“AMERİKAN YÜZYILI” SÖNERKEN

1.BÖLÜM 

Bir kaos ortamında bulunduğumuzu daha önce söylemiştim. Yalnız, kaosu krize indirgememek gerekir. Kaos, krizleri içerir, maddi ve kültürel krizlerle kendisini dışa vurur. Ancak krize eşitlenemez. Kaos bir sistemik çöküş ve yeniden oluş halidir. Çökenin yerini alacak olanın olanaklarını, olasılıklarını, koşullarını da içeren bir durumdur. Genel olarak devrimci durum kaosa referans verir. Öncelikle bir sistemin global olarak işlemez hale gelmesi, bu halin onun bütün bileşenlerini kat etmesidir. Kaos rastlantılara değil, zorunluluklara referans verir. Kaosu öncesinin koşulları koşullar.

Yeri gelmişken, son yıllarda adeta postmodern anlayışla bir koşutluk arz eder şekilde, belirlenimciliği yadsıyıp, “olasılıklar kuramı” nı ihya etmeye yönelik anlayışların Batı’daki bilimsel entelektüel camiada kabul gördüğüne tanık oluyoruz. Mesela Belçikalı profesör İlya Prigigone, insan hayatının esas olarak determinist olan fizik düzenle bire bir uyuşma içinde olmadığını, bu yüzden fizik yasaların toplumsal hayatın anlaşılmasında kullanışlı olmayacağını söyleyen Jacques Monod’ya karşı örtük bir polemik yürüterek, fiziğin toplumsal hayatın kendisi olduğunu, yasalara dayanmadığını, rastlantı ve olasılıkların fizik evren gibi, toplumların, sanatın, kültürün kuralı olduğunu öne sürüyor.1

Rastlantısallık ve olasılık vak’adır. Ancak koşullanmış vak’alardır. Prigigone görünenle yetiniyor. Oysa bilim görünenin altına inmekle mümkün olabilmektedir.Nobelli Prigigone (Geçerken, Nobel Ödülü’nün aydınları düzene bağlamak gibi bir işlevi olduğunu da tespit edelim), demokrasinin belirlenimcilikle bağdaşmayacağını, olasılıklara ve rastlantısala referans veren anlayışın demokrasiyle bağdaşır olduğunu söylüyor. O zaman Lisenko’nun günahı neydi? Proletarya demokrasisinden yana olmak mı?

Bugüne kadarki tarihsel sistemler içinde, dinamikleri ve olanakları itibarıyla, en kaotik olan, hiç şüphesiz, kapitalizmdir. Kapitalizm bugün sebep olduğu bu kaos halinden bildiğimiz kapitalizm olarak çıkamaz. Yani sistemin mevcut çerçevesi içinde tadil edilmesi kabil değildir.

Buradan hemen yeni bir sistemin çıkması söz konusu olmayabilir. İşlemez hale gelmiş sistem, kaosun görünümlerinden birisi olan dallanıp budaklanma halinin ortaya çıkardığı olanaklar, olasılıklar sayesinde, nispeten uzun sürebilecek bir geçiş süreci içinde, bir süre kontrol altında tutulabilir. Böyle bir geçiş sürecini, 2.D.Savaşı’nın hemen sonrasında başlayıp doksanlı yıllara kadar devam etmiş global ve göreli olarak en uzun süreli barış ve siyasal istikrar devresine benzetebiliriz.

Gelgelelim, benzer içeriğe sahip bir geçiş döneminin ortaya çıkabilmesi için koşullar bugün müsait değildir. Bir sosyalist dünya sistemi yoktur mesela. 2.Savaş sonrasında paradoksal olarak kapitalist sistem sosyalist sisteme tutunarak, daha doğrusu, sosyalist sistemi kendisine adapte olmaya teşvik ederek soluklanmış, ancak sosyalist sistemin paradoksal olarak kendi varoluşu bakımından önemini kavrayamadığı için (sistemin işleyişi, dinamikleri, o arada entelektüel kapasitesi, buna olanak tanıyamazdı) sosyalist bloğun çökmesiyle birlikte başlıca dayanağını yitirmiş, coşkuyla ilan edilmiş, “tarihin sonu” utkusunun tarihsel bir “pirus zaferi” olduğunu idrak edememiştir. Sovyet “perestroika” sı çok geçmeden Batı’da da uygulanmaya başlamıştır. Hatta “kemer sıkma” adı altında, “şok terapi” aşamasına geçilmiştir. Kısacası, bugünkü kaos, söz konusu geçiş devresinin sona ermiş olduğu anlamına da gelmektedir.

Kapitalist sistemin kaos halinde işleyemez hale gelmesine yol açan en öncelikli etken, hegemonik gücün sönüşünün hızlanmasıdır. Hegemonik güç krize girer, paralize olur. Bu felç hali sadece fiziki yeteneklerini değil, akli, ruhi kapasitelerini de kat eder. Mevcut sistem içinde onun yerini almaya arzulu, bunu ilan etmiş rakip bir gücün olmadığı koşullarda hegemonyanın düşüşü, sistemin dinamikleri içinde yanılsamaları, çatlakları, kırılmaları arttırır. Büyük çatışmalara, savaşlara yol açabilir.

Mesela, Napolyon Savaşları sonrasında sistemin hegemonik gücü olduğunu tescil etmek adına büyük bir hamle başlatmış olan Britanya, 1914 öncesinde güçlükle nefes alır hale gelmişti. Böyle bir emperyal yapı genişleyemezse, nefes darlığı çeker.

Henüz onun yerini almak niyetlerini açık olarak ilan etmemiş olsalar da, iki emperyalist güç sürekli onun aleyhine kendi konumlarını takviye ediyorlardı. ABD ve Almanya’dan söz ediyorum. Britanya, bu iki gücü engellemek için derhal harekete geçmek zorunda olduğunu idrak ediyordu. 7.Edward’ın(1841-1910), annesi Kraliçe Viktorya’nın ölümünden sonra (1901) tahta çıkmasıyla birlikte, Britanya bir savaş programı hazırlamaya başladı. Yeni kral bu amaç uğruna dış politikayı tamamen kendi kontrolü altına almıştı.

Şöyle de söylemek mümkündür: Birinci Dünya Savaşı, 1848-18702 arasındaki tartışmasız hegemonik konumunu yitirmiş Britanya’nın, jeo-ekonomi-politik emelleri veya programıyla, bu emelleri gerçekleştirebilme kapasitesi arasında, rakip güçlerin, yeni siyasal direniş odaklarının ortaya çıkmasıyla birlikte oluşan mesafeden kaynaklanmıştır. Modern tarihi “anglo-sakson ırkının kendini açıp, gerçekleştirerek dünyanın mutlak hakimi olması” (Kraliçe Viktorya’nın yahudi asıllı muhafazkar -aynı zamanda Kraliçe’nin en tuttuğu- başbakanı Disraeli açıkça böyle söylüyordu) olarak gören Britanya İmparatorluğu, 20.yüzyılı bir “Britanya yüzyılı” yapmak için büyük ve yıkıcı bir savaşı, rakipleri daha fazla palazlanmadan, zorunlu görüyordu.

