzere geniş kitlelere kabul ettirebiliyor.
En etkili yöntemi, çıkarlarını, iftiralarını, iki yüzlülüklerini, en demokratik, en insani konumlardan hareket ederek gizlemektir. Burada söz konusu konumların sözcüsü olarak davranan entelektüel figürler ve araçların katkılarını ihmal etmeyelim (Mesela “sol” partiler, “sol” entelektüeller, “ilerici” kurum ve kuruluşlar, “sol” medya). Bu bakımdan emperyalizmle mücadele, sol için hep, aynı zamanda, içeriden bir mücadele olmuştur.
Devrimci sol içindeki oportünist, revizyonist, tasfiyeci eğilimler emperyalizmin her yeni hamlesiyle, saldırı planları uygulamaya konulduğunda tekrar, bildiğimiz içeriği ama farklı görünümleriyle zuhur ediyor. Öyleyse söz konusu uğraklarda bunlara karşı mücadele özel bir önem kazanıyor. Özellikle de bu uğraklarda, revizyonizm, oportünizm emperyalist siyasetin organik bileşeni halinde geliyor.
Şimdi, liberalizm, milliyetçilik, radikal demokrasi vb eleştirileri yapılıyor. Tamam. Ancak yazı ve sözle bu eleştirileri yapmak yetmez. Uygulamada, izlenen politikalarda bu akımlara taviz vermemek gerekir. Eğer partiyseniz, politikalarınız olacak, mensuplarınız bu politikaların ne olduğunu bilecekler. Ona göre hareket edecekler.
Yani bir devrimci parti perakende, günlük düşünemez. Tulumbacı teşkilatı gibi davranamaz.
Parti içinde politikalar tespit edilirken elbette tartışılabilir. Ancak bu politikalara bir kez karar verildi mi, onlara uyulur. Artık her kafadan bir ses çıkmaması gerekir. Partinin her bir aygıtı, organı bu ahengin somutlaştığı alanlardır. Komünistseniz, mesela, sürekli yazarlarınız da komünist olacak. Partili olacak.
Bir yazar liberalizmin zararlarından söz ederken, bir başkası, hem de aynı gün aynı yerde, ” bizdeki vahşi kapitalizmdir, bunun nedeni de bizim ülkemizden bir John Locke çıkmamış olmasıdır” diyorsa, orada bir yanlışlık vardır. Parti sempatizanı veya militanı bir gencin bu durum karşısında kafası karışır. Proletarya partisinde “bin çiçek açmaz”, Mevlana tekkesinden söz etmiyoruz. Bu sloganın mucitlerinin de politik olarak ne hale geldiklerini biliyoruz. Komünizm ve popülizm bir arada olmaz.
Politikalarınız olacak. Liderlik olmadan organizasyon olmaz. Liderlik yoksa siyaset, siyasal hareket de yok demektir. Liderlik yoksa, perişanlık vardır. Mesela bir partlili partisinin enerji politikasının ne olduğunu bilecek. Bunun için öncelikle partinin bir enerji politikasının olması gerekir. Öyle değil mi? Devrimci siyaset sadece “hayır” demek değildir. İnkar ettiğinin yerine bir şey koyması gerekir. Sadece “hayır” ları alt alta sıralamak siyaset değil, siyasetsizliktir. Siyasetten kaçıştır.
HES’e karşıyız, termik santrala karşıyız, nükleer, termonükleer santrallere karşıyız. Olabilir. Pekiy biz ne istiyoruz? Enerjimizi nasıl temin edeceğiz? Sade suya tirit laflarla yani bir liberal gibi konuşarak, bir “radikal demokrat” belagatiyle idare edemeyiz. Devrimin güncel bir sorun olduğunu unutmayacağız.
