İTİRAZLAR 1

Birinci itiraz konusu, nükleer enerji tartışması etrafında genel olarak çevrecilikle ilgili olacaktır. Hemen söylemeliyim, Ekim Devrimi sonrasında Lenin, sosyalist inşanın bir enerji sorunu olduğunu ünlü “elektirifikasyon” eşitliğiyle dile getirmişti. Buna göre “elektrifikasyon= komünizm” sloganını ortaya atmıştı.

Bugün devrim olsa, ihtiyaç duyacağımız enerjiyi temin etmek bakımından hedefimiz “nükleer enerji” ve/veya “termonükleer enerji” olacaktır. Çocukluğa gerek yok. Sosyalizm ciddi bir iştir. Nükleer enerji ve termonükleer enerji konusunda büyük bir bilgi kirliliği var. Bu kirlilik nükleer enerji kullanımının yaygınlaşmasını kârları önünde engel olarak gören petrol kartelleri tarafından, çoğu yüklü “bağışlar” la, satın alınmış çevreci örgütler tarafından imal ediliyor.

Bugün anti-nükleer kampanyanın arkasındaki esas güç ABD emperyalizmi ve müttefikleridir. Sahip oldukları nükleer güçleri, olanakları değil, rakip olarak gördükleri ülkelerin nükleer enerji olanaklarından yararlanmasını sorgularlar. Bunu emperyalist işgal politikalarını meşrulaştırma aracı haline getirirler. Bu tuzağa düşmeyelim. Nükleer enerjiye karşı çıkmak emperyalistlerin politikasına hizmet etmektir. Nükleer enerjinin çevreye, insan sağlığına zarar vermeyecek şekilde kullanılmasını talep etmek doğru çevreci siyasettir. Bu olanağı külliyen reddetmek yanlış olanıdır.

Bir komünistin “nükleer enerji” ye ve “termonükleer enerji”ye karşı olduğunu açıklaması ahmaklığını ilan etmesi anlamına gelir. Elbette nükleer enerji ve termonükleer enerjinin de diğer enerji kaynakları gibi riskleri vardır. Büyük enerji kaynaklarından söz ediyoruz. Riski olmayanı var mı? Bir nükleer santral füzyon sürecinde tabiatta da kıt olarak bulunan uranyum ve taryum gibi yakıtları kullanır. Bugün konuya biraz aşina olan birisi, bu santrallerin yaydığı doz miktarının tedavi amaçlı maruz kaldığımız dozun çok çok altında olduğunu bilir. “Patlama” hikayesi de bir başka “şehir efsanesi” dir. Bir nükleer enerji santralının atom bombası gibi patlaması mümkün değildir. Atom bombası çok farklı, özel hazırlanmış koşullarda imal edilebilir.

Nükleer enerji santrallerine bir takım güvenlik risklerinin yüksek olması nedeniyle, mesela deprem fay hatları üzerinde ve yeterli güvenlik önlemi alınmadan inşa edilmek isteniyorsa, elbette karşı çıkılmalıdır. Bu doğru çevreci tavır olacaktır. Aynen HES’lerin neden olacağı tabiat tahribatına karşı çıkmak gibi. Ancak belli bir enerji kaynağının kullanımını toptan reddetmek farklı bir konudur. Bu bizi sonunda bilim ve tekniğe, sanayileşmeye karşı tavır almaya kadar götürebilir. Bugün abartılmış, çarpıtılmış çerçeveler içindeki çevreciliğin yaptığı budur.

Petrol ve doğal gaz dışında her enerjiye hayır demek, siyasal, ideolojik bir tavırdır. Bu stratejik ürünlerin kontrolünü elinde tutan uluslararası tekellerin çıkarlarına hizmet etmek anlamına gelir. Mesela Greenpeace bu doğrultuda faaliyet gösteren “satılmış” bir çevreci örgüttür. Uluslararası petrol ve gaz tekelleriyle iç içe geçmiştir. Bir dönem BP tarafından bu örgüte hisse verilmiş olduğu da biliniyor.

