Merkez-dışı sağ ve sol, “yetmez ama evet” hakkında

Neo-liberal dönemin başlamasından, 80’lerin başından itibaren özellikle ve öncelikle batılı gelişmiş ülkelerde siyasal merkezin erozyona uğramasına tanık olundu. Bu süreç aynı doğrultusunda güçlenerek devam ediyor.

Geçmişte de, eğer bu geçmişi 2.D.Savaşı sonrasından başlatacak olursak, mesela 60’lı yıllarda, 70’li yıllarda şu ya da bu derecede sistemi sorgulayan siyasal hareket ya da oluşumların kitleselleştiğine tanık olunmuştu. O zaman bu merkez dışı parti ya da hareketler solcuydu. Gerçekten anti-sistemikti. 68 Hareketi’ni, Fransa, İtalya gibi ülkelerdeki eski komünist partilerinin tek başlarına veya çeşitli kombinasyonlar içindeki performanslarını örnek olarak göstermek mümkün.

Ancak 80’lerden sonra oluşan durum oldukça farklı. Geçmişteki örneklerde sol partiler, daha doğrusu anti-kapitalist programlı partiler merkezi erozyona uğratmışlar, burjuva düzen siyasetinin onlara iktidar kapılarını kapattıkları ölçüde siyasal istikrarsızlıkların esas etkeni olmuşlardı.

Bugün sistemi sınırlı bir bağlamda (daha çok geleneksel siyasal yapıyı) sorgulayan partiler arasında sağ yelpazede yer alan parti veya oluşumlar önemli bir yer tutuyor. Hatta bir çok örnekte soldakilere göre çok daha geniş bir kitleselliği temsil ediyorlar.

Örnekse, Fransa’daki LePen, İtalya’daki Lega Nord. Hollanda,Avusturya,Danimarka,Yunanistan,İrlanda, İngiltere,İskoçya, İspanya (Katalonya, Bask bölgerinde özellikle)  gibi ülkelerde de bu tür sağ oluşumların öncelenmemiş seçim başarılarına tanık olunuyor.

Tabii özellikle 2008’de patlak veren krizden sonra sol tarafta da kimi yazarların (mesela Perry Anderson)  yanlış bir şekilde, “anti-sistemik” (G.Arrighi’nin,I.Wallerstein, A.G.Frank’ın, S.Amin’in 80’lerdeki konuyla ilgili yazılarına atfen) tabir ettiği oluşumlar ortaya çıktı. Örnekse, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, İtalya’da MoVimento 5 Stelle (Beş Yıldız Hareketi) (1)

Esasen dikkatle baktığımız vakit bugün bu sağ ve sol “anti-sistemik” tabir edilen yapıları geçmişteki örneklerden ayıran yeni -ama çok önemli- bir olguyu da tespit edebiliyoruz. Bu partilerin merkeze yönelik itiraz konuları ve önerdikleri çıkış politikaları arasında anlamlı bir farklılık yok. Anti-kapitalist değiller. Sonra toplumsal-sınıfsal dayanakları da ( ya da “seçmen kitlesi” ) pek farklı görünmüyor.

Dolayısıyla Batı’daki bu parti ve hareketleri, mesela Perry Anderson’ın yaptığı gibi, “anti-sistemik” olarak görmek kabil değildir. Doğrusu, onların siyasal “merkez-dışı” veya “merkez-karşıtı” olduklarını söylemektir.

Son Yunanistan seçimleri sırasında kim olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir Yunan siyasetçi,  “Syriza’nın Yeni Şafak’tan farkı göçmen sorunu konusunda daha insani olmasıdır” mealinde ya da benim öyle anladığım bir laf etmişti. Tabii burada bir abartı olduğunu kabul ederim. O abartı da, Yeni Şafak’ın Avrupa’daki diğer sağ   merkez karşıtı partilerden farkının görülmemiş olmasından kaynaklanıyor. Yoksa, tespitin tamamen isabetsiz olduğunu söyleyemeyiz. Zaten merkez dışındaki sağ bir partiyle koalisyon yapmış olması da bunu gösteriyor. Biraz aşağıda  daha netleştirebileceğimi umuyorum.

Önce şu tespiti yapalım: Bu sağ merkez karşıtı hareket ve oluşumlar, Yunanistan’daki Yeni Şafak istisnası dışında “faşist” olarak görülemez. Bu partilerin en kitlesel, en popüler olanları yabancı düşmanı, milliyetçi, şövenisttirler ama klasik anlamında  “faşist” olduklarını söyleyemeyiz. Zaten Avrupa solunun aklı başında kesimleri bu gerçekçi tespiti ne zamandır dile getiriyorlar. Yani bu partiler popülist fakat faşist değil.