Böyle bir savaş elbette bir tarafın istemesiyle hemen olmuyor. Şartların, ittifakların hazırlanması gerekiyor. Rakiplerin siyasal davranışları üzerinde de etkide bulunulması gerekiyor.

Mesela Bismarck (1815-1898), Rusya ile dostluğa çok önem veriyordu. Almanya ve Rusya dost olduklarında, Avrupa’da bir büyük savaşın çıkmayacağını öngörüyordu. Avrupa’da barış için Rusya ile ittifak kurmak gerektiğine inanıyordu. Bismarck, Amerika ile dostluğa da önem veriyor, köleciliğe karşı çıkıyor, Lincoln’ü destekliyordu. Her zaman emperyalist işgalleri meşrulaştırmak için kullanılan, “önleyici” (preemptive) bir savaşın büyük savaşları tetikleyebileceği için çok yanlış olduğunu söylüyordu. Serbest ticarete karşı merkantilizmi savunuyor, ulusların korumacı politikaları tercih etme hakları olduğunu savunuyordu. Öte yandan, Rusya’nın reformcu siyaset adamı Kont Witte (1849-1915) de benzer düşüncelere sahipti. 3

Gelgelelim, Viktorya’nın torunu olan Kayzer Wilhelm II (1859-1941) Rusya’nın ülkesi için önemini kavrayamıyordu. Onun için hiç de sağlam temelleri olmayan, dağılmak üzere olan Avusturya-Macaristan ve hatta Osmanlı İmparatorluğu, ittifak açısından, Rusya’dan daha önemliydi. Fransa’nın Rusya ile yakınlaşması onu rahatsız etmiyordu. Bir süre sonra engel olarak gördüğü, muhtemelen İngilizci akıl hocalarının telkiniyle, Bismarck’ı azletti (Hoca demişken, 2.Wilhelm üzerinde çocukluğundan itibaren çok etkili olmuş, İngilizsever özel öğretmenini de büyükannesi Kraliçe Viktorya seçmişti) Bismarck 1862’den 1890’a kadar, aralıklı ama aktif olarak ülke yönetiminde bulunmuştu.

Öte yandan, Afrika’daki İngiliz ve Fransız çıkarları da, bu iki ülkenin işbirliğini gerekli kılıyordu. Fransa, Afrika’da İngiltere ile çatışmanın kendi yararına sonuç vermeyeceğini artık tecrübeleriyle öğrenmişti. 4 Kısaca, “üçlü antant”ın daha savaştan epey önce şekillenmeye başlamış olduğunu söylemek istiyorum. Almanya yanlış tercihleriyle, İngiltere’nin savaşçı emellerine çanak tutuyordu. Bugünkü “Ukrayna sorunu” etrafında da, Almanya adına, en azından şimdiye kadar, benzer bir durum olduğunu söylemek mümkün.

Britanya İmparatorluğu, özellikle de İç Savaş’tan sonra üzerindeki kontrolü tartışmalı hale gelen ABD, Almanya ve Rusya arasında olası bir yakınlaşmadan kaygu duyuyordu. Rusya, İç Savaş sırasında, Amerika’ya, Lincoln kuvvetlerini, olası bir İngiliz ve Fransız müdahalesine karşı korumak amacıyla bir kaç savaş gemisi göndermişti. Bu gemiler içindeki Rus askeriylerle birlikte Lincoln’ün emrine verilmişti. Yani Çar II.Alexander (1818-1881) Rusya’sı, Lincoln’un müttefikiydi. O kadar öyle ki, eğer Lincoln’e bir dış müdahale olsaydı, bütün Avrupa’da sonuçları olacak bir savaş çıkabilirdi. Bu olayın Rusya’nın kaybettiği Kırım Savaşı sonrasında olduğunu, Rusya tarafından gönderilen gemilerin ve mürettebatın modern tarihin en büyük amfibi savaşlarından biri olan bu savaşta yer almış olduklarını hatırlatayım. 5

Bilindiği gibi, Çar II.Alexandr, Rusya İmparatorluğu tarihinin, sözcüğün modern anlamında, en reformcu Çar’ıydı. ABD’de köleliğin kaldırılmasından biraz önce Rusya’da serfliği kaldırmış, ulusal, dinsel azınlıkların haklarını genişletmişti. 1881’de Narodnaya Volya’nın düzenlemiş olduğu “jeo-politik” bir suikastle hayatını kaybetmişti. Bu suikasti Herzen (1812-1870) ve Bakunin (1814-1876) gibi İngiltere’yle “iyi ilişkileri” olan muhalif figürlerin, ölümlerinden önce, ne kadar çok düşünmüş ve arzulamış oldukları malum. Sonra şunu da ilave etmek lazım, sadece Narodnaya Volya’nın örgütsel beyni değil (tek tek şahısları kast etmiyorum), Legal Marksistler’in örgütsel beyni de İngiliz çıkarları doğrultusunda kararlar alma cevvvaliyetine sahipti.  Günümüzün emperyalist aklının işleyiş modalitelerinden hareketle söz konusu tarihi yeniden okumanın sol siyasal aklımız adına hayli bereketli sonuçları olabileceği kanaatindeyim.

Devam etmeden bir şey daha söylemek lazım. Anglo-amerikan emperyalizminin 20.yy boyunca bize anlattığı tarih tamamen revize edilmiş, revizyonist bir tarihtir. Bu yüzyıl boyunca işlemiş olduğu (geçmişi de var elbette), halen de işlemeyi sürdürdüğü suçlarını saklamak, başkalarının üzerine yıkmak adına uydurulmuş, çarpıtılmış gerçeklerden ibarettir. Bütün bu çarpıtılmış hikayenin “kara kutusu” da 1.Dünya Savaşı’dır. Bu savaş, anglo-amerikan emperyalizminin öncesindeki ve sonrasındaki davranışlarıyla  bütün barışlara imkan olarak son veren savaşıdır. O kadar öyle ki, öncesi ve sonrasıyla onu anlamadan bugünü kavramak güçtür.

Pekiy, devam edelim. Elbette Britanya’ya göre, ABD’nin konumu, Almanya’nın konumundan farklıdır. Britanya’nın ABD ile sermaye bağlantıları ve kültürel bağları vardı. Dahası, ABD, Britanya İmparatorluğu’ndan çıkmış, onun siyasal aklını, geleneklerini büyük ölçüde sahiplenmişti. Kendisini jeo-ekonomi-politik manada onun devamı ya da mirasçısı olarak görüyordu.(Burada belli bir ölçüde Britanya’dan önceki hegemonik güç olan Hollanda ve Britanya arasındaki halef-selef ilişkileriyle koşut bir karşılaştırma yapılabilir). Kısacası 20.yy ABD’sini, 19.yy Britanya’sının düşünsel, felsefi, siyasal, ekonomik, jeo-politik metastası olarak görmek gerekir (Benzer bir tespiti, Venedik-veya Lombardiya-  Amsterdam hattı üzerinden Londra için de yapmak mümkün). Bu koşullarda, Britanya’nın ABD ve Almanya karşısında izleyeceği siyaset aynı olamazdı.