Yine, bu petrol ve doğal gaz tekellerinin çabalarıyla alternatif enerji kaynakları bulmak adına yapılan araştırma, geliştirme çalışmaları çeşitli şekillerde sabote edilmektedir. Mesela bir çok rüzgar enerjisi yatırımcısı son yıllarda zarara uğramış, sektörü terk etmiştir. Kaya gazı çalışmaları da ağırdan alınıyor.

İnsanlık tarihinde enerji ihtiyaçlarının karşılanması sahip olunan teknolojik gelişmişlik düzeyiyle ilişkili olarak mümkün olabilmekteydi. Tabii halen de böyle. Odun, su, kömür, hidrokarbon, nükleer ve nihayet termonükleer  yakıtlar teknolojik gelişim süreciyle koşut olarak kullanılmışlardır. Kullanılmaktadırlar. Yarın başka teknolojik buluşlar başka kaynakların kullanılmasını olanaklı kılabilecektir. Öyleyse, bilim ve teknolojiye inanmak gerekir.

Şimdi bakınız, bugünkü bu manipülatif çevreci anlayışların kökeni insanlık tarihi kadar eskidir dense yeridir. Mesela antik Yunan’da, M.Ö. 400’lü yıllarda, Eski Oligark imzasıyla yazan (bazı tarihçiler onun Ksenofon olduğunu iddia ediyorlar ) Atinalı bir kişi (1), belli ki bir oligark, teknik gelişmelerden (mesela o zaman gemicilikteki ve dolayısıyla denizcilikteki gelişmeler) rahatsız olduğunu, bu yeni teknik olanaklar sayesinde toplumun alt katlarından üst katlarına doğru bir mobilizasyon olabileceğini, böylece mevcut toplumsal yapıda bir anarşinin oluşacağını söylüyor veya ima ediyor diyelim. Yani bu “eski tüfek” oligark bu nedenle kendi üstün toplumsal konumunu kaybedebileceğini düşünüyor. Bunu bir tehdit olarak algılıyor. Ekonomik, teknolojik ilerlemelerin Atina’ya  barbar göçünü teşvik edebileceğinden korkuyor. Nüfus artışı gibi felakete yol açabileceğini ima ediyor. Sizce bugünkü kapitalist oligarkların düşüncesi onunkinden farklı mı?

Bu antik devir oligarkının daha yazısının hemen başında toplumu,  “güzel insanlar” dediği “elitler” ve “gereksiz”, “tehlikeli insanlar”  olarak gördüğü “avam” şeklinde ikiye ayıran tipik bir oligarşik anlayışa sahip olduğu görülüyor.

Bilirsiniz, eski Atina devletinin kadim düşmanı oligarşinin hakim olduğu Sparta idi. İkisi arasında sürekli olarak gerilim ve savaşlar olmuştu. Yazmış olduğu o 25-30 sayfalık yazının bir yerinde, coğrafi olarak etrafı düz olan Atina’nın kendisini saldırılardan korumak için Sparta ile arasına sur örmesine karşı çıkar. Neden? Eğer Atina’da kendisi gibi oligarkların toplumsal konumları, zenginlikleri tehlikeye girerse, oligarşik bir devlet olan Sparta’nın Atina’yı işgal ederek zenginliklerine el koymak isteyen “düşman” güçleri püskürtmesi zorlaştırılmasın diye. Yani oligark, kendi konumunu sürdürebilmek için ülkesinin fethedilip, devletinin yıkılmasında bir beis görmüyor. Sizce bugünkü oligarklar farklı mı düşünüyorlar?

En eski çevreciliğin de, yani egemenlerin, oligarkların çıkarlarının sözcüsü olan çevreciliğin de bugünkü versiyonları gibi, “fazla nüfus” ve “teknolojik ilerleme” temasını diline pelesenk ettiğini görüyoruz. Tabii bugünkü versiyonları teknolojiyi, sanayileşme ile birlikte, bilimi de ihtiva edecek şekilde bir paket olarak karşılarına alıyorlar.

