Bu yazıda “askeri vesayet” hakkında üç örnek vak’adan söz edeceğim. Bu yazıyı esinleyen, geçenlerde youtube’de izlediğim bir grup Amerikalı sol liberal aydının tartışması oldu.
O tartışmada yer alan aydınların hemen hepsi, “ne işimiz var Afganistan’da, niye Amerikan halkının refahını temin etmeye yönelik yatırımlar yapmak yerine askeri harcamalarımız sürekli arttırılıyor, neden dünyanın bir çok bölgesinde, ülkesinde askeri üslerimiz var, niçin bunlara çok büyük paralar yatırıyoruz, ne işimiz var Orta Doğu’da, niye İsrail’i savunuyoruz” şeklinde artık yıllardan beri aşina olduğumuz sorular etrafında Amerikan devletinin yanlış dış politik icraatlarından yakınıyor. Bununla beraber, hemfikir oldukları diğer aydınlar gibi, her seçimde Demokrat Parti’ye oy vermiş olduklarını da beyan etmekten kaçınmıyorlardı.
Bir de bilirsiniz, bu tiplerin bir çoğu seçimler öncesi düzenlenen parti ve medya kampanyalarına katılıp, Demokrat Parti’ye oy isterler. Mesela bu tür aydınların vetaranı kabul edilmesi gereken Chomsky hemen her seçimden önce ekranlardan açıkça “yetmez ama evet” diyerek, Demokrat Parti için oy ister.
Dikkat edilirse, bu tür tartışmalarda “neden, niçin” ile başlayan yakınmalar esnasında, gerçek nedenlere hiç dokunulmaz, “iyi bir başkan” ın iktidara gelmesiyle bütün bu yakınılan sorunların üstesinden gelebileceği havası yaratılır. ABD’nin nasıl bir devlet olduğundan, kapitalizmden, emperyalizmden, yönetici sınıftan, oligarşilerden onların varlığını, meşruiyetini tartışma konusu yapacak şekilde hiç söz edilmez. ABD hâlâ o büyük “Amerikan Devrimi” ideallerinin taşıyıcısı, özgürlük ve adaletin beşiği ve teminatı olarak sunulur. İşlerin kötü gittiği bugünkü gibi şartlarda ABD’nin deniz aşırı siyasetinin bu söz konusu ideallerle bağdaşmadığı dile getirilir: “Gerçek Amerika bu değildir” denir.
Bizdeki sol liberallerin de benzer şekilde bir mantık yürütüğünü söyleyebiliriz. Mesela, “askeri vesayet” hikayesinde olduğu gibi. İşte her şeyi kendi başına kontrol eden bir ordu var. Tarihten, toplumsal sınıflardan, bu sınıfların devlet içindeki konumundan, mücadelesinden bağımsız, her şeye kadir, tek başına her şeye karar verme gücüne sahip bir yapı olarak en tepede duruyor. Bu mantık, ne kapitalist düzene, ne emperyalizme, ne de devlet kavramına referans verir. Orada tepemizde adeta öncesiz ve sonrasız olarak Demokles’in kılıcı misali salınıp duran bir güç ima edilir.
Türkiye’de TSK’nın kapitalist devlet düzeni içinde son 7-8 yıla kadar sürmüş olan ayrıcalıklı konumu esas olarak Türkiye’nin emperyalist savaş organizasyonu olan NATO’ya girmesiyle başlamıştır. Bilindiği gibi, erken Cumhuriyet yönetimi, İttihat ve Terakki deneyimini göz önünde bulundurarak, kurucu bir role sahip olmasına rağmen silahlı kuvvetlerin devlet içinde imtiyazlı bir konum işgal etmesine mani olmak istemiştir. En azından Kemal Atatürk’ün bu yönde girişimlerinin olduğu biliniyor.