Britanya, ABD’yi bir tür “rezerv devlet” olarak görmekteydi. 1873-1896 bunalımı Britanya’yı, artık eskisi gibi hükmetme kapasitesine sahip olamayacağı şekilde sarsınca, hegemonyanın bir “anglo-amerikan” formuna dönüştürülüp, sürdürülmesi planlandı. Süreç, Britanya’nın, New York borsasındaki haftalar sürmüş “büyük panik” i izleyen günlerde (1907) fiilen ve daha sonra resmen (1913) Amerikan FED’ini kurmasıyla hızlandırıldı. Böylece ABD’nin kontrolü mümkün hale gelmişti. Zaten epeydir fiilen işleyen bir birlikteliğin ekonomi-politik temelleri sağlamlaştırıldı. Anglo-amerikan finans oligarşisi ortaya çıktı. Britanya hegemonyası, Anglo-Amerikan hegemonyasına dönüşmeye başladı. Bu süreç, 2.D.Savaşı sonrasında, ellili yılların sonunda tamamlandı.

Elbette bu pürüzsüz bir süreç olarak görülmemelidir. ABD içinde buna direnen güçler oldu. (Etkileri geçmiştekilerin sahip oldukları siyasal etkinin seviyesine ulaşamasa da) Bugün de var. Anti-sömürgeci direnişin başladığı 19.yy’da ve yeni yüzyılın hemen başında, üç ABD başkanı öldürüldü. (Lincoln, 1865; Garfield, 1881; McKinley 1901. Her üç başkan da reformcuydu. Lincoln, açıkça ulusal egemenlik ve bağımsızlıktan yanaydı. Her üçü de, İngiliz politikalarıyla çatışan programlara sahipti. Şu ya da bu ölçüde veya düzeyde, yukarıda sözünü ettiğim metastasa olanak vermek istemiyorlardı. Yirminci yüzyılda öldürülen iki başkan, F.Roosevelt(1882-1945) 6 ve J.F.Kennedy (1917-1963); iktidardan düşürülmüş Nixon (1913-1994) vak’alarını Amerika ve Britanya arasındaki hegemonya kavgasına referans vermeden ele almak doğru olmaz).

Bundan başka, bir de büyük bir iç savaş yaşandı (1861-1865). Bu iç savaş, öncesinde ve sonrasında, ABD üzerindeki kolonyal hakimiyetini yitirmiş Britanya’nın müdahaleleri dikkate alınmadan izah edilemez. İç Savaş’in çatışan başlıca iki gücü, Kuzey ya da Birlikçiler; köleci Güney ya da Konfederalistler idi. Bu ikinciler (11 eyaleti kontrol ediyorlardı), Britanya desteğinde köleci Amerika Konfedere Devletleri oluşturmayı amaçlıyorlardı. Kuzey ya da Birlikçiler, bütün eylatleri içeren, köleciliğin yasaklandığı  demokratik kapitalist cumhuriyeti savunuyorlardı.

Geçerken, finans-kapitalin  tarihi köle ticareti (ve ucuz iş-gücü göçleri) ve global uyuşturucu ticareti olmadan anlatılamaz.  Finans-kapitali anlamak bakımından, bir şirketten çok daha fazla bir şey olan, zirve yıllarında tek başına dünya ticaretini yarısını kontrol eden East India Company’nin tarihini incelemek çok yararlı olacaktır. Bu şirketin tarihini incelemeden Britanya İmparatorluğu’nun modern tarihini yazamazsınız. Afganistan ve Hindistan’da uyuşturucu plantasyonları işletip, bunların ticaretini yapmak, uluslararası köle ticareti başlıca faaliyet alanları arasındaydı.

Çin’e karşı başlatılan Afyon Savaşları, Çin nüfusunu afyon bağımlısı yapıp, afyon satıp para kazanmak ve aynı zamanda Çin’i bu yolla çökertmek, sömürgeleştirmek için idi. Bugün de Afganistan ve L.Amerika üzerinden anglo-amerikan emperyalizminin kontrolünde sürdürülen uyuşturucu ticareti Wall Street’in en  hayati kaynakları arasındadır. Bu nedenle Afganistan ve Pakistan gibi ülkeler çökmüştür(Bugün başta Batı ülkeleri olmak üzere dünyada tüketilen eroinin hemen hemen yüzde 93’ü Afganistan üzerinden temin edilmektedir).

Geçmişte de emperyalistler dini kullanarak, göz diktikleri coğrafya halklarını kafa kafaya tokuştururlardı (Özgün olarak bir Roma İmparatorluğu yöntemiydi). Bugün de böyle. Budist Çin’de mesela, Afyon Savaşları’ndan ayrı düşünülemeyecek 19yy ortalarındaki dinci Taiping Ayaklanması (en az 25 milyon insanın hayatını kaybetmiş olduğu tahmin ediliyor), kafası hıristiyan dogmalarıyla karıştırılmış sıradan bir meczup köylünün kendisini (elbette İngiliz telkinleriyle) İsa’nın kardeşi ve tabii Mesih ilan etmesiyle başlamıştı.

Anglo-Amerikan jeo-ekonomi-politiği tam da budur. Emperyalizmin “jeo-ekonomi-politik” fantezileri, onun göz diktiği coğrafyada yaşayan halklar için varoluşsal bir direniş nedenidir. Böyle olmalıdır. Rusya ve Ukrayna etrafında yapılan kışkırtmaların bu nedenle bütün dünya için çok yıkıcı sonuçları olabileceği yolundaki kayguları ciddiye almak gerekir.

Şunu da ilave edeyim: Şimdi haberleri, yorumları okuyoruz. Mesela  Meksika’daki uyuşturucu işini, maşalardan veya kurbanlardan hareketle, “sosyal yoksullaşma” ile izah etmek, sonuçtan söz etmek oluyor. Asıl neden, buradan semiren uluslararası finans-kapitaldir. Dün olduğu gibi, bugün de bu uyuşturucu işinin lobileri, siyasal temsilcileri, enformasyon sektöründe, medyada görevli “organik aydınları” var.

Dün de mesela, Adam Smith, David Ricardo, papaz Malthus, “kolonizatör” Cizvit misyonerler (Kendisine “İsa’nın askerleri” adını da vermiş Cizvit yobazlık aslında kolonyalist sermayenin genişleme ihtiyacına hizmet eden bir araç idi. Bugünkü Papa’nın da Cizvit olduğunu hatırlatmak isterim. Yanılmıyorsam, daha önce bir kaç tane daha Cizvit papa olmuştu.) East India Company’nin çalışanlarıydı. Britanya, sömürgeleştirmek istediği coğrafyalara önce bu şirket kanalıyla giriyordu.