En eski uygarlıklarda bu “fazla nüfus” ya da “aşırı nüfus” temasının egemenler tarafından işlenmiş olduğunu, katliamlarına, savaşlarına gerekçe olarak gösterilmiş olduğunu biliyoruz. Antik Yunan demiştik, mesela, on yıl süren Atina ve Truva arasındaki antik çağın en büyük amfibik savaşının bu kadar uzun sürmüş olmasının  nedeni olarak bir çok antik Yunan düşünürü, resmi ideolojiler “fazla nüfusu” gerekçe gösteriyorlardı. Onlara göre, nüfus çok artmış, düzen bozulmuş ya da bozulma tehdidi altına girmişti.

Modern çevreci fanatizmin bilindiği gibi birbiriyle bağlantılı  iki temel şikayet konusu vardır: “aşırı nüfus” ve “sanayileşme”. Tabii genellikle doğrudan sanayiyi hedef göstermek yerine, dolaylı olarak, “çevre kirliliği” demektedirler. Ancak söylemlerine baktığınızda kast edilenin sanayi ve sanayileşme olduğu hemen anlaşılıyor. Sanayileşmenin nüfus artış hızı üzerinde yukarı doğru bir baskı oluşturduğu, kırdan kente doğru demografik bir harekete yol açarak çevreyi tahrip ettiği  iddia ediliyor. Yanı sıra sanayi, kullandığı araçlar, ham maddeler, enerji kaynakları, atıkları dolayısıyla çevreyi tahrip ediyordu. “Çevre düşmanı” ydı. Karbonmonoksit, karbondioksit abartmaları, ozon tabakasının delindiği iddiaları her zaman sanayiyi karalamak amacıyla kullanılan argümanlardı.

Çevreciliğin 60’ların başlarındaki gelişimiyle finans oligarşisinin Batı’daki yükselişi arasında doğru orantılı bir ilişki var. Finans oligarkları her zaman, bugün de olduğu gibi, sanayileşmeye düşman olmuşlar, maddi çıkarları önünde engel olarak görmüşlerdir. Bilindiği gibi, yine bu altmışlı yıllarda, Batı’da artık sanayi devrinin kapandığına dair, bu söz konusu finans oligarşisinin özlemlerini dile getiren, “sanayi-sonrası toplum kuramları” ya da ideolojileri zuhur etmişti.

Altmışların sonlarına doğru ABD ekonomisinde gözlemlenen stagnasyon eğilimlerinin reel ekonomi yerine finansallaşmayı teşvik eden sonuçları olmuştur. Çevreci fanatizm de aynı sıralarda yükselmiştir. Kesinlikle bir tesadüf değildir. O dönemin mesela Nixon, Kissinger gibi politikacıları, sık sık 3.Dünyanın sanayileşme, ekonomik ve sosyal kalkınma hamlelerinin karşısında olmuşlardı. Kissinger’in konuşmaları var, 3.Dünya ülkeleri nüfusunu ve sanayileşmesini ısrarla temel bir sorun olarak sunuyor.  SSCB yöneticileri bu iddialara karşı çıkıyorlardı.

ABD’de 60’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanan finansallaşmayla birlikte Amerikan halkının bugünkü satın alma gücü 1966 yılındaki gücünün gerisinde kalmıştır. Amerikan halkının genel refahı, hayat standartları  1968’den bu yana 2/3 oranında düşmüştür. Sanayi politikalarından çark etme, yoksulluğu, sefaleti, anti-demokratik siyasal baskıları arttırmış, toplumların örgütlülük düzeyini hayli düşürmüştür.

İngiltere’de de sanayi karşıtı ekonomik politikalar, özellikle işçi partili başbakan (1964-70 ve 1974-76) Harold Wilson ve muhafazakâr başbakan Edward Heath (1970-74) dönemlerinde ivme kazanmıştı. Hizmet sektörü ihya edildi.  Muhafazkâr yorumunda sanayileşme sadece çevresel gerekçelerle karalanmıyor, aynı zamanda,  “sosyalizm” tehlikesi olarak sunulabiliyordu. Yani emperyalist finans oligarklarının korkusunu dile getiriyordu. 1978’de Carter döneminin FED başkanı sanayi karşıtı Paul Volcker idi. Bilindiği gibi, kredi maliyetlerini arttırmaya yönelik ekonomik önlemler almıştır. Onun zamanında “prime rate” tabir edilen “risksiz faiz oranları”  öncelenmemiş oranlara ulaşmış, aklımda yanlış kalmamışsa, yüzde 22’ye çıkmıştı.