Ancak 2.D.Savaşı sonrasında emperyalist dünya sistemiyle entegrasyon sayesinde Türkiye devletine soğuk savaşta sosyalist dünyanın sınır boylarında yer alan “stratejik konumlu” bir ülke olması nedeniyle özel roller yüklenmiştir. Bu roller, emperyalistler ve onların işbirlikçisi olan sınıflar adına, söz konusu devlet içinde silahlı kuvvetlerin ayrıcalıklı bir yer tutmasını gerekli kılıyordu. Yani ordunun “en önemli ihraç malı” olduğunun altı sürekli çiziliyordu. Askeriye egemen sınıf bloğuna rağmen ya da ona karşı olarak bu rolleri üstlenmiyor, tersine, bir zor aygıtı olduğu burjuva devletinin ve o devletin tabi olduğu uluslararası sistemin talebi, direktifi üzerine üstleniyordu.
Devlet içinde yer alan bir aygıtın, belli bir dönemde veya uğrakta belli önemli roller üstlenmesi, emperyalist burjuvazinin ihtiyacıyla izah edilebilir. Bu yüzden askeriyenin devlet aygıtı içindeki göreli imtiyazlı konumunu, bu arada askeri darbeleri de emperyalizm ve vasalı burjuva devletine referans vermeden izah edemezsiniz. Türkiye’de 27 Mayıs dahil bütün askeri darbeler NATO operasyonları olarak görülmek gerekir. Zaten her darbe yönetimi de NATO’ya ve CENTO’ya bağlılık yemini ederek görevine başlamıyor muydu?Bu bakımdan darbeleri sadece işin başında olanlardan, araçlardan hareketle ele almak eksik oluyor. Gördükleri işleve, yarattıkları sonuçlara bakmak lazım.
Devlet içinde belli bir aygıta, diyelim, orduya ağırlıklı bir rol veriyorsanız, kaynaklarınızı oransız olarak bu uğurda seferber ediyorsanız, o ordunun hem toplum düzeni hem de ondan bağımsız bir varlığı olmayan devlet içinde imtiyazlı hale gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Bir süre sonra politikadan, eğitime, sağlığa, yargıya, medyaya kadar her alanda o gücün ayrıcalıklı, oransız bir otoritesinin olmasının önüne geçemezsiniz.
Kadim Roma’da da aynısı olmamış mıydı? Askeri kast diğer yurttaşlara göre gayet imtiyazlı bir toplumsal ve siyasal konuma yükselmişti. Neden? Çünkü emperyal Roma devleti sürekli genişleme ihtiyacı içindeydi, genişledikçe kendisini daha güvensiz hissediyordu. Güvensizlik duygusu daha fazla genişleme arzusunu teşvik ediyordu. Askeriyeye daha fazla önem ve yatırım kaçınılmaz oluyordu.
Bir başka örnek, Çin’deki Kültür Devrimi. Bizim solumuz bu tarihsel olguyu çok ihmal etmiş, daha doğrusu, bilgiye referans vermeyen bir kör taraftarlık mücadelesi içinde kayıkçı kavgasına dönüştürmüştür. Buna rağmen iki tarafın bu hali bile bu çekişmede tarafsızlığını deklare edenlere yeğ idi. Dünya sosyalist sistemi içindeki yarılmaya hiç bir sosyalist kayıtsız ya da tarafsız kalamazdı. Böyle bir konum her şeyden önce siyasetsizlikti. Zaten bugün de o konumun ardılı olan kesimlerin genel olarak ya da hemen her önemli sorun karşısındaki siyasal çizgileri “siyasetsizlik” olarak tezahür ediyor. Bu yüzden kolayca koltuk değneği olabiliyorlar. Veyahut yürümek için başkalarının bastonuna dayanma ihtiyacı duyuyorlar. Her neyse.