Yine örneğin, önümüzdeki seçimlerin hiç bir şeyi çözmeyeceğini, tersine çözümsüzlüğü daha da arttıracağını düşünüyorsunuz. Ama seçimi boykot da etmiyorsunuz. Pekiy, olabilir diyelim. Ancak çıkıp “550 kadın aday” ilan ediyorsunuz. Gayri ciddi bir karar. Her şeyden önce bir kadın politikanızın olmadığını, kadınları nasıl hafife aldığınızı gösterir. Tıpkı tribünü kapatılan takımlar için kadın seyircilerin tribünlere alınması gibi. Veyahut kadından “eş” bir başkan seçmek gibi.
Öte yandan, seçimlerin bugünkü “somut şartlarda” boykot edilmesine karşı çıkanlar, en azından son on, on beş yılda Avrupa’da (Türkiye’de de son bir kaç seçimden beri düşüş gözlemleniyor) burjuva demokrasilerinde seçimlere katılım oranlarının yüzde 60 civarında kaldığını görmüyorlar.
Mesela Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı çıkışa rağmen katılım yüzde 64 idi. Bu ne demektir? İnsanların önemli bir kısmı seçimlerle sorunlarının çözülebileceğine inanmıyorlar. Fillen radikal çözümlere inandıkları sonucunu çıkarmak da mümkün. Bir devrimci partinin, üstelik de hiç bir şekilde bir seçim başarısı şansına sahip olmayan bir partinin “fiili” olarak devrimci olanaklar içeren böyle bir kitlesel talebe kayıtsız kalması doğru mudur?
Bir başka örnek, Ermeni kıyımı konusunda ne düşünüyorsak, “dengeleri gözeten” bir anlayışla değil, komünist çıkarları, proletarya hareketinin çıkarlarını global bir bakışla öne koyan bir yaklaşımla somut olarak ortaya koyacağız. Burjuvazi öyle yapıyor. Burjuvazi her konuya sınıfının çıkarları açısından bakıyor. Bu bakımdan çok muhafazakar. Biz de sınıf mücadelesi konusunda, en az onun kadar, muhafazakâr olmak zorundayız. Lokal olan içinde global olanı; global olan da lokal olanı görmek zorundayız.
Bugün haber portallarında haber olarak vardı. Suriye’de Ermeni Suriye vatandaşları islamcı katiller tarafından katledilmeye, yerinden yurdundan edilmeye devam ediyor. Adeta 1915’in daha küçük ölçekli bir tekrarı söz konusudur. Üstelik bu kez kurban olarak seçilenler sadece Ermeniler de değil.
Pekiy, Suriye’deki o şartları kim yarattı? İslamcılar kimin çıkarları adına savaşıyorlar. Katliam ve sürgün politikalarını hangi emperyalist çıkarlar hesabına uyguluyorlar? Neden canlı bir vak’a varken, ve devam ediyorken, yüz yıl önceki hadise bu kadar öne çıkartılıyor? Neden şimdi sürmekte olan şiddet konusunda, en başta Ermenistan olmak üzere, yüz yıl önceki kırıma verdiği tepkisinin birazını bile göstermiyor?
Türkiye, yüz yıl önceki olayı trajik bulduğunu, üzüldüğünü beyan ediyor. Ancak Ermenileri, Kürtleri, Ezdileri, Alevileri, Süryanileri, Arapları katleden, yerinden yurdundan eden emperyalist politikaların en kararlı baş destekçileri arasında. Bu katilleri Batılılarla birlikte “özgürlük savaşçısı” olarak görüyor.
Bu aynı katiller, El Nusra, El Kaide, İŞİD, diyelim Avrupa’da terör yaptıkları vakit “terörist”; ama Avrupa ülkelerinin de parçası olduğu emperyalist işgal politikaları adına başka coğrafyalarda eylem yaptıkları vakit “özgürlük savaşçısı” oluyorlar. Bu anlamda mesela, El Nusra, Fransa’nın kontrolündeki Mali’de terör örgütü, Suriye’de “özgürlük savaşçısı”. Öyleyse, komünistler sürekli olarak emperyalistlerin, işbirlikçilerinin bu hallerini teşhir edecekler.