Bir önemli tespiti de bu söz konusu merkez karşıtı eğilimin sol tarafı için yapmak gerekiyor. Bir kere bu parti veya oluşumlar son krizden sonra ortaya çıktılar. Sağdaki versiyonlarının önemli bir kısmının daha uzun bir geçmişi var. Kısa zamanda merkezin solunu devre dışı bırakmalarında yaşanan krizden kapitalizmi değil ama onun “liberal” versiyonunu sorumlu tutmaları önemli bir etken oldu.

Bu politika “acilci” kitleler bakımından daha kabul edilebilirdi. Mesela Yunanistan’da KKE’nin Syriza’nın gerisinde kalmasını buradan hareketle izah etmek de mümkündür. KKE anti-kapitalist ve komünizmi çıkış olarak öneren bir parti. Daralmış ve seçim oyununda kıstırılmış kitle Syriza’nın önerilerini daha yapılabilir, daha çabuk yapılabilir bulmuş olmalıdır. Neyse, asıl konumuz bu değil. Devam edelim.

Söz konusu sağ ve sol arasında tespitler ve çıkış önerileri açısından anlamlı bir fark olmadığını söylemiştim. Öncelikle, her iki taraf da “anti-(neo)liberal” ama anti-kapitalist değil. Dikkat edilirse, her iki taraf da “kemer sıkma” politikaları olarak kısaca işaret edilen neo-liberal iktisat politikalarına karşıdır. Hatta her iki taraf da bu kemer sıkma politikalarından “avro” ya da “tek para birimi” politikasını sorumlu tutuyor. İnanmıyorsanız, internetteki sitelerini ziyaret ediniz. Hemen hepsi “Avro”dan çıkacaklarını (İtalya’daki sol 5Stelle, daha makul, avro konusunu referanduma götüreceğini belirtiyor) ilan ediyorlar.

Tabii burada rehberimiz sitelerindeki öz-ifadeleri oluyor. Ha, bunları yaparlar yapmazlar, şu ya bu derecede samimiler veya samimiyetsizler, o ayrı. Burada onunla ilgilenmiyorum. Yani programlarına bakıyorum.

Şimdi ortak yönlerine işaret etmeye devam edelim. Her iki taraf da “milli irade”ci. Milli irade şampiyonluğu yapıyorlar. Mesela bayan Le Pen büyük bir oy oranına ulaşmış olduğu seçimlerden sonra mevcut siyasal çerçevenin partisinin önüne çıkarttığı engelleri aslında “milli irade” ye saygısızlık, milli iradeden korku olarak şikayet etmişti. Yine, Syriza seçimler öncesi,  kazandıkları takdirde iktidarın kendilerine verilmemesi durumunda “milli irade”nin baskı altına alınacağını ilan etmişti. O tartışmaları herhalde hatırlıyorsunuzdur.

Başka? Dayandıkları kitle tabanı itibarıyla da bu sağ ve sol partiler arasında anlamlı bir fark göremiyorum. Zaten bir çok kez yazmıştım, Fransa’daki Le Pen, İtalya’daki Lega gibi daha eski yapıların gayet önemli bir işçi sınıfı tabanı var. Bu yeni değil. Hem Fransa’da hem İtalya’da geçmişte komünistlere oy veren işçi kuşaklarının önemli bir kısmı (Eğer yanılmıyorsam, daha önce FKP üzerine bir monografik çalışması da olan, Kriegel idi, Fransa’da CGT üyesi işçilerin yaşadıkları muhitlerde yapmış olduğu bir anket çalışmasıyla bu gerçeği ilk kez açığa çıkarmıştı) artık bu merkez dışı veya karşıtı sağ partilere oy veriyorlar.

Söz konusu emekçi sınıfların kitlesel olarak destek oldukları merkez dışı sağ parti ve oluşumlara,  İskoçya, Katalonya, Bask, İrlanda gibi ulusal sorundan muzdarip ülkelerde bulunan, ve diğer Avrupalı “aşırı sağ” partilerden bu ulusal sorun dolayısıyla biraz daha farklı bir konuma sahip partileri de ilave etmek gerekiyor (Mesela bizdeki HDP’yi de bu bakımdan  değerlendirmek mümkündür. Seçmeni arasında  Kürt emekçileri önemli bir yer tutuyor olsa gerektir.)