Çin’de Kültür Devrimi’ni hazırlayan (bana göre) iki ayrıcalıklı etken var: 1956’da SBKP’nin 20.Kongresi ve kadim düşman Japonya’nın, ABD işgali ve desteği altında, tekrar toparlanarak büyük bir ekonomik güç haline geleceğinin işaretlerini vermesi. Başka etkenler de sayılabilir. Ancak bu iki etkenin Mao’nun siyasal aklı, ya da düşünsel referanslarını da ihtiva eder şekilde, siyasal kültürü üzerinde ayrıcalıklı bir etki yaratmış olduğunu düşünüyorum.
Kongre, Çin liderliğinde karamsar bir havanın hakim olmasına neden oluyor, hem sosyalist dünyanın hem de Çin’in geleceğiyle ilgili kayguları ortaya çıkartıyor. 56’dan Kültür Devrimi’ne kadar (1966) Mao başkan, (Mao’nun veliahtı olarak şifahen işaret etmiş olduğu) ikinci adam Liu Shaoqi, Deng Xiaoping genel sekreter. Mao, ÇKP’nin başına da kendisinden sonra bir 20.Kongre belasının gelmesinden korkuyor. Kaygunun ve çare arayışının yersiz olduğunu söyleyemeyiz (1). Ancak uygun olmayan, isterseniz, gayri meşru araçlar en ulvi amaçları dahi tartışılır hale getirebiliyor.
SSCB’nin Çin’in gelecek beklentilerine katkı yapmayacağı ya da bunun Çin’in beklediği şekilde olmayacağı düşüncesi Mao’ya hakim oluyor. Kültür Devrimi sahnelenene kadar Çin yönetimi içinde toplumsal ekonomik politikalar konusunda en yetkin, en donanımlı iki idareci, Liu ve Deng (2), Sovyet Planlama deneyimini, SSCB’nin yardımlarıyla, Çin’e uyarlamaya çalışıyorlar, bu yolda başarılı adımlar da atıyorlardı.
20.Kongre ve Japonya’nın ABD destek ve kontrolünde gerçekleştirmekte olduğu atılımlar, kuvvetli bir şekilde Konfüçyüsçü şablonlara göre düşünme maharetine (Kafasında kurulu bir tür mekanik diyalektik olduğunu söylemek mümkün. İhmal edilemeyecek kadar güçlü metafizik bir diyalektik yorumu var) sahip Mao’yu daha ütopik düşünmeye sevk ediyor. Bu -söz konusu düşünsel referansları dikkate alındığında- hiç de zor olmuyor. Çin’in kısa sürede SSCB’yi ve hatta ABD’yi aşacağı bir hamle planlanıyor. “Politik üst yapının ekonomik alt yapıyı dönüştürebileceğini” öne sürüyor (68’de Batı’da maoculuğun küçük burjuva radikal gruplar arasında popüler olmasında Mao’nun bu tür “avantgarde” fikirlerinin etkisi olmalıdır) “İleriye doğru Büyük Atlım” (İDBA) dönemi başlıyor.
Başarılı olamıyor. Çoğu çocuk ve yaşlı (Mao sonrasındaki Çin yönetiminin sessiz kaldığı bir iddiaya göre) on milyonlarca insanın (insan yapımı) kıtlık neticesinde hayatını kaybetmesiyle sonuçlanıyor. Mao’nun bu deneyim sonrası söyledikleri, Lao Tzu’nun iki bin yıl önce söylemiş olduğu şeydir: (mealen) “İyiden kötü; kötüden iyi çıkar. Verili koşullarda kötü bir şey iyi şeylerin ortaya çıkmasına; ve iyi olan bir şey de kötü sonuçların ortaya çıkmasına vesile olabilir”.
