Devrim yaklaşırken

Seçimlere doğru giderken AKP rejimi, konumunu sağlamlaştırmak adına,  içeride ve dışarıda provokatif davranışlarına hız verdi. Yurt içinde ve dışında yitirilmiş olan istikrarı ve itibarı yeniden sağlamak adına yine düşmanlar yaratmaya çalışıyor.  Baskılarını ve korkularından kaynaklanan saldırılarını arttırıyor. Demokratik alanı ve kaçınılmaz olarak kendi meşru zeminini de sürekli daraltıyor.  Türkiye’de mevcut rejimin bir seçim neticesinde devrilmeyeceği açıktır. Seçim kaosun daha da derinleşmesine hizmet edecektir.

AKP rejimi, Türkiye’nin bölgesinde üstlenmiş olduğu emperyalist rolün sonucu olarak ortaya çıkmış, bu rolün neden olduğu yıkıcı sonuçlar bu rejimin icraatleriyle birlikte ivme kazanmıştır. AKP’nin iç ve dış icraatlerinin daha ağır yıkıcı sonuçları olacaktır.

Şunu görmek gerekiyor: Bugün Türkiye’de bir iç savaş, kaçınılmaz olarak dış savaşları, dış müdahaleleri; bir dış savaş ise yine kaçınılmaz olarak bir iç savaşı tetikleyecektir. Bugün Türkiye’de her ikisi de, daha önce hiç olmadıkları ölçüde,  ihtimal dahilindedir.

Türkiye’de devrimci koşullar takviye ediliyor. Derinleşiyor. Türkiye devrime çok yakındır. Elbette devrimci koşullar otomatik olarak devrimi, devrimleri getirmez. O koşullardan devrim çıkartılır. Çıkartacak olan devrimci güçler, öncü veya önderliktir. Bugün için böyle bir önderlikten söz edebilecek durumda değiliz.

Bu aşamada işin bu tarafı çok da önemli değil. Asıl önemli olan eksiklik, Türkiye’de gerçekten partileşmiş, sıkı disiplinli, ne istediğini,  ne yapmak istediğini bilen, marksist-leninist teoriyi somut koşullara uygulayabilme, somut koşullardan hareketle teoriyi besleme kapasitesine sahip, öncülük potansiyeli taşıyan  yapı ya da yapıların oluşmamış olmasıdır. Asıl mesele budur. Devrimci koşullardan devrim çıkartacak özne henüz hazır değildir. Devrime liderlik edecek partinin önce kendi içinde liderlik sorununu halletmiş olması beklenir. Liderliğin olmadığı yerde organizasyon olmaz. Anarşi olur.

Şöyle bir yaygın anlayış var: İnsanlar gelecek, mevcut partilere üye olacaklar. Yakalarına parti rozetleri takılacak (aynı burjuva partilerinin yaptıkları gibi yani) sonra “asıl mücadele” zamanı gelecektir. Daha önce bir çok kez söylemiştim. Bu anlayış yanlıştır. Sorumsuz bir yaklaşımdır.  Doğrusu, eldeki yapıları teorik ve pratik olarak en iyi şekilde  donatmak, en işlevsel şekilde organize edebilmektir. Kitleyle bağlantı kurmaktır. Bu bağlantı, yığınları fiziksel manada, en büyük ölçüde  kapsamak demek değildir. Yığınların ertelenemeyecek taleplerine, özlemlerine tercüman olarak onları kucaklamaktır.

Bunlar da ancak mücadele, kavga içinde gerçekleşir. Hareket halindeyken kurmak, öğrenmek gerekir.  Bekleme odasına tıkışıp kalmayı öngören bir hazırlık evresi kendi kendini aldatmaktır. Pejoratif anlamıyla idare etmektir.

Bolşevik Partisi’nin yaklaşık 140 milyon nüfusu olan Rusya’da, 1917 Şubat’ına kadar hemen hemen  24 bin civarında taraftarı vardı. Kerenski’nin iktidarının sonlarına doğru, yani 6-7 ay içinde, kitlesi 200 bin kişiye ulaştı. Rusya nüfusunun en az yüzde sekseni kırsal bir nüfustu. Bolşeviklerin kırlarda bir gücü yoktu. Dahası, kırlarda örgütlenmeyi, çalışmayı ciddi biçimde düşünmüş olduğu da iddia edilemez. Kırlar ağırlıklı olarak SR’ların denetimindeydi.

Bu 200 bin kişi kimlerden oluşuyordu? Çok önemli bir kısmı kentlerin, kıyı şehirlerinin yeni veya genç işçi sınıfına mensuptu. O zaman bu sınıfının nüfus içindeki oranı yüzde üçten biraz daha azdı. Bolşevikler, devrimin kentlerde gerçekleşeceğini öngörüyorlardı. Nitekim Rus devrimi, Çin Devrimi’nden farklı olarak kentli bir devrimdir.