Şimdi aklıma geldi, Fransız Devrimi’nin sağ kanat liderlerinden Danton’a da bu şirketin yüklü bir rüşvet vermiş olduğu iddia edilmişti. Danton iddialar karşısında kendisini mahkemede savunamamıştı. İtibar kaybına uğramıştı (Polonyalı karşı devrimci sinemacı Wajda’nın Danton filminde neredeyse idamından 200 yıl sonra onu idealize etmeye çalışmasını o sıralarda dünyada, sosyalist dünyada ve tabii Polonya’da yaşanan gelişmelerden ayrı düşünmek doğru olmaz) Bugün esasen tek bir sorunun dışavurumları olan Afganistan, Taliban, Pakistan sorunlarını bu uluslararası uyuşturucu trafiğini dikkate almadan anlayamazsınız.

Almanya’ya gelince, 1860’ların başından itibaren “ulusal-siyasal birlik”, sosyal ve ekonomik reformlar alanında büyük ilerlemeler kaydetmeye başlamıştı. Bismarck’ın hükümet başkanlığı döneminde (1871-1890) bu yolda kalıcı ve büyük adımlar atıldı. Alman endüstrisi büyük gelişmeler kaydetti. Bir çok Alman üniversitesi doğa bilimleri alanında dünyanın en kaliteli üniversiteleri haline geldi. Almanca “bilim dili” oldu. Alman sanayi ürünlerinin kalitesi, İngiliz sanayi ürünlerini “ikinci sınıf ” derekesine düşürdü. İngiliz mallarının rekabet olanağını azalttı. Almanya, özellikle Afrika’da, sömürgelerini genişletti. Askeri modernizasyonuna, Fransa’dan aldığı yüklü savaş tazminatının da katkısıyla, özellikle Franco-Prusya Savaşı (1870) sonrasında hız verdi.

Almanya dünya egemenliği adına askeri çabalarında, ordusunu bilimsel deney nesnesi haline getirmekten dahi kaçınmadı. Askerleri üzerinde cesaret arttırıcı ilaçlar denedi. Mesela Fransa ile yapılan savaş (1870-71) sırasında üzerlerinde bu tür denemeler yapılan çok sayıda asker sağlık şikayetleriyle revirlere başvurmuştu. Yine mesela o sıralarda diacetylmorphine bulundu. Ona “eroin” ya da Batı dillerinde olduğu gibi, “heroin” denmesi, amaçlanan işlevinden dolayıdır. Askerlerin cesaretini arttırması, onları “kahraman” laştırması bekleniyordu.

Bundan başka Britanya gibi, Almanya da kimyasal silahlar üzerinde çalışıyordu. Bu silahları da ilk kez Almanya, 1.D.Savaşı sırasında, Rusya’ya karşı, (dikkat edelim!) Ukrayna cephesinde kullanmıştı. Naziler’in kimyasallara olan düşkünlüğü bu endüstriyel tarihsel arka plan olmadan anlaşılamaz. Almanya’da kimya sanayisi 19 yy son çeyreğinden itibaren büyük bir gelişme göstermiştir. Alman kimyasal devi, IG Farben holdingi ( Basf, Bosch, Hoechst, Bayern, 2.Savaş’tan sonra, sözde mahkum edilen, bu holdingten çıktılar) 20’lerin başlarında kuruldu.

Özcesi, Almanya, her alanda Britanya’nın karşısına rakip olarak çıktı. Burada önemli bir nokta, Almanya’nın bütün bu siyasal, sosyal, ekonomik çabalarında kendisine Britanya’yı model olarak almasıydı. Sömürgeci muzaffer bir imparatorluk olarak Britanya’nın deneyimleri, onun siyasal, emperyalist yöntemleri dikkatle takip ediliyor, Almanya’ya uyarlanmaya çalışılıyordu.

Bu İngiliz hayranlığını teşvik eden bir başka faktör de Alman kraliyet ailesinin, Kayzer 2.Wilhelm,  İngiliz kökenli olmasıydı. Wilhelm, Kraliçe Viktorya’nın (1819-1901; 1837’den itibaren ölümüne kadar tahtta kaldı) torunu (en büyük kızının oğlu), ondan sonra tahta çıkan Kral 7.Edward’ın yeğeniydi. Kayzer büyük bir İngilizseverdi. Öte yandan, kraliçe Viktorya’nın kendisi de Alman kökenliydi. Kocası Prens Albert, Danimarkalı’ydı ama Alman soyundan geliyordu. Viktorya’nın büyük oğlu kral 7.Edward’ ın eşi de Danimarkalı ama soy olarak Almandı (Bu arada, Çar 2.Nikola’nın karısının da Viktorya’nın torunu olduğunu hatırlatayım. Yani 7.Edward, Avrupa monarşilerinin -akrabalık ilişkisi anlamında- dayısı oluyordu demek mümkün oluyor. Bu hayırlı dayı Rus ve Alman yeğenlerini kapıştırmayı planlıyordu). İngiliz kraliyet ailesinin, hanedanlığının resmi sanı Sachsen-Coburg-Gotha idi. Birinci Savaş sırasında, Almanya ile karşı karşıya gelmiş oldukları için milliyetçi propagandaya hizmet adına bu sanı, Kral 5.George, Windsor olarak değiştirdi. Windsor kulağa İngilizce gibi gelen uyduruk bir adlandırmaydı. Saraya ait kraliyet residanslardan birisinin adıydı.

Alman siyaset erkanı ve bürokrasisinin bu İngilizseverliği, Naziler’e de intikal etmiştir. Naziler de anglofil idiler. Hatta bir çok önde gelen Nazi yöneticisi, bürokratı (mesela şimdi aklıma Nazilerin dış bakanı Ribbentrop’un adı geliyor) çocuklarını eğitim için İngiltere’ye göndermek istemişlerdi. Sonra bu tür talepler artınca, Hitler benzer okulların, benzer bir eğitim sisteminin Almanya’da da kurulması için talimat vermişti

Alman İmparatorluğu’nun, sonrasında 3.Reich’ın İngiltere ile düşmanlık gibi bir niyetleri yoktu. İstedikleri, İngiltere’nin Kıta Avrupa’sını kendilerine bırakmasıydı. Avrupa’yı Almanyanın kolonisi olarak görmek istiyorlardı. (2.Wilhelm’e ait olduğu iddia edilen veciz bir ifadeyle, “denizler Britanya’nın; karalar Almanlar’ın” ) Özellikle Naziler’in SSCB’yi Almanya’nın “Hindistan” ı yapma hayalleri bilinmektedir. SSCB dahil Doğu Avrupa’yı hindistanlaştırmayı planlamışlardı. Yani Nazi Almanya’sı, anglo-amerikan jeo-politiğini de kısmen sahiplenmişti.