Çin sosyalist idaresi şöyle bir sacayağı üzerinde yükseliyordu : ÇKP, Çin Halk Kurtuluş Ordusu (ÇHKO), ve “marksist-leninist Mao Zedung Düşüncesi”. İDBA döneminin başarısız sonuçları, sacayağının iki öznesinin üçüncüyü sorgulamasına yol açıyor. 20.Kongre hep Mao’nun kafasının bir yerinde duruyor tabii. İDBA sonucunda partide oluşan hava onun kafasındaki kayguyu harekete geçiriyor. Siyasal yürütmenin başında bulunan ÇKP’yi hedef alıyor. Yol arkadaşlarını, kendi kuşağının partili devrimci yoldaşlarını, veliaht olarak işaret edilen de dahil, hedef tahtasına oturtuyor. Bunu sokakları, öğrenci gençliği, devrim muhafızlarını, partizanları harekete geçirerek yapıyor.
Seçkin parti yöneticileri ya öldürülüyor, ya sürgün ediliyor, veyahut aşağılanarak bir tarafa atılıyor. “Halktan öğrenme dönemi” başlatılıyor. Tabii bir süre sonra “halk”, kaçınılmaz olarak, devrimin nasıl yapılacağını da öğreniyor. Devlet karşında, yönetenler karşısında öz güvene kavuşuyor. Artık kitlenin kontrolünün mümkün olamadığı sürekli inkarı yaşam tarzı haline getirmiş “devrimci” özneler tarafından olağanüstü koşullar yaratılmış oluyor. İsterseniz, bir tür “sürekli devrim”. Aklımda kaldığı kadarıyla Pekin’de bir üniversiteye propaganda çalışması yapmak gayesiyle giden parti tarafından görevlendirilmiş bir grup partilinin üniversiteyi ele geçirmiş bir grup “kültür devrimcisi” tarafından öldürülmesinden sonra Mao, ÇHKO’ya seslenerek bu “devrimci” gidişe müdahale etmesini istiyor.
Büyük bir toplumsal saygınlığı olan ordu çok geçmeden kontrolü sağlayınca, Mao, kafasında 20.Kongre’nin oluşturmuş olduğu kayguyu giderecek faktörü bulduğunu düşünüyor : ÇHKO. Yani cumhuriyetini gençliğe değil, ama orduya emanet etmesi gerektiğine inanıyor. Bu andan itibaren askeriyenin Çin hayatının hemen her cephesinde etkinliği artmaya başlıyor. Örnekse, ÇKP MK’sında ve Politbüro’sunda asker ağırlığı artıyor. Mao, hız kesmeyip, anayasal bir değişiklikle Mareşal Lin Biao’yu resmi “veliaht” ı olarak ilan ediyor. Partiye, bürokratlara karşı operasyonlar artık gerektiği zaman daha kontrollü şekilde ordu desteğiyle gerçekleştiriliyor. Gelgelelim, bu kez Mao orduyu da tehdit olarak görmeye başlıyor(2)
Bizzat vasisi olduğu askeri vesayetten rahatsız olmaya başlıyor. Kendisine karşı bir darbe girişiminde bulunulabileceğini kafasında kuruyor. Tabii bütün bu at değiştirmeler esnasında onun yalnız başına olmadığını, her girilen devrin yıldızı sönenleri ve yıldızı parlayanları olduğunu unutmayacağız. Yani onun sevdiği bir ifadeyle, “halk içindeki çelişkiler”i ihmal etmeyeceğiz. Kısacası, “askeri vesayet” de Kültür Devrim’nin son devresinden Deng iktidarına kadar Çin’de sorunsallaştırıldı. Sonrasında giderek ordunun ağırlığı azaltıldı ya da yeni şartlara uyarlandı.
Tekrar ABD’ye dönelim. Neo-conlar yani “yeni-muhafazkarlar” ABD’nin emperyal siyasetinin gereği olarak militarizmi her zaman teşvik etmişlerdir. Aslında ABD toplumunda ve politikasında bu militer eğilimler 2.D.Savaşı sonrasında sürekli takviye edilmiştir. Amerika’da sadece devlet değil, onunla ilişkili olarak toplum da militarizedir. Amerikalı burjuva sosyologları toplumdaki şiddet eğiliminin gücünü, ABD’nin sahip olduğu hegemonik anlayışla bağlantılandırmıyorlar. Bu bağlantı kurulmadan, yani devletin militarizasyonu ve toplumun militarizasyonu arasındaki ilişki anlaşılmadan sorunu kavramak mümkün olmayacaktır.
