Tarihin belli momentlerinde “dış dinamikler” iç dinamiklerin hareketleri üzerinde belirleyici bir role sahip olabiliyorlar. Modern zamanlarda, finans-kapitalin hakimiyeti altında dış dinamikler, A.Smith’in ideolojik metaforuna başvuracak olursak, bir “görünmez el” işleviyle iç gelişmeleri, değişimleri yönlendirebiliyorlar. Emperyalist hegemonik gücün düşüşe geçtiği koşullarda (bu koşullarda genel olarak globalleşme ve finansallaşma, sınır-ötesi sıcak para hareketleri paralel bir ivme kazanıyor), en azından onun bu durumu tersine çevirmeye yönelik hamlelerini uygulamaya koyduğu uğraklarda, dış dinamiklerin ayrıcalıklı konumu çıplak gözle dahi tespit edilebilecek bir görünüm kazanıyor. Elbette bu işlevsel ayrıcalık tetiklediği karşı direnişleri de ihtiva ediyor.
Türkiye solu, genel olarak, 60’lı, 70’li yıllarda, sosyalist sistemin varlığı dolayısıyla soğuk savaşın siyasal-ideolojik bir görünüme sahip olduğu şartlarda, iç dinamikleri daima dış dinamikleri öne çıkartan bir çerçeve içinde analiz etme eğiliminde olmuştu. İçeride düşman sınıf ve sınıflar, dış bağlantıları, onlarla işbirlikleri sayesinde yönetimlerini, egemenliklerini sürdürebiliyorlardı. Bu işbirlikçilerle mücadelede halk sınıflarının desteğini alabilmek için bu emperyalist işbirliğinin teşhir edilmesi öncelikli bir devrimci görev olarak görülüyordu. Halk sınıfları arasındaki siyasal ittifakın bu sayede olanaklı olabileceği öngörülüyordu.
Her zaman yapılması kararlaştırılan eylemlerin bu “kirli bağlantı” yı gözler önüne serebilecek kabiliyete sahip olması kaygusu güdülmüştü. Örnekse, 6.Filo protestoları, ODTÜ olayları. Hatta emperyalizme hizmet eden yabancıların rehin alınmaları falan…Fazla önemi olmayan bir Amerikalı diplomatik, askeri figürün ülkemizi ziyareti bile büyük olayları tetikleyebiliyordu. Amerikan bayraklarının yakılmadığı, ABD protestosunun en çarpıcı konumda olmadığı bir eylem nerdeyse yok gibiydi. Bu siyasal çizginin devrimci sol hareketin halk sınıfları nezdinde meşrulaşmasına büyük bir katkısının olduğu görülüyordu. Sol siyasal ideolojinin kitlesel anlamda maddileşmesine katkı yapıyordu. Bunu milliyetçi eğilimleri istismar etmek için kullanan oportünistler başarılı olamıyordu.
Yani o zaman ki dünya şartlarının da etkisiyle sol global bir bakış açısına sahipti. Bu bakımdan bugüne göre daha senkronizeydi. Türkiye’ye dünyadan hareketle bakıyordu. Somut siyasal diyalektiği daha iyi okuyordu. Bugün bu cevvaliyeti pek göremiyoruz. Dahası, emperyalist globalizmin etkisi altında, o globalizmin müesses nizamı içinde kabul gören “muhalif” konumlara savrulmaktan söz etmek de mümkündür.” Eski sol” söz konusu globalizmi sosyalizm adına kökten reddederken, şimdiki, yaygın olarak, sinik bir şekilde, “demokratik ve insani” mazeretler öne sürerek, olumlama gayreti içindedir. “Yetmez ama evetçilik” bunun bir tezahürüdür. Etkileri itibarıyla sanıldığından daha geniş ve daha derin bir vak’adır. Sadece Türkiye’nin sorunu da değildir. Bugün batılı kapitalist ülkeler solu ( ve “yeni-solu”) neredeyse tamamen bu görüş açısı tarafından teslim alınmıştır.