İsrail, faşist Kiev yönetimine silah veriyor. Kiev yönetimi yahudi düşmanı, Nazi ideolojisini benimsiyor. Bunu saklama ihtiyacı da duymuyor. Nazi, yahudi kasabı Stephan Bandera kurucu figür olarak resmen ululanıyor. Maidan’dan sonra Odessa’da kaç yahudi kökenli Ukrayna vatandaşı öldürüldü? Ukrayna genelinde gün geçmiyor ki, bir yahudi saldırıya, hakarete maruz kalmasın. Pekiy, sıradan bir kişi bile İsrail’i, siyonizmi biraz eleştirdiğinde, kendisine “anti-semitist” damgası vurulurken, Ukrayna’da yahudilerin ideolojik ve siyasal olarak maruz kaldıkları muamele karşısında İsrail neden tepki vermiyor? Üstelik bunu yapanlara silah vereceğini açıklıyor.
Emperyalist, siyonist çıkarlar gereği İsrail tepki vermeyince, yahudi entelektüel camia da genel olarak tepki vermiyor. Aşağı yukarı son elli yıldan beri artık “yahudi sorunu”, “İsrail sorunu” dur. Genel olarak yahudi entelektüellerin çeşitli “ilerici” kılıklar altında gericileşmesini “İsrail’in bekası” teması etrafında anlayabiliriz.
Ermenistan, İsrail, Türkiye, hepsi emperyalist siyasetin parçaları. Emperyalizm, kapitalist sınıfın global ölçekte yoğunlaşmış sınıf siyaseti. O siyasetin isterleri doğrultusunda hareket ediyorlar. Bir an için bugün Türkiye’nin emperyalist zincirin dışına çıktığını varsayalım. Ermeni meselesinde emperyalist tavır bugünkünden çok daha farklı, çok daha keskin olacaktır. Öyleyse, bunların geçmişte ölenleri, sürülenleri ve halen aynı muamelelere maruz kalanları düşünmeleri söz konusu değildir. Aynı oyuncular, aynı oyunları tekrar tekrar sahneliyorlar.
Dünkü Ermeni kıyamı sırasında emperyalist siyasetin maşaları gibi hareket eden Osmanlı hükümetleri, emperyalist ülke hükümetleri, emperyalizmle işbirliği halindeki Ermeni siyaseti de aynı bugünkü Türkiye hükümeti ve diğerleri gibi suçludurlar.
Sol siyaset inatla bu hali teşhir edecek. Enformatik mücadele de kararlı olarak, “sınıfa karşı sınıf” prensibine göre yürütülmek gerekir. Yerel olana global çıkarlarımız açısından, yani aynı burjuvazinin yaptığı gibi bakmak zorundayız. Devrimci ciddiyet bunu gerektiriyor.
Ermeni meselesi söz konusu olduğunda AKP hükümeti üç beş sene önce bir “açılım” yapmış, Ermenilerle karşılıklı ziyaretler yapılmış, Tayyip şikayetçi ve özürcü bir tavırla “kırım” ı telaffuz etmiş, A.Gül, vaktiyle Ermenilerin yaşamış oldukları coğrafyayı eski Ermenice adıyla çağırmış, yani ima yoluyla o coğrafyaların Ermenilere ait olduklarını beyan etmiş, iki tarafta da çoşkulu bir hava estirilmişti. O günlerde, eş zamanlı olarak, Ergenekon ve benzeri operasyonlarla eski Cumhuriyet, onun tarihsel referansları, en ilerici yanları, anti-emperyalist dönemi itibarsızlaşatırılmaktaydı.
Ermeni “barış süreci” nin asıl nedeni eski Cumhuriyet’in tasfiyesini meşrulaştıracak bir araç olarak görülmesiydi. Hem emperyalistler hem de onun yönlendirmesi altındaki AKP rejimi bu saikle hareket ediyordu.