Bu neo-conların son dönemdeki siyasal lideri senatör McCain’se, askeri lideri de general Petraeus’dur. Bilindiği gibi bu general Bush döneminde Irak işgalinin planlayıcılarından idi. Bizzat da o işgale katılmıştı. Obama yönetime gelince, yine bilindiği gibi, Irak’taki Bush operasyonunu eleştirmiş, Irak’tan çekilme kararı almıştı. Dikkatler tekrar Avrasya’ya çevrilecekti. Tabii Afganistan orada çok önemli ve sorunlu bir noktaydı. Petraeus sonra Afganistan’daki ISAF’ın başına atandı. Obama’ya kendisine 35 bin asker daha verilirse, Afganistan’ı tamamen kontrol altına alabileceğini söylemişti. İsteği yerine getirilmiş, ama Afganistan daha da kontrolden çıkmış, müttefikler arasında dahi ABD’nin önderliği tartışma konusu olmuştu.
Petraeus bu kez CIA’nin başına getirilmiş, buradaki faaliyetleri Obama yönetimini rahatsız etmişti. Petraeus CIA’den başlayarak ABD yönetimi içinde askeriyenin etkisini arttırmaya yönelik çalışmalara hız vermişti. Onun bu faaliyetleri Amerika’daki oligarşik gruplar arasında dahi tartışılır olmuştu (4) Hatta kimi Amerikalı gazeteciler Obama’ya karşı bir darbe hazırlığının Beyaz Saray tarafından ortaya çıkartılmış olduğunu iddia etmişlerdi. Petraeus hemen (uzun bir süreden beri devam ettiği bilinen) bir gönül ilişkisi (ahlaki) gerekçe gösterilerek görevden azledildi. Demek ki, burjuva devlet askeriyeye ne kadar yer açarsa, o kadar yeri kaplıyor. Bunun “ne kadar” olacağı uluslararası bağlamı içinde toplumsal-siyasal mücadelelerle belirleniyor..
NOTLAR:
1) 20.Kongre’nin dünya sosyalist hareketindeki etki ve sonuçları tam olarak ortaya konulmamıştır. Bu etki ve sonuçlar genellikle SSCB’nin iç evrimi bağlamında ele alınmıştır. Eksiktir. 20.Kongre, mesela, dünya düzeyinde solcu aydın camianın erozyona uğramasına yol açmış, bu arada özellikle Batı’da, kapsamlı bir “döneklik” vak’asını teşvik etmiştir. Mesela Batı’daki çok sayıda kaliteli, seçkin sosyalist aydın ideallerini terk etmiştir. SSCB’nin Batı entelektüel camiasındaki etkisi kırılmıştır. Gönüllü entelektüel temsilcilerini, sözcülerini kaybetmiştir. Hatta Batı’da 960’tan itibaren gönüllü olarak, sosyalist idealleri uğruna KGB’ye hizmet etmeyi kabul etmiş tek bir entelektüelin adını hatırlamıyorum. Batı’daki 68’in anti-Sovyet eğilimlerinin güçlü olmasında 56’nın katkısını da ihmal etmemek gerekir.