Özelleştirme politikaları anti-sanayi kampanyasının en somut ifadesidir. Sanayiler satılır, tasfiye edilir, elde edilen kazançlar finans sektörüne sokulur. Özelleştirme böylece finans kapitalizmi için bir birikim aracı haline getirilir. Bugün  deregülasyonla birlikte özelleştirme “Washington Konsensüsü” denen emperyalist oligarşik dayatmanın temel ayaklarını teşkil etmektedir.

Bu eğilimin nasıl teşvik edildiğini göstermek bakımından finans oligarşisinin seçkin örgütü olan Roma Kulübü’nün de, ABD’de, 1968 yılında, aralarında İtalya’daki Mussolini döneminin mimarı oligarkların da bulunduğu figürler tarafından kurulmuş olduğunu, “aşırı-nüfus” ve anti-sanayi” kampanyasına bayraktarlık ettiğini, ve bu doğrultuda çevreci kuruluşlara destek olduğunu da geçerken belirtmek isterim. En önde gelen simalarından birisi olan İngiliz Alexander King, “sürdürülebilir gelişme hareketi” nin de kurucusuydu. Hem İngiltere’de hem de ABD’de en üst düzeyde bilimsel ve endüstriyel araştırma alanında danışman olarak çalışmıştı.

Obama döneminde meşhur Ecoscience kitabının(2) yazarlarından  çevreci fanatik, faşist Holdren onun bilimsel konulardaki başdanışmanı olmuştu. Bir başka çevreci şarlatan olan Ehrlich ile birlikte yazdıkları Ecosience:Population,Resources,Environment kitabı çevreci totalitaryanizmin başyapıtıdır.

Mesela bu kitaba göre dünyadaki  hemen hemen bütün sorunların kaynağı aşırı nüfustur. Bu nüfus ekolojik sistemi bozan başlıca faktördür. Bu gidiş uygarlığın çöküşünü kaçınılmaz kılacaktır. Bunu önlemek için bir “optimal nüfus” konsepti tespit edilmeli, nüfus ona göre ekonomik, sosyal teşvik ve baskı araçları da kullanılarak belirlenmiş optimal noktaya getirilmelidir. Onlara göre bugün için dünyanın optimal nüfusu 1 milyardır. Bildiğimiz bir “global merkez” ya da son günlerin revaçta tabiriyle “üst akıl” özellikle de 3.Dünyanın ya da periferilerin nüfus ve endüstriyel gelişmelerini kontrol altına almalı, yönlendirmelidir. Uygarlığı kurtarmak için bu da yetmez. Sanayi-öncesi şartlara yeniden dönülmelidir. Erken dönem J-J.Rousseau’sunun malum romantik görüşlerini yansıtan talepler  ileri sürüyorlar. Öte yandan, bir başka çevreci şarlatan Al Gore’un, eski başkan Cliton’ın yardımcısı olması ABD’de geniş bir kitlesi olan çevreci camiada büyük bir sevinçle karşılanmış, hatta Clinton sonrasındaki ilk başkanlık seçiminde oğul Bush’un rakibi olmuştu.

Sanayileşme, ağır sanayi olmadan sosyalizm kurulamaz. Öyleyse bunun için gerekli enerjinin nasıl sağlanacağı da kafamızda net olmalı, fanatizme prim vermeden düşünmeliyiz. Bugünkü bilimsel-teknolojik gelişme düzeyinden hareketle, nükleer ve termonükleer enerji + sanayileşme = sosyalizm denkliği meşru olarak görülmek gerekir. Çevreyle ilgili önlemler almak, bu denkliğin inkarına değil, teşvikine hizmet etmelidir. İdeolojik olanla, bilimsel olan birbirlerine karıştırılmamalıdır.