İki tarafın da önemli bir işçi sınıfı (buna işsizler de dahil) seçmeni var. Yine her iki taraf için oy kullanan genç, öğrenci, beyaz yakalı bir nüfus olduğu tahmin edilebilir. Esnaf, küçük üretici gibi kesimlerin daha çok sağ tarafa meylettiğini düşünebiliriz. Ancak sağ tarafın entelektüellerden hiç bir ilgi görmeyeceği açıktır.  Özcesi, toplumsal dayanakların sosyolojik olarak anlamlı şekilde ayrışmamış olduğunu söyleyebiliriz. Kayda değer ölçüde geçişlilik eğilimlerinin kat ettiği seçmen davranışları söz konusudur.

Bir benzerlik de belki bürokratik parti yapılarının lider karizmasının gölgesinde kalmış olmasıdır. Özellikle sağ tarafta bu eğilim daha kuvvetli görünüyor. Karizmayı olanaklı kılan da,  geleneksel parlamenter siyasal oyun yerine sokak siyasetinin, kitle gösterilerinin öne çıkmış olmasıdır.

Farklılıklara gelince, onlar da anlamlı ölçüde ayrışmaya işaret etmiyor. En önemli farklılaşma konusu, göçmen sorunu etrafında. Sağ taraf daha radikal, gayri insani önlemlerden söz ederken, sol taraf (kabul edelim) biraz daha insani ama bir o kadar da sinik bir yaklaşıma sahip.

Bir başka farklılık konusu dış politikada. Yine internette yaptığım bir araştırmaya dayanarak sağ tarafın sola nazaran daha kararlı (dış siyaset olarak) anti-emperyalist bir çizgisinin olduğunu söyleyebiliyorum. Hem İtalya hem Fransa’daki vaka’larda  “aşırı sağ” ın NATO operasyonlarına dahil olmaya karşı çıktığını, Irak, Afganistan, Libya, Suriye konularında daha kararlı bir anti-emperyalist siyasal pozisyonunun olduğunu görüyorum. Mesela en son olarak İran’a ve Rusya’ya karşı yaptırımları tasvip etmiyorlar. Yaptırımların ülkelerinin aleyhine olduğunu söylüyorlar. Sol taraf bu konuda da net değil,  hatta sinik.

Söz konusu anti-merkez sağın, anti-merkez sol karşısında başarısının istikrarlı sürekliliği, onun daha net, daha inandırıcı ve samimi olmasıyla izah edilmelidir. İsterseniz, “yetmez ama evet” konumlarına, “ehveni şer” e ihtiyaç duymadığını söyleyebiliriz. Mesela sol, Batı ülkelerinde merkezin dışı için oylayan seçmenler açısından çok önem taşıyan  göçmen sorunu (önemli çünkü işsizlik ve düşük ücretler konusuyla doğrudan alakalı)  konusunda adeta politikasız. Çözüm önermiyor. Emperyalizmle işbirliği konusunda da, sağ daha net laflar ediyor. Öneriler geliştiriyor. Örneğin madam Le Pen’in Ukrayna yüzünden Rusya ile ilişkilerine zarar vermeyeceklerini deklare etmesini hatırlayalım. Ukrayna’nın AB üyeliğine izin vermeyeceklerini de söylemişti. İtalya’da Lega ve ona bir çok bakımdan yakın Berlusconi’nin Rusya’cı politikasını hatırlayalım.

Bu sol partilerin bu sağ partiler karşısında bu koşullarda öne geçmeleri zor görünüyor. Çünkü sağ da “kemer sıkmak”tan, sosyal kazanımların ortadan kaldırılmasından, “avro”dan şikayetçi. Neo-liberal politikalara karşı. Bu durumda özellikle “göçmen sorunu” ve “milli sorun” etrafındaki talepler sağın şansını arttıran faktörler oluyor.

Bir de, sol (Bizim vaktiyle burada Erbakan partileri ve sonrasında Tayyip partisine karşı merkezle aynı frekansta yer alarak yapmış olduğumuz gibi) merkezci bir konumdan bu partilerin meşruiyetini sorgularken yanlış bir iş yapıyor. Bu bir bumeranga dönüşüyor. Bu partileri “öcü” haline getirip,  diğer düzen partileriyle aynı saflarda yer alarak onları marjinalize etme siyaseti dönüp solu avlıyor. Mesela son yerel seçimlerde Fransa’da J-Luc Mélenchon ahmağının yaptığını hatırlayalım. Sosyalist aday adına harakiri yapmıştı. Sanki o sosyalist aday Le Pen’den daha dürüstmüş gibi.