Çin’de ÇKP, 1921’de kuruldu. 1925’e kadar, 450 milyon nüfuslu ülkede, bin civarında üyesi olduğu tahmin ediliyor(1) Sun Yat Sen hareketinin Kanton’da Sovyet desteği ve kılavuzluğu altında başlattığı devrimci demokratik hareket sırasında, ÇKP kıyı kentlerindeki işçiler arasında başarıyla örgütlendi. İlk militan kadrolarını bu işçiler oluşturdu. Burjuva demokratik devrim ve sonraki etapları, izleyen iç ve dış siyasal gelişmeler içinde, kavganın şiddetlenmesiyle birlikte,  otuzlu yılların başlarından itibaren ÇKP’nin kitlesi geometrik olarak büyümeye başladı. Otuzların ikinci yarısında  milyonlarla ifade edilebilecek bir toplumsal güce ulaşmıştı.

Her iki parti de bu güce hareket halinde ulaştılar. Daha doğrusu hareket halindeyken partileştiler. Siyasal kriz ve izleyen kaos sırasında, öncü güç haline geldiler.

Marks’ın Fransa’da Sınıf Savaşları’nı okursanız, aslında orada okuyuculara, işçi sınıfının mücadeleler içinde oluşumunun hikayesini anlattığını göreceksiniz. Yani sınıfın kendisi de siyasal hareket halindeyken ortaya çıkıyor. Hatta belli durumlarda, vak’alarda, partinin ve sınıfın oluşumları iç içe geçebiliyor.

Denilebilir ki, o devrimler sırasındaki koşullar farklıydı. Savaşlar vardı. Doğru fakat, burada tartışmamız bakımından anlamlı olan, bu partilerin bu koşullara kolayca adapte olarak onları kontrol altına alabilecek sağlam yapılar haline gelmiş olmalarıdır. Eldeki çok iyi hazırlanmış hamuru kaos şartlarında büyütmüş olduklarını söylemek mümkün.

Şunu da eklemek lazım: Bütün etkileri ve sonuçları itibarıyla büyük tarihsel devrimler, örnekse, 17.yüzyılın İngiliz Devrimleri, 18.yüzyılın Amerikan ve Fransız devrimleri, 20.yüzyılın Rus Devrimi, Çin Devrimi birbirlerini izleyen iç ve dış savaşlardan çıkmışlardır. Bu devrimlerin hiç birinde, devrimci öncü ya da önderlik ta baştan orada verili değildir. Ancak, öncüleşecek yapı veya yapılar öncesinde şekillenmiştir. Siyasal kriz şartlarında bu şartları en iyi okuyan, en gerçekçi talepler etrafında, ittifaklar da dahil,  en gerçekçi taktik hamleleri yapan gruplar devrimleri gerçekleştirmişlerdir. Elbette bunları yapabilmek hareketli bir hazırlığı öngerektiriyor. Hazırlık, paranteze alınmış bir evre değil, devrime doğru hareket edilen kesintisiz bir süreçtir.

Geçerken  bir şey daha söyleyeyim, her devrim, farklı sınıfsal çıkarların seslerini duyurduğu bir çatışmaya referans verdiği için sağını ve solunu kaçınılmaz olarak yaratır. Mesela, “Nazi Devrimi” nin dahi sol kanadı vardı, Röhm’ün liderliğini yaptığı SA’lar Naziler’in kapitalizmi yıkmasını istiyorlardı. Devrimin nasyonal aşamasının geçilmiş olduğunu, artık sosyalist görevlerin başlatılması gerektiğini söylüyorlardı. Nazi iktidarının başında, 1934’de,  “uzun bıçaklar gecesi” ile tasfiye edildiler.

Her devrim, hareketi içinde, sağdan sola doğru meyleder ve arkasından Termidor ayına ulaşılır. Termidor’u olmayan devrim olmaz. Devrimin düzen kurması gerekir. Termidor’u olmayan devrim tahayyülü romantizmdir. Spor olsun diye devrimcilik yapanların iddiasıdır. Önemli olan termidorun içeriği, sonuçlarıdır.

Türkiye’de ayak seslerini duymakta olduğumuz devrim ne şekilde gerçekleşecektir? Hemen hemen bütün devrimlerde gördüğümüz şey, devrim sürecinin hemen başlarında, meşruiyet krizi içindeki yönetici sınıf ve onun devletinin (özellikle de zor aygıtlarını kullanma imtiyazının)  genel olarak ülke yönetimi üzerindeki meşru tekelini yitirmesidir. Bu şartlarda devrimci güçlerle karşı karşıya gelmeleri, belli bir uğrakta, ikili iktidar yapılarının ortaya çıkmasına yol açıyor.

Bu ikili iktidar evresine farklı şekillerde ulaşılabiliyor. Mesela Sovyet Devrimi’nde, doğrudan devletin zor aygıtlarını hedef alan bir büyük ayaklanma ve cepheden saldırıya geçme söz konusuydu. Savaş içinde zayıflamış devlet bu saldırıya dayanamadı.