Gelgelelim dünya, aynı soydan aynı anlayıştan da olsalar, bu kadar fazla sayıdaki hegemon aday için çok küçüktü, doğal değil ama bir siyasal seçilim kaçınilmazdı. Bu arada yeri gelmişken, Naziler’in “toplama kampları”, “çalışma kampları” da İngiliz modelindedir. Hitler bir konuşmasında bu kampları İngiltere’den öğrendiklerini, G.Afrika’daki Boer Savaşı’nda (1899-1902), İngiltere’nin düşman Afrikaner esirleri için tesis etmiş olduğu (özellikle çok sayıda Afrikaaner çocuğun sistemli olarak katledildiği) toplama kamplarını model aldıklarını söylemiştir. Aslında ilk toplama kampları modelini çizen de İngiliz Jeremy Bentham’dır (1748-1832) “Panopticon” yazılarını hatırlayalım.

Yeri gelmişken, Bentham İngiliz emperyal siyasetinin en önemli organik aydınlarından birisidir. Katkı yaptığı “yararcılık” felsefesi de, emperyalizmin çok işine yaramıştır. Hâlâ da, değişik görünümler veya kombinasyonlar içinde, yaramaya devam ediyor. Hay allah laf lafı açıyor yine. Bakınız, Gulag da bu benthamcı modele uygun bir tesis olarak görülebilir. Tipik Çarlık Rusya’sı feodal hapishane kuramının benthamcı anlayışla revize edilmiş bir versiyonu olduğu söylenebilir. Genel olarak emperyalist enformasyon aygıtları Soljenitsin’in verdiği bilgiler üzerine çeşitlemeler yapmışlardır.  Bilindiği gibi, Soljenitsin sonradan Gulag’la ilgili olarak söylediklerinin kesin bilgilerden değil, izlenimlerinden ibaret olduğunu, kendisinin orada bulunmamış olduğunu açıklamıştı. Ha bu arada, meraklısı için bir not olsun, Soljenitsin, uzun bir süre NKVD’nin “Vetrov” kod adlı ajanı olarak çalışmış, herhalde bir çok kişinin Gulag’a gönderilmesine aracı olmuştu.

Altmışlarda, yetmişlerde, SSCB’de bazı “liberal” veya “rejim karşıtı” olarak gösterilen aydınların doğrudan ya da aileleri dolayısıyla NKVD, KGB gibi kurumlarla ilişkileri sayesinde ayrıcalıklı mesleki konumlara gelmiş oldukları da enteresan bir vak’adır. Şimdi mesela bu çerçevede, ünlü tiyatro adamı Y.Lyubimov’un, sinemacı E.Klimov’un adlarını anabiliriz.

Bu konuyu bitirmeden şunu da ilave edeyim: Emperyalist yalan makineleri genellikle Gulag’ın Stalin devrinde faaliyete geçmiş olduğunu ve on milyonlarca insanın yok edildiği bir yer olduğunu işleyip dururlar. Doğru değil. Gulag 1922’de Sovyet yönetimi altında faaliyete geçti. 1956 yılına kadar (yani 34 yılda) 4 milyondan biraz fazla sayıda insanın orada mahkumiyetleri sırasında hayatlarını kaybetmiş olduğu biliniyor. Bunların yine yaklaşık olarak 760 bin tanesi, ölüm cezasına çarptırılmış olduğundan kurşuna dizilmek suretiyle öldürülmüştü.

Yıkıcı bir dünya savaşı sürerken sosyal ve kültürel etkileri ve sonuçları itibarıyla büyük bir devrim, sonrasında büyük bir iç savaş, ve dünya savaşı yaşamış bir ülkeden söz ediyoruz. Batılı kapitalist ülkelerin 16.yy’dan 20 yy’a kadar kendi içlerinde gerçekleştirmiş oldukları kökten dönüşümleri yok mu sayacağız? Mesela, 16yy İngiltere’sinin kırsal sosyolojisinde oluşturduğu değişimin, SSCB’de 30’larda gerçekleştirilen dönüşümden, sınıfsal içeriği dışında,  pek farkı yoktur. Söz konusu kapitalist ülkelerin dışlarındaki dünyaya verdikleri zarar da cabası. Sadece İngiliz sanayi dokumalarının sömürge Hindistan’a sokulmasıyla ilkel el tezgahlarında üretim yapan milyonlarca Hintli dokumacının aileleriyle birlikte  açlıktan öldüğü biliniyor. SSCB’nin suçu sanayileşme hamlesine girişmekti tabii. Trotski, Bukharin hatta Mao’nun Stalin karşısında övülmesinin altında yatan en önemli neden bu üç figürün sanayileşmeden yana olmamalarıydı. Özellikle son ikisinin ekonomik görüşleri arasındaki yakınlık açıktır.

Sonra, 18yy ve 19yy İngiltere ve Fransa’da idam cezası uygulamalarının ne kadar yaygın olduğu da biliniyor. 19 yy’ın  gerçekçi romanlarında, suç temasının ne kadar çok işlendiği de açıktır. Hatta sosyoloji disiplini, nedenlerinden hareketle   “suç” olgusu etrafında tartışarak gelişmeye başlamıştı. Durkheim, De la division du travail social  yazdığı sıralarda her yıl binlerce insan Fransa’da idam ediliyordu.

Bir de tabii aynı yalan makineleri Gulag’ı sanki masum insanların doldurulduğu bir yer olarak sunuyor. Bu propagandayı en çok el altından Sovyet “numenklatura”sı ve onların “aydın” çocukları teşvik ediyor, yönlendiriyordu. Çünkü özellikle de Stalin döneminde, yolsuzluk yapan çok sayıda bürokrat, memur, parti görevlisi Gulag’a gönderilmişti. Sovyetler Birliği’nin o kökten dönüşüm şartlarının söz konusu “nomenklatura” açısından ne kadar istismar fırsatları sunmuş olduğunu tahmin etmek zor değil. Stalin devri hırsız, yolsuz “nomenklatura” için kabus devriydi. “Anti-Stalin” kampanyanın hazırlayıcıları da bu söz konusu nomenklaturadır. Hruşçov’un yönetime geldikten sonra ilk önemli hamlesi, nomenklatura üzerinde Stalin devrinde kurulmuş kontrol mekanizmalarını devre dışı bırakması olmuştur.  İleride başka bir yazıda bu “nomenklatura” meselesine değinmeyi düşünüyorum.

Devam edelim… Almanların İngiliz hayranlığı diyorduk, aslında bu hayranlığın tek taraflı olduğunu da söyleyemeyiz. İngiltere yönetici sınıfı içinde, yönetici sınıfı içinde yer alan aristokratlar arasında ( mesela Atatürk devrinde ülkemizi de ziyaret etmiş, Ocak-Aralık 1936’da tahtta bulunan Kral 8.Edward) ihmal edilemeyecek sayıda Nazisever vardır. Özellikle finans oligarkları arasında, siyaset dünyasında -W.Churchill’in ailesinde mesela- bu Nazi hayranlıklarını gizleme gereği duymayan çok sayıda önemli figür vardı.