2) Son yıllarda, Çin hakkında yazan bir çok yazar, Liu ve Deng’in ekonomik fikirlerini Sovyetler’deki Bukharin’in fikirlerine benzetiyorlar. Bence doğru değil. Hem Kültür Devrimi sırasında hayatını kaybeden Liu hem de aynı devrim sırasında canını zor kurtarmış olan Deng Sovyet sanayileşmesini model almışlardı, ağır sanayileşme programını gerçekleştirmenin Çin için zaruret olduğunu iddia ediyorlardı. Asıl Bukharin gibi düşünen Mao’ydu. Sosyalizm denilince kafasında, açıkça söylemese de, kendisine yeterli tarımsal komünler vardı. Mao devrinde ciddiye alınacak bir sanayileşme girişimi olmamıştır. Sanayileşme, tarımda aile veya hane üretimine dönüşle birlikte Deng devrinde başlar.
Deng’in kariyenin en erken dönemlerinden itibaren her zaman Mao’ya bağlı kalmış olması, herhalde çok büyük zarar görmemiş olmasında etken olmuştur. Nitekim Mao ölümünden biraz önce ona tekrar üst düzeyde görev veriyor. Ancak biraz sonra yeniden etkisizleştiriyor. Deng’i fikirleri, siyasal konumları itibarıyla değil ama Çin devleti içinde oynadığı rol bakımından Molotov’a benzetiyorum. İkisi de tam anlamıyla görev adamlarıydı. Altında çalıştıkları liderlere sadıktılar. İkisi de çok çalışkandı. İkisinde de güçlü bir “devlet aklı” vardı. Bu akıl onları sübjektif tepkiler göstermekten alıkoyuyordu. Deng, Kültür Devrimi sırasında oğlunu kaybetmiş; Molotov’un yahudi olan eşi NKVD tarafından sorgulanmış, hapsedilmişti. İkisi de sabırlı ama entrikacı değildi. Deng bulduğu fırsatla liderlik kapasitesine sahip olduğunu da gösterebilmiş, Molotov bu kapasiteye sahip olamadığına inandığı için olsa gerek Stalin yoldaşın ölümünden sonra hamle yapamamıştı.
Tabii şunun da altını çizmem lazım: Deng, her halde 1958’de İDBA başarısızlığından sonra Liu gibi özerk, reformist bir konuma yerleşmişti. Bu konumun onun pragmatist yeteneklerini geliştirmesine katkı yapmış olması beklenir. Liderlik yeteneği 1958 öncesindeki siyasal konumundan kopmasından sonraki süreçte gelişmiş olmalıdır. Buna benzer bir tespiti Molotov için yapamayız. Molotov programatik ve teorik anlamda hatları daha belirli, daha merkezi, sıkı disiplinli bir proletarya siyasetinden ve partisinden geliyordu. Lenin’in yanında MK sekreterliği yapmıştı. Kariyerinin erken döneminden itibaren içinde yer aldığı devlet bürokrasisi hareket özgürlüğünü sınırlayacaktı. Kendi başına inisiyatif üstlendiği bir pozisyonu olmamıştı. Oysa Deng daha gevşek, yer yer özerk, ilksel olarak “anti-feodal” kazanımları hedefleyen bir siyasal hareketten geliyordu, dolayısıyla nispeten daha geniş bir siyasal manevra alanına sahipti. Daha otuzlu yıllardan itibaren kendi başına inisiyatif kullanma olanağı bulduğu pozisyonları olmuştu.
Öte yandan, Kültür Devrimi’nin sınıf mücadelesinin belli bir uğrağında zorunlu olarak ortaya çıkmış olduğu iddiası elbette doğrudur. Sınıf mücadelesi devrimle, devrimlerle bitmiyor. Yeni aşamalara ulaşıyor. Bizatihi devrimi olanaklı ve gerekli kılan da bu mücadeleler zaten. Çin’de sınıf mücadeleleri bugün de var. Öyle değil mi? Görünür bir gelecekte de olmaya devam edecek. Bu toplumsal gelişme yasası tek başına olup biteni meşrulaştırma gerekçesi olamaz. Bizi burada özellikle ilgilendirmesi gereken, bu mücadeleler esnasında sosyalistlerin veya sosyalist liderliğin izlediği siyasal çizgi olmalıdır. Dolayısıyla bu liderliğin hamlelerinin proletarya siyasetinin çıkarları açısından yarattığı etkiler ve sonuçlar olmalıdır. ÇKP liderliği, Kültür Devrimi siyasetiyle soldan bir çıkış yapmış ama bu siyasetinin etki ve sonuçlarına baktığımız vakit, sağdan geri dönmüştür. Sonrasında iktidarı o siyasetin mahkum ettiği güçler almıştır.