Mesela Çin Devrimi’nde (Yugoslavya ve Küba’da da)  gerilla savaşıyla kurtarılmış bölgeler yaratıldı. Oralarda devrimci güçler iktidarlarını egzersiz ettiler. Özellikle Çin’de büyük ve birbirlerinden kopuk coğrafi bölümlerde nispeten uzun bir süre için devrimci iktidarlar tesis edildi. Bu örneğin en özgün formu, devrimler tarihinin belki de en uzun sürmüş iç savaşının da yaşanmış olduğu,  Çin’de görüldü.

Bir de, büyük bir silahlı kavgaya tutuşmadan, yaygın, büyük ve süreğen kitlesel gösterilerle meşru zor aygıtlarını silah kullanarak üstünlük sağlayamayacakları şekilde felç edip, göstericilerin bulundukları yerlerde, şu ya da bu düzeyde, egzersiz edilen devrimci iktidar formlarına tanık olduğumuz, İran devrimi gibi tecrübeler var. Sarayında mahsur kalmış otokrat Şah ülkeden kaçınca, büyük ve ardışık yığınsal gösterilerle paralize edilmiş devlet güçleri (bu arada Şah’a hizmet önceliğiyle oluşturulmuş ordu da) ne yapacaklarını bilememişler, oluşan boşluktan “molla partisi” istifade etmişti (2)

Haziran’da Türkiye’de de yöntem olarak benzer doğrultuda bir devrim tecrübesi yaşanması olasılığı vardı. Hemen hemen demoralize edilmiş bir ordu, güçler ayrılığı mekanizmaları çökertilmiş bir devlet yapısı karşısında başarı şansı yüksekti. Eksik olan önderlik idi. Haziran sokaklarında, meydanlarında yer alan parti ve grupların hepsi, kendi içlerinde, o meydanların, sokakların görünümünü yansıtıyorlardı. Bu hali aşmak lazım.

Öte yandan, Kürdistan’da devrimci cevvaliyetini kaybetmiş gerilla (Bugün Kandil’in tartışması gereken, silah bırakıp bırakmama konusu değildir. Devrimci bir vizyonun neden ve nasıl yitirilmiş olduğudur) hükümetten lütuf beklemek yerine, ona karşı harekete geçerek, bölgesel devlet ya da devletlerini oluşturmuş olsaydı, Haziran  farklı sonuçlanabilirdi. Öyleyse, Haziran Kürt siyaseti için  kaçırılmış büyük bir fırsattı.

Bugün düzen ve devleti 2013 Haziran’ına göre daha kırılgan bir görünüm arz etmektedir.

NOTLAR:

(1) Mao Zedung biyografilerini okuduğumuzda, onun Komünist Partisi Manifestosu’nu 27 yaşında okuduğunu, zaten 1920 yılına kadar Manifesto’nun  Çince bir tercümesinin de bulunmadığını öğreniyoruz. O yıllarda Mao hâlâ sıkı bir Konfüçyüsçüdür. Doğrusu, 1917 Ekim Devrimi’ne kadar marksizm-leninizm de Çinli entelektüeller tarafından hemen hemen bilinmemekteydi.

(2) Belki yeri değil, yine de burada söylemek istiyorum. İran’da Şah’ın düşmesi karşısında ABD’nin hiç bir ciddi önlem almamış olduğu çok yazıldı, söylendi. Doğrudur. Ancak iktidarın komünistlerin eline geçmemesi adına dincilerin desteklenmiş olduğu da doğrudur. Hem Orta Doğu’yu siyasal olarak kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek hem de SSCB’nin bu bölgedeki etkisini kırmak için ABD, Orta Doğu’da İran, Irak, Suriye gibi ülkelerdeki rejimleri,  “insan hakları, serbest pazar ve demokrasi” sicillerinin kötü olduğunu öne sürerek yıkmayı planlıyordu. ABD’nin emperyalist siyasal stratejilerinin oluşturulmasında entelektüel katkıları olan oryantalist Prof Bernard Lewis “Orta Doğu’nun balkanlaştırılması” gerektiğini öne sürüyordu. Bu fikir Brzezinski ve George Ball gibi Amerikan strateji planlayıcıları tarafından da destekleniyordu. Eski büyükelçi, bakan yardımcısı Ball, Bilderberg’in en seçkin üyesiydi. Aynı zamanda Lehmann Brothers’ın elemanıydı. Finans oligarşisinin çıkarları doğrultusunda ulusal egemen yapıların tasfiyesinin zorunlu olduğuna inanıyordu.

Yanlış kişiler tarafından yönetilen SSCB, 1960’ın başından itibaren  petrol tedarikçisi bir ülke haline getirilmişti. Yani bütçesi dünya petrol fiyatlarına çok duyarlı hale getirilmişti. Brzezinski ve Ball, aynı bugünlerde Rusya karşısında olduğu gibi, o zaman da, dünya petrol fiyatlarının düşürülmesinin SSCB’yi ekonomik olarak zora sokacağını, hareket alanını daraltacağını iddia ediyorlardı. S.Arabistan’la bir sorun yoktu. İran buna karşı çıkıyordu. Şah’ın arkasında (iddia edildiği gibi) durulmamasının onun bu direnişiyle de alakası olabilir.

Tweetle

Bir cevap yazın