Savaşın hemen başında Naziler’in Hitler’den sonra en güçlü adamlarından birisi olan R.Hess’in kendi kullandığı bir uçakla Britanya’ya, oradaki kontaklarıyla temas kurmak adına uçtuğu ve İskoçya’da  -kendisini şaşırtan bir şekilde -esir alındığı biliniyor. Hâlâ bu konuyla ilgili arşivler üzerindeki gizlilik kararı kaldırılmamıştır. En son 2007’de kaldırılacağı ilan edilmişti. Sonra 2017’ye kadar gizliliğin devamına karar verildi. Bu yazıyı yazarken internetten araştırdım. Gizlilik kararı 2050 yılına kadar sürecekmiş. Bu durumda her iki ülke aleyhine, saklanmak istenen bilgiler olduğunu tahmin etmek meşru oluyor. Hess’in bu uçusu Hitler’in onayını alarak yaptığı malumdur. Hess, ölümüne kadar “en büyük Nazi kahramanlar arasında” sayılmıştır. Bilindiği gibi, Hess savaştan sonra Spandau Hapishanesi’nde tutulmuştur. Gorbaçov genel sekreter olduktan sonra Hess’in artık 90 yaşında olduğunu ve serbest bırakılmasının iyi olacağını söylemişti. Bunun üzerine oğlu babasıyla görüşmesi sırasında babasının kendisine, eğer serbest kalırsa İngilizlerin kendisini mutlaka öldüreceklerini söylediğini iddia etmiştir. Nitekim, 1987 yılında hapishanedeki hücresinde asılmış halde bulunmuştu.

Şimdi biraz ara verelim. Sonra devam ederiz.

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU

NOTLAR:

1 Mesela ona göre, Bach’ın müziğinde notalar var, düzen var ama buna rağmen kaçınılmaz rastlantısal ses akışlarını tespit edilebiliyor. Prigigone, Bach’ın yapıtlarının bestelenmiş eserler olduklarını ihmal ediyor. Her şeyden önce Bach örneği de isabetli değildir. Karlheinz Stockhausen gibi bir bestecinin bazı yapıtlarını  örnek olarak vermiş olsa bağlamına daha uygun olabilirdi. Kaldı ki Stockhausen de olasılı nota düzenlerine, aklımda yanlış kalmamışsa, “kontrol edilmiş olasılıklar” demişti.

2 1848 diyorum, çünkü  İngiltere’nin de-stabilize etmek istediği Kıta Avrupa’sında patlak veren devrimler ve İngiltere’nin tartışmasız hegemonik güç haline gelmesi arasında bir ilişki var.  Bu ilişki basitçe devrimlerin sonuçlarından birisi olarak görülemez. Bu devrimler sırasında İngiltere’nin oynadığı siyasal role bakmak gerekir. Elbette bu rol, yükseltilen devrimci taleplerin, devrimci hareketlerin meşruiyetini ortadan kaldırmaz. Ancak İngiliz diplomasinin o hareketleri kendi emperyal siyasal hedefleri için nasıl kullanmış, yer yer manipüle etmiş olduğuna dikkat çeker. Bu bakımdan 1848’in, yakınlarda, Orta Doğu’da cereyan eden Arap Baharı (Tahrir Meydanı’nda toplananlara Batılı medya, “altın gençlik” sanını uygun bulmuştu. Biraz aşağıda söyleyeceklerim, bu “altın gençlik” in emperyalistler için aslında ne anlama geldiği konusunda fikir verebilir) ve günümüzün “renkli devrimleri” ile benzerlikleri olduğunu düşünüyorum. Yani bugün 1848’deki, öncesindeki çoğu etnik milliyetçi kalkışmaları bu açıdan da okumanın ilginç sonuçları olabilir. Mesela o sıralarda Avrupa’nın doğusunda ve batısında bir anda pıtrak gibi biten “genç İtalya”, “genç Almanya”, “genç Polonya”, “genç Macaristan”,”Genç Osmanlı” gibi hareketlerin belli bir tesadüfün sonucu olamayacağını kabul etmek lazım. (Sonradan biraz daha geç bir zamanda “Genç Türk” adını alacak hareketin 19yy’ın sonuna kadar merkez üssü Gülhane’deki Askeri Tıbbıye -hatta sivil olanını, Kadırga’daki Mülkiye Tıbbıyesi’ni de buna dahil edebiliriz- idi. Bir de Paris’te bulunan, o sıralarda başında Ahmet Rıza beyin bulunduğu Meşverret grubu vardı. İç ve dış olmak üzere bu iki grup arasında bir bağlantı vardı. Sultan 2.Abdülhamid, serbest çalışma olanağı bulduğu için daha etkili olan dış grubu yasaklatmak amacıyla Fransa hükümeti üzerinde baskı yapıyor, ancak pek netice alamıyordu. Ahmet Rıza grubunu, Meşverret’i Paris’ten çıkartmış olsa da, Cenevre’ye taşınmasına engel olamamıştı. Bunun üzerine Genç Türk’leri satın alma yoluna gitti. Bunda önemli ölçüde başarılı oldu. Mesela Askeri Tıbbıye kökenli kurucu çekirdek kadronun üyesi, ve örgütün en donanımlı, en popüler üyelerinin başında gelen Dr.Abdullah Cevdet’i satın alabilmişti. Sultan’ın bu taktiği sonucunda örgüt neredeyse dağılma noktasına gelmiş, etkisi azalmıştı. Ta ki Almanya Bağdat Demiryolu projesini devreye sokuncaya kadar. O projeyle birlikte İngiltere de devreye girmiş, Genç Türk hareketini teşvik etmeye başlamıştı. Yani elbette Genç Türk hareketi İngiliz emperyalizminin hizmetinde değildi. Onun tarafından da kurdurulmamıştı. Ancak İngiltere bu hareketi emperyal siyasal çıkarları adına teşvik etmişti. Genel olarak 1848 devrimlerine de böyle bir yaklaşım meşru olacaktır.

O zaman ki Genç Türkler, mesela bugünkü “genç Kürtler” gibi emperyalizm işbirlikçisi değildi. Emperyalistlerarası siyasal çelişkilerden devrimci amaçlar adına istifade etmek bir şey, onlardan birinin veya bir kaçının arabasına koşulmak başka bir şeydir. Yakın Doğu’da iki ulusal hareket bu farkı göremediği için tarihsel olarak işbirlikçi ve gerici bir konuma sahip olmuştur. Kürt ve Ermeni ulusal siyasetleri. Hatta buna Gürcüleri de dahil etmek mümkündür. Onlar da en ileri hallerinde Menşevik idiler. Stalin’e rağmen her zaman, Menşevik olarak kaldılar. Güncel olan değerlendirilirken bu tarihsel referanslar dikkate alınmalıdır.