Ülkemizde ana hatlarıyla liberal siyasete tutunan hakim Kürt siyaseti bu halin berkitilmesine katkı yapmaktadır. Yani özellikle son 15 yılda, özellikle “AB üyeliği” hikayesi etrafındaki konumlanışların da etkisiyle, hakim Kürt siyaseti ve neo-liberalizm ya da “yeni-muhafazakâr” siyasetler arasında açık ya da örtük, en azından fiili, bir bağlaşma oluşmuştur. Emperyalistlerin bölgesel operasyonları bu bağlaşmayı berkitmek gibi bir işlev görmüştür. Kürt siyaseti de, “yetmez ama evetçi” bir konumun acentası haline gelmiştir. Hatta bu konumun yarattığı siyasal etkinin, doğrudan veya dolaylı olarak “Kürt sorunu” etrafında takviye edildiği, ve tabii Kürt siyasetinin sahip olduğu kitlesel güç sayesinde mümkün olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
Türkiye’de bugün Kürt ulusal sorunu dahil her önemli siyasal-ekonomik sorun (buna hangi siyasal-ekonomik sorunun önemli olup olmadığının tespiti de dahil edilmelidir), emperyalistlerin global düzeydeki hamleleri dikkate alınmadan çözümlenemez. Türkiye’deki düzen dinamikleri dış dinamiğin bağımlı değişkeni haline gelmiştir.
Bugün devrimci sol için temel mesele kendisini bu dinamiklerin dışında kurgulayabilmektir. Sadece ontolojik olarak değil, epistemolojik olarak da. Bu bakımdan “eski sol” un deneyimlerinin eşsiz bir katkısının olacağını düşünüyorum. Sol, emperyalist global anlayışı kendi global anlayışıyla inkar etmelidir. Yöntem bu olmalıdır.
Türkiye solu geçmişte, “ulusal egemen” yapı ve ideolojilerin etkili olduğu daha zor şartlarda dahi bunun gerçeklikle örtüşmediğini gözler önüne sermeye çalışıyor. Başarılı da oluyordu. Mesela o zaman liberal bir “askeri vesayet” eleştirisi tarafından avlanmıyordu. Askeriye NATO’nun askeriyesi idi. Türkiye’de askerin yer yer özerk gibi görünen müdahalelerinin aslında NATO müdahalaleri olduğunun (büyük ölçüde) farkındaydı. Bir “askeri vesayet” değil, “emperyalist vesayet” söz konusuydu. Askeriyenin burjuva devlet düzeni içindeki göreli manevra kabiliyetlerinin emperyalist vesayet sayesinde mümkün olabildiğini görüyordu. Nitekim, son on beş yılda yaşananlar solun bu saptamasının ne kadar isabetli olduğunu (bir kez daha) göstermiştir.
Türkiye solu bugün de emperyalizmin operasyonlarını meşrulaştırmak adına başvurduğu tamamen ideolojik gerekçelerin hepsini duraksamadan reddetmeli, emperyalist siyasetin bütün bu gelişmelerin bizzat sorumlusu olduğunu bıkmadan, usanmadan ilan etmelidir. Emperyalizmle mücadeleyi, aralarındaki bağlantıyı sürekli teşhir ederek, “AKP rejimi” ile mücadelenin ana ekseni haline getirmelidir. AKP rejimini emperyalizme göre konumu itibarıyla hırpalamak gerekir. Laiklik, cinsiyetçilik, ulusal ve dinsel baskılar vb sorun başlıkları emperyalizmin operasyonları bakımdan ihtiyaç duyduğu siyasal vizyonundan, programından ayrı düşünülemez. Mesela, merkezler de dahil olmak üzere dünyanın dincileştirilmesi, özel olarak, islamcılığın takviye edilmesi emperyalist araçsal aklın çizdiği stratejinin siyasal ve kültürel bileşenleri olarak görülmelidir.
Türkiye’nin giderek derinleşen, nispeten uzun süreceğini tahmin ettiğim ekonomi-politik bir istikrarsızlık sürecine girmiş olduğu şartlarda sözünü ettiğim global bakışın ihmal edilmemesi gerekiyor.