Şunu kabul edelim, Batı’da neo-liberal politikalar en vahşi şekliyle “sol” örtü altındaki hükümetler zamanında izlendi. Thatcher  “thatcherist” değildi. Thatcherist olan Blair idi. Sarkozy ne ekonomi politikasında ne de NATO’cu dış politikasında Hollande kadar fütursuz idi. Öyleyse, “aman sağcılar gelmesin” diye şu sahtekâr sözde solculara oy vermek ahmaklık oluyor. Ya da aynı anlama gelmek üzere, “yetmez ama evet!” Yine de döne döne aynı şeyleri yapmayı sürdürüyoruz.

Şimdi de “CHP ve HDP” pazarlanıyor. Aradan AKP ve MHP tekrar sıyrılırsa şaşırmayınız. BHH, kitlesini seçimde serbest bıraktı. Kimse kimseyi kandırmaya kalkışmasın, bu ta başından ÖDP gibi, açık ya da utangaç “yetmez ama evetçi” ve Kürt siyasetinin dümen suyunda debelenen partilerin tercihiydi, politikasıydı. BHH’ye empoze edildi. Ancak şimdilerde övünçle BHH’nin ÖDP+HTKP olduğu söyleniyor. Yani bunu “iki ÖDP” gibi de okumak mümkün. Üstelik bir tanesi bile sorunken.

Birliktelik söz konusu olduğunda, siyasette de kötünün çekiciliği var. Kötü, iyi olanı kendisine benzetir. Çok geçmeden benzemeye başladığınızın dilini kullanırsınız. Onun gibi konuşmaya başlarsınız. ÖDP değişmez, değişemez. Sizi kendisine benzetir.

HDP’nin, CHP’nin AKP’leşmesi; HTKP’nin ÖDP’leşmesi. Sonuçta hepsinin birden aynı yola çıkacağı öngörülebilir. Hele seçimde HDP barajı geçsin, bilmem kaçıncı kere “deja vu” diyeceğiz.

Özel etnik  gündemi olan (olmasında bir sakınca yok) bir partiden “radikal sol” bir parti yaratma çabası var. Tabii müridin şeyhi uçurması anlamında. Hatırlarsanız, geçmişte Ecevit, MHP ile son hükümetini kurmadan önce, sonra AKP iktidar olduğunda da bu partilerin merkezde oldukları ya da merkezi yeniden inşa edecekleri söylenmiş ve beklenmişti. Demokratik kültüre katkı yapacakları iddia edilmişti. Her iki deneyimde de bu partilerin kendi özel gündemlerini gerçekleştirme eğilim ve gayreti içinde olduklarını gördük.

Hem Kürt siyaseti hem CHP Haziran’a arkasını dönmüşlerdi. Bugün BHH faaliyetlerinde bunlara boy gösterme olanağı tanınıyor olmasını,  hatta örtük bir şekilde bu partilere destek çağrısı yapılmasını anlamak kabil değil.

Şunu da ilave edeyim: AKP’nin olası bir koalisyon ihtiyacı durumunda, veya başkanlık için destek ihtiyacı ortaya çıktığında, bugünkü siyasal tabloda ona (eğer barajı aşarsa) HDP’den başka destek olabilecek parti yok. Neden? Tayyip için böylesine hayati bir talep karşısında  pazarlık yapmaya en yatkın parti HDP’dir. AKP ile koalisyon hükümeti kursalar bile, mesela MHP, neden Tayyip’in başkanlık sistemine destek olsun? Fazladan bir kaç bakanlık koparmak için mi? Gelgelelim, HDP’nin bu destek için varoluşsal veya varlık nedeniyle alakalı dayanakları var. Daha doğrusu devam eden, bir tarafta AKP’nin bulunduğu bir süreç var. Bu süreç  AKP-HDP koalisyonunu içinde taşıyan bir süreç olarak görülmek gerekir. Her ikisi adına bu, sürdürüldüğü sürece bir muhalefet değil, iktidar sürecidir.

Son olarak, önümüzdeki seçimin bir sonucu da merkezin solundaki solda yarıda kalmış ayrışmaların tamamlanması olacak. Öyle görünüyor.

NOTLAR:

(1) Buna mukabil, son yıllarda emperyalist sistemin periferilerinde, Mısır,Tunus,Türkiye,Brezilya gibi ülkelerde ortaya çıkan kendiliğinden hareketleri  “anti-sistemik” olarak değerlendirmek mümkün. Batı’dakiler için bunu söylemek mümkün değil. Doğu ya da Güney’deki bu hareketleri Batı’daki söz konusu hareket ve oluşumlardan ayıran özellik taşıdıkları devrimci karakterdir. Bu hareketler sistemik anlamda anti-kapitalist ve anti-emperyalistti. Batı’daki sol örnekler, anti-sistemik talepleri olan kesimleri de kısmen içeriyorlar, ancak programatik olarak sistem karşıtı değiller.

Tweetle

Bir cevap yazın