“Kürt barışı”, feodal Seyyid Rıza üzerinden, “Alevi barışı” da (bu blokta bulunan “Seyyit Rıza” başlıklı yazıya bakılabilir) aynı amaca yönelik meşruiyet arayışının araçlarıydı. O gün öyleydi. Bugün işler biraz daha farklı. Kısa zamanda gelmesi beklenen zaferler gelmeyince, yeni hesaplar devreye sokuldu.
Evet, emperyalistler gibi “büyük” düşünmek zorundayız. Büyük düşünmezsek, bir kaşık suda boğarlar.
En önce her Ermeni, her Kürt, emperyalistlerin, mesela Suriye’de, mesela Yemen’de, halkları katleder, yerinden yurdundan ederken, onları canlarını kurtarmak için derme çatma botlarla okyanus aşmayı dahi göze alabilecek duruma sokarken, kendilerini neden destekler göründüklerini düşünecekler. “Rojava devrimi” deniyor, asıl devrim, Ukrayna’nın doğusunda, bir ulusal kurtuluş savaşıyla gerçekleşmek için direniyor. “Rojava devrimi” diyenler orasının adını bile anmıyorlar. Anabilirler mi? Kürt siyaseti çıkıp, Lugansk’ı, Donetsk’i, oradaki halk cumhuriyetini desteklediğini söyleyebilir mi? Hangi enternasyonalizmden söz ediliyor?
Donetsk Halk Cumhuriyeti kömür işçilerinin diğer emekçilerin grevlerinden, direnişlerinden çıktı. Bir emekçi cumhuriyeti. Sol medyada bu içeriğinin lafını eden var mı?
Putin yönetimini Kiev yönetiminden daha çok bu silahlı direniş halindeki, kuruluş halindeki halk cumhuriyeti korkutuyor. Kiev yönetimi biraz makul olsa, alttan alsa, Rusya yelkenleri suya indirecek. Rusya 2.D.Savaşı zaferini, sosyalizme, Stalin yoldaşa referans vermeden kutlamaya hazırlanıyor. Bugünkü Rusya Sovyet geçmişi yokmuş gibi davranıyor. Kapitalist oligarkların temsilcisi Putin o şanlı geçmişi unutturmak istiyor. Bütün istediği emperyalistler tarafından biraz daha fazla kayrılmak. “Eşitler” arasında yer almak. Şimdi bizde, “Putin neden soykırımı telaffuz etti” diye soruluyor. Putin, artık emperyalistlerin de genel olarak Nazileri sorumlu tuttukları “Katyn katliamı” için (Goebbels günlüklerinde nasıl tezgahlamış olduklarını anlatıyor) bile ülkesini sorumlu bulmuş ve özür dilemişti.
Putin, Obama, Merkel, Hollande, Cameron,Tayyip… Bunların hepsi aynı kumaştan mamül kuklalar. Tıynetleri aynı. Onlar için sözün, eylemle tutarlılığı diye bir kaygu yok. “Dündür dündür, bugün bugün”. Hepsi bu kadar. Mesela Putin’i tartmak için onun siyasal liderliğini SSCB devri liderliğiyle kıyaslayınız. “Ermeni soykırımı” tartışmaları o zaman da vardı.
Gelgelelim, bugün Putin yönetimini Batı emperyalizmi karşısında, teslim olmadığı sürece, desteklemek gerekiyor. Doğru. Neden? Batı emperyalizminin dünyayı yeniden istila etmeye kalktığı şartlarda, Rusya’nın gücünü, sahip olduğu olanakları onlara karşı çevirmeye teşvik etmemiz, bu istilaya direnirken bizim için takviye anlamına gelmektedir. Elbette, Rusya’nın da kapitalist, emperyal hedefler peşinde bir ülke olduğunun farkındayız.