3) Lin Biao, Çin’de Kültür Devrimi’nin zirvesine tırmanmış olduğu ve anti-Sovyet kampanyanın hız kazanmış olduğu bir zamanda (1969) “anayasal veliaht” ilan edilmişti. Bu sıralarda Mao’nun aralarında Lin’in de bulunduğu parti yöneticilerine, Sovyetler’in Çin’e “Pearl Harbour” tipi bir ani baskınla saldırabileceğini söylemesini fırsat bilen Lin, aniden bütün kara-deniz-hava birliklerini teyakkuz haline geçiriyor. Sovyet saldırısına hazır bir şekilde beklemelerini emrediyor. Seferberlik ilan ediyor. Lin’in böyle bir kararı tek başına alabilecek, böyle bir emri tek başına verebilecek güce ulaştığını fark eden Mao müdahale etme ihtiyacı duyuyor. Sonrası malum. Lin’in hava kuvvetlerinde subay olan oğlu aracılığıyla bir askeri darbe hazırlığı içinde olduğu iddia ediliyor. Lin’in, içinde eşi, subay olan oğlunun da bulunduğu bir grup yakınıyla SSCB’ye kaçmak üzere binmiş olduğu iddia edilen uçak Moğolistan üzerindeyken düşürülüyor.
Bir kez bu tür bir iktidar oyununa dahil olundu mu, “veliaht” nerede başlar, “rakip” nerede biter bilinmez. Yalnız bilinen bir şey, siyaset tarihi kadar eski bir iktidar tekniğidir: Her zaman bu seçilmiş figürlerin eline kendilerini asmalarına yetecek kadar ip vermek. Mao da öyle yapmıştı.
4) ABD’de ulus-ötesi karaktere sahip egemen sınıf bloğu, bazı durumlarda iç içe, kimi vak’alarda birbirlerinin dışında konumlanan, çok-merkezli, ama her durumda birbirleriyle kesişen oligarşik yapılar içinde temsil edilirler. Çıkarları arasında zıtlıklar olabilse de, hepsi ortak bir şekilde kapitalist-emperyal düzenin bekası için çalışan bu çoğul oligarşik yapıların varlığı ABD’de, Avrupa’daki tarihsel örneklerde olduğu gibi, faşist diktatörlüklerin ortaya çıkmasına olanak tanımamıştır. Yani (şimdiye kadar) faşist diktatörlüğe rastlanmamış olmasını buna bağlıyorum.
Büyük siyasal krizler olmuyor, çünkü orada diğer kapitalist ülkelere nazaran siyasal iktidarın devlet katında temerküzünden söz edemiyoruz. Yani böyle bir eğilim olsa da, diğer örneklere nazaran güçlü değil. Bu yüzden kırılma devlet katında olmuyor. Bu çoğul oligarşik yapıların siyasal karar alma olanakları var. Büyük siyasal krizlere yol açmayan bu durum, tersine ekonomik alanda büyük krizlerin çıkmasına olanak tanıyor. Çıkarların çatışması, büyük ekonomik kırılmaları tetikleyebiliyor.
Öte yandan, Amerika söz konusu olduğunda asıl tartışılması gereken militarizmdir. ABD, modern zamanların en gelişmiş emperyalist- militarist devletidir. ABD toplumunda da militarist eğilimler, bütün diğer toplumlara göre daha güçlü haldedir.