Mesela son yıllarda bir “global ısınma” ideolojisi sık sık işleniyor. Oysa biliyoruz ki, dünyada belli, hatta düzenli ısınma periyotları var. Bu periyotlar dünyanın oluşumundan itibaren gözlemlenebiliyor. Eskiden fazla nüfus, sanayileşme, nükleer santrallar yoktu. Yine de, bazen önemli demografik sonuçları da olan, ısınma periyotları, jeolojik hareketler gerçekleşiyordu.

Çocukluğumda   buzlarla kaplı devasa Grönland’a, neden bu adın verilmiş olduğunu (İngilizcesi “Greenland”, Türkçesi “Yeşil ülke”) hep merak ederdim. Demek ki bir zamanlar yeşil bir adaymış diye düşünürdüm. Nitekim, doğal  ısı farkları dolayısıyla uzun bir zaman içinde kademeli olarak  bugünkü haline gelmiş, dünyanın bu en büyük adasının bugün yüzde 85’e yakını buzlarla kaplı.

Yine mesela bir zamanlar belli tarımsal ürünlerin yetiştiği coğrafyalarda, zamanla aynı ürünlerin iklim şartları yüzünden artık yetişmediğini biliyoruz. Mesela, ABD’nin kuzeyindeki Vineland beldesinde Ortaçağ’ daki ısı  periyotuna kadar  üzüm bağları olduğu ve bu yüzden bu adı taşıdığı söyleniyor. Söz konusu ısı değişimine bağlı olarak  artık üzüm yetişmese de   “Vineland”  adını taşımaya devam ediyor.

Çevreci fanatizme bir örnek olsun, 19.yy sonlarına doğru Sumatra yakınlarında bulunan Krakatau Yanardağı faaliyete geçiyor. Büyük patlamalar (belki yüzlerce atom bombası gücünde) oluyor. Dev tsunamiler meydana geliyor. Ankara ilinden biraz daha büyük bir yüzölçümü olan Krakatau adası üzerinde yaşayan 35 binden fazla insanla sulara gömülüyor. Kayboluyor.

Uzunca bir süre dünyanın bir çok bölgesi, bu arada Britanya da fırtına bulutlarıyla kaplanıyor. Bunun üzerine John Ruskin gibi proto-faşist yazarlar bu gelişmeden son derece karamsar sonuçlar çıkartıyor, sanayileşmenin ve aşırı nüfusun bunun sorumlusu olduğunun propagandasını yapıyorlar. Uygarlığın tehdit altında olduğu iddiasıyla, global düzeyde otoritesi tanınan bir “üst akıl” ın oluşturulması talepleri zuhur ediyor, bu aklın nüfustan, ekonomiye kadar bütün kararları uygarlığın çıkarları adına alması gerektiği vazediliyor.

İngiltere deyince, tabii Bentham’ın, Malthus’un, Mills’in, Darwin’in ülkesinden söz ediyoruz. Darwin’in konumu farklı olsa da, Malthus’tan çok etkilenmiş olduğunu kendisi söylüyor. Onun görüşleriyle bir sorunu olmadığını da biliyoruz. Darwin bir bilim adamı olarak ilerici olabilir ama siyasal fikirleri itibarıyla gericiydi. O da etkilenmiş olduğu Malthus gibi, ülkesinin emperyalist politikalarını destekliyordu. Hatta şunu da söyleyebilirim: Sosyal darwinizm, teorik olarak, Darwin’deki bu malthüsçü damarın ortaya çıkartılmasıyla mümkün olabilmiştir. Bu fikirler, zamanında, Batı entelektüel camiasında çok etkili olmuştu. Sosyalizm kuramına da sirayet eden evrimci anlayışı  teşvik etmişti.

Nietzsche’nin felsefesinden Nazi filozofu  Heidegger’in  politik tercihlerine doğru uzanan çizgi, Malthus ve Darwin olmadan iyi anlaşılamaz. Karamsarlık, insanlardan nefret, insanlığı bir kanser olarak görme ve nihayet eksterminizm gibi temalara referans veren oligarkların dünya görüşünü yansıtan felsefe.