Bu bakımdan, bugün “Rojava Devrimi” tartışması yapanları ibretle izlemek lazım. Kemalistlerin 20’lerin başındaki anti-emperyalist direnişine benzeyen Suriye direnişi karşısında kararsız, ama çoğu durumda sırtını emperyalistlere dayamayı tercih eden bir siyasetten devrim beklentisi içinde olmak, komünistler adına ibretlik bir hal. Aynı şekilde, Öcalan’ın yeni mektubundan da “ilerici” bir şey çıkacağını beklemek, en hafif tabirle, siyasal bir gaf anlamına gelir. Yeni mektubunda neler üfüreceğini tahmin etmek zor mu? Bu kez de “Türkiyelilik” e oynayacaktır. Onu bağlamlarından kopartılmış, “demokratik cumhuriyet”, “modernite” vesair soslara bulayarak yapacaktır. Daha doğrusu kapalı kapılar ardında AKP rejimiyle, onun MİT’iyle, ve tabii emperyalist patronlarla yapılmış mütabakatın gereği yerine getirilecektir. “Demokratik”, “liberal” kamuoyunu coşkuya boğacak kelam… Tayyip’le işbirliği yapan kaçınılmaz olarak ona benzeyecektir. Onun suç ortağı olacaktır. En azından onunla birlikte emperyalist siyasetin atına koşulacaktır. Bunlar neden söylenmiyor? Devrimci solumuz ideolojik, teorik tartışmayı, daha doğrusu enformatik mücadeleyi bir yana bıraktı. Neden? Özgüvenini yitirdi, kendi diliyle konuşmayı unuttu. Düzenin son 30 küsur yılda sosyalist sol karşısındaki en büyük başarısıdır bu. BHH’nin bu hali daha da berkitmesi tehlikesi var. Çünkü bu “cephe”, “çatı” tarzı oluşumlar her zaman sol aklı körelten, ufukunu daraltan etkilere sahip olmuştur.

Çıkıp Kürt siyasetçilere sormak lazım, “barış sürecinin en kritik dönemecinde”, HDP seçimlere bağımsız adaylarla katılıp, garanti milletvekilliklerini almak varken, neden bu olanağı riske edip, rejimin karşısına eli güçlü çıkmak istemiyor? Barajı geçemediği takdirde bu iş en çok 367 milletvekili isteyen AKP’nin işine yarayacak. Neden özellikle de bu “kritik dönemeçte” aşılması çok güç bir seçim barajını aşmayı hedefliyor? Neden?

Ha, bir de aklıma gelmişken, şu “kanton” meselesi var. Sosyalistlerin “kantonculuk” u savunması başlı başına bir politik gaftır. İsviçre bir ulus-devlet değildir. Bir federasyon, hatta bir konfederesayon da değildir. Her şeyden önce uluslararası finans oligarşisinin daha çok “kara para” işleri için belli bir işlevsellik yüklediği bir tür “off-shore” bölgedir. Birbirlerine teyellenmiş üç etnik bölgeden oluşur. Bu yapı varlığını ululararası tarafsızlık sayesinde sürdürür. Bu da ona yüklenmiş politik işlevdir. Özellikle de kara günlerinde emperyalizm için böyle bir “supap” ın ne anlama geldiğini sadece 2.D.Savaşı günlerine bakarak da görebiliriz. İsviçre kapitalizmin yükselme devrindeki şehir devletlerine de benzer.

Aslında bugün AB altında emperyalist oligarşinin çıkarları doğrultsunda fiili, demografik olarak büyük ölçüde homojen kantonal bölgelerin oluşturulmuş olduğunu da tespit edebiliyoruz. AB’nin kendisini ulusal devletler birliği olarak değil, İsviçre gibi, ekonomik-politik manada, hiyerarşik bölgesel ya da kantonal bir çerçevede kurgulamış olduğu açıktır.

Zaten bugünkü,yani  modern AB fikrinin kökeninde tarihsel olarak Avrupa coğrafyasında Almanya etrafında oluşmuş, merkezinde Kuzey Ren-Vestfalya’nın, ve onun da merkezini teşkil eden Gronau’nun yer aldığı, sınır bölgeleri modeli ya da anlayışı vardır. AB projesinin etaplarını hatırlamak lazım. Birinci etap, Assembly of Empowered Regions – güçlendirilmiş bölgeler birliği- ve ikinci etap, toplam 250 bölgeyi ihtiva etmesi öngörülen Council of Empowered Municipalities and Regions- güçlendirilmiş belediyeler ve bölgeler konseyi olarak öngörülmüştü. Buna göre mesela İspanya bir ülke değil, bir bölge olarak tasarlanmıştı. Bugün bu bölgeler arasında 19 tanesi gelişmiş bölgedir. Nufusu 45-50 milyon civarındadır. Ancak en gelişmiş, “motor” tabir edilen bölge, Baden-Wüttemberg, Katalonya,Lombardiya ve Rhone Alpleri bölgesidir. Toplam nüfusu 25-30 milyon kadar dır. Bugün AB, ekonomik, parasal gücünün en büyük ölçüde ortaya çıktığı coğrafya burasıdır. Bu arada geçerken, AB ekonomik büyümesinin yaklaşık 2/3’nün Almanya tarafından sağlanmakta olduğunu da hatırlatayım. Şimdi tekrar 1848’e ve İngiltere’ye dönelim.

Kısacası, İngiltere, 1848’de milliyetçi, hatta sol kalkışmalardan kendi adına olumlu bir şekilde istifade etmişti. Devrimleri mesela, 1815 Viyana Kongresi sonrasındaki siyasal şartları, kendi lehine çevirmek adına iyi kullanmış olduğunu söyleyebiliriz.  1848, hemen Napolyon savaşları sonrasında, Balkanlar’da yine İngiltere tarafından desteklenmiş ulusal bağımsızlık hareketlerinin -İngiliz desteği olmasaydı ne Sırplar ne de Yunanistan o zaman bağımsızlıklarını kazanamazlardı- açtığı bir zeminde gerçekleşmişti. Aynı bugün ABD’nin emperyalist saldırılarına, müdahalelerine gerekçe gösterdiği, “insani”, “medeni” ölçüler, o zaman İngiltere tarafından gösterilmekteydi. Mesela bizim Tanzimat’ın arkasında duruyordu. İngiltere, ilerici ve mazlum halklar arasında “özgürlük ve medeniyet” timsali ülke olarak görülür olmuştu. Tabii bu görüntü liberal hatta sol aydınlar olmadan verilemezdi. Mesela bizde başta Mustafa Reşit Paşa olmak üzere liberal bürokratlar, Namık Kemal, Ali Süavi gibi liberal islamcı aydınlar hep “İngilizci” olmuşlardı. Yani bu bakımdan durum bugünkünden pek farklı değildi.

Britanya’nın kontrolündeki coğrafyalara uğramayan bu devrimci hareketlerde İngilizlerin teşvikçi rolü oynadıklarını anlatmaya çalışıyorum. 1848’de İngiltere ve Rusya dışında hemen hemen bütün Avrupa ülkelerindeki hükümetler düşmüştü. İngiltere’ye şu ya da bu derecede yakın hükümetler onların yerini almıştı. Ve tabii İngiltere dünya ölçeğinde, Avrupa’dan, Amerika’ya, Asya’ya, büyük bir emperyalist “atılım” ya da saldırı başlatacak bir imkana kavuşmuştu. 1848’den paçayı sıyıran Rusya’ya, İngiltere, kuklası 3.Napolyon sayesinde, tekrar kontrolüne aldığı Fransa ile birlikte Kırım Savaşı’yla yanıt verdi. Hindistan’da sömürge düzenini daha fütursuz ölçülerde yeniden yapılandırdı. Oradaki kolonyal sistemini doğrudan yönetim haline getirdi. Böylece başbakan Disraeli(1804-1881), Viktorya’ya, yeni bir ünvan, “Hindistan İmparotiçesi” ünvanını kazandırdı. Sahillerini Britanya’ya açmak istemeyen Çin’i imparatorluğun yeni “hindistan” ı haline getirmek adına 2.Afyon Savaşı başlatıldı. Meksika’yı ve L.Amerika’yı sömürgeleştirmek için orada Britanya İmparatorluğu’nu görmek istemediğini, Monroe Doktrini ile ilan etmiş, Amerika’yı bu doktrin adına hareket edemeyeceği şartlarda tutmak lazımdı. 1848’in Amerika’daki yansıması İç Savaş olmuştur dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.

Bunları yaparken Britanya’nın önceden bir hazırlığı var. Mesela uzun zamandan beri kararlılıkla uygulanan korumacı “Tahıl Yasası” nı 1846’da bir tarafa atıp, bu kez emperyal çıkarlarına uyacak surette, bir “medeniyet ölçütü” olarak Serbest Ticaret ( veya Serbest Piyasa) şiarıyla kampanya yürütme olanağına kavuştu. Serbest Piyasa, Özgürlük… Bu sayede mesela, Birinci D.Savaşı’nda Yunanistan, Sırbistan “kurtarıcı” Britanya yanında yer aldılar. Savaş sonrası Yunanistan, hesapta olmayan Türk ulusal direnişi nedeniyle, umduğunu tam olarak alamadı. Ancak Sırbistan’a “yugoslavya” daha o zaman hediye edildi. Geçerken şunu da söylemeden duramayacağım: ne 19 yy’daki Viyana Konferansı, ne 1.Savaş sonrasındaki Paris veya Versailles Konferansı, ne de 1945 Yalta Konferansı emperyalizmin nedeni olduğu ululararası (açık ya da örtük) kaos halini ortadan kaldırabildi. Emperyalizm var olduğu sürece de bu kaos sona ermeyecek.

3 İlk ciddi Rus sanayileşme hamlesi onun zamanında başlamıştı. Çar’a sürekli olarak siyasal reformlar yapması, parlamenter bir anayasal yapının Rusya’da da oluşturulması için baskı yapıyordu. Nitekim, 1905 ayaklanması sonrasındaki siyasal reformların büyük bir bölümü onun yapılmasını istediği şeylerdi. Kariyerinin erken zamanlarında, demiryolları şirketinde çalışmıştı. Trans-Kafkasya ve Trans-Sibirya demiryolu projelerini o başlatmıştı. İlk proje İran’a kadar, ikincisi, iyi ilişkiler kurduğu Çin içlerine kadar ilerliyordu. İngiltere’nin denizden kontrolünde tuttuğu Hindistan yolu böylece karadan bypass edilebilecekti. Benzer bir hamleyi Almanya da, mesela Bağdat demiryolu hattıyla yapmak istemişti. Bu projeler tamamlanmış olsa, ve Almanya, Rusya’nın önemini kavramış olsa, Londra yerine Berlin dünyanın emperyalist başkenti haline gelebilecekti. İngiltere bu yüzden hızlı hareket etmek zorundaydı.

4 Bu bakımdan 3.Napolyon’nun ( ya da “Küçük Napolyon” nun), ilk darbe girişiminden sonra (1836) kaçtığı Londra’da, British Library’de yazmış olduğu Des Idees Napoleoniennes’ in , sonraki Fransız devlet adamları için bir “kırmızı kitap” işlevi görmüş olduğu düşünülebilir. Hatırlatmakta fayda olabilir, Küçük Napolyon bu kitabını yazmakta olduğu sırada, Britanya’nın dış bakanı olan Lord Palmerston’un da söz konusu kütüphanede zaman zaman boy göstermiş olduğunu tarihçiler kaydediyorlar .

5 Bu Kırım Savaşı’nın özellikle daha sonraki tarihsel gelişmeler bakımından, emperyalistler arasındaki ilişkiler açısından anlamlı olan bir özelliği de, İngiltere ve Fransa arasındaki, aşağı yukarı 400 yıl aradan sonra, ilk askeri ittifak olmasıydı.

6F.D.Roosevelt’in ölümünden sonra SSCB’yi, kendisiyle bir dergi adına röportaj yapmak için  ziyaret eden oğluna Stalin, babasının soğuk savaş başlatmak isteyen (Elliot’a göre ifade Stalin’e ait) “Churchill çetesi” tarafından zehirlenerek öldürülmüş olduğunu, İngilizlerin kendisini de benzer şekilde öldürmeye teşebbüs ettiklerini söylüyor ( O sırada ABD’nin Sovyet büyükelçisi olan soğuk savaşın gerçek veteranı Averell Harriman üzerinde Churchill’in Roosevelt’ten daha etkili olduğu biliniyor. Harriman, Churchill ailesinin bir ferdi gibiydi. Churchill’in alkolik ve British Union of Fascists örgütüyle ilişkileri malum Hitler ve Franco sempatizanı oğlu Randolph’ın karısıyla Harriman arasında evlilik dışı ilişki savaş boyunca sürmüş, yanlış hatırlamıyorsam, daha sonra Harriman ile Churchill’in eski gelini evlenmişlerdi). Elliott Roosevelt bunları As He Saw It (ikinci baskısı 1974) adlı kitabında anlatıyor. Nitekim Roosevelt’in ölüm haberi geldiğinde Stalin, o sıralarda ABD’de Sovyet büyükelçisi olan Gromiko’ya başkan Roosevelt’in cesedini görmesi için talimat verildiğini, bundan önce Gromiko’nun zehirlenmiş bir ceset üzerinde görülebilecek belirtilerle ilgili olarak eğitildiğini, ama başkanın eşi Eleanor Roosevelt’in buna izin vermediğini söylüyor. Dul eşin Gromiko’nun ısrarına