Bu felsefi konumun son temsilcilerinden birisi, yine bir İngiliz ve aristokrat olan Bertrand Russell idi. Seksenli yaşlarında, SSCB’ye atom bombası atılmasını, aşırı nüfusun imhasına oradan başlanması gerektiğini ima eden konuşmaları, hatta bir küçük kitabı da var. Yine İngiltere’de, bu kez hem bir oligark hem de 2.Elizabeth’in kocası olan Prens 2.Philip, dünyanın en önemli sorununun nüfus sorunu olduğunu bu nüfusun gerekirse bir öldürücü virüs marifetiyle imha edilemesini açık açık söylüyor. Hitler bile bu kadar açık sözlü olmamıştı. Halen aynı minvalde konuşmayı sürdürüyor. Youtube’de konuşmaları var.

Hiç kuşkusuz, yararcılık, sosyal-darwinizm, evrimcilik, malthüsçülük tarihsel olarak emperyalizmin, finans-kapitalizminin temel fikri referansıdır. Çevrecilik de genel hatlarıyla bu aynı çöplükten beslenir.

Düzenden destek bulmasının bir nedeni de, esasen sınıfsal olan eşitsizlikleri, kaynakların dünya nüfusu içinde eşitsiz dağılımını, yoksulluğu, sefaleti emperyalistler bakımından gayet zararsız, steril olan kavramlarla izah etmesidir. Çarpıtmasıdır. Sanayileşmeye karşı çıkarken mesela, onun kapitalist uygulanma biçiminden kaynaklanan sosyal sorunlardan, uzun çalışma sürelerinden, düşük ücretlerden değil, doğrudan bir teknik olarak sanayileşmenin kendisini hedefleyerek, tanımı itibarıyla neden olduğunu öne sürdüğü çevresel, demografik yozlaşmalardan söz eder. Onun kaçınılmaz olarak yükselttiği ilerici, demokratik eğilimlerden, sosyal taleplerden rahatsızdır.

Bizde de hatırlarsanız, Vehbi Koç ülkenin bütün sorunlarını fazla nüfusa, hızlı nüfus artışına bağlar, hatta çeşitli vakıflar içinde kampanyalar düzenlerdi. Bir yandan da, İstanbul gibi büyük kentleri çevreleyen sanayi kuşağına karşı medya aracılığıyla kamuoyu oluşturulur, kentin hemen her sorunu bu sanayi işletmelerinin kent merkezindeki, etrafındaki varlığıyla açıklanırdı.

Sonunda o işletmeler ortadan kaldırıldı, etrafı üç beş ağaçla çevrilmiş beton park(!)lar, AVM’ler, oteller, kafe ve restoranlar, özel üniversiteler, özel hastaneler yapıldı. Kentlerin üretimci, entelektüel seviyesi yüksek, demokratik sosyal dokusu yok edildi. Sol, son on yıllarda büyük şehirlerde seçim kazanamıyorsa, bunun da önemli bir rolü olmuştur.

Tarih içinde oligarkların davranış ve akıl yürütme şekilleri özsel olarak değişmiyor. Sol siyaset bu emperyalist ideolojik pozisyonların tuzağına düşmemelidir.

Bitiriken şunu da söyleyeyim: Sosyalizm adına Mao-sonrası Çin’in uygulamaya koyduğu faşizan, malthüsçü nüfus politikalarını savunanların tayyip’in, “en az üç çocuk” (Aklımda kaldığı kadarıyla en son üçtü- yoksa dört müydü?) kampanyasını “faşizan” bulmaları da biraz  ironik oluyor.

NOTLAR:

(1) “The Old Oligarch” başlığı altında internette bulunan  İngilizce metni okumak mümkün (https://archive.org/details/oldoligarchbeing00xeno ).

(2) Holdren ve Ehrlich’lerin bin küsur sayfalı kitabına da internet ortamında göz atmak mümkün. Bu kitap halen bütün çevreci tezlerin dolaylı ya da dolaysız referansını oluşturması bakımından önemlidir (Bkz.https://archive.org/details/Ecoscience_17)

Tweetle

Bir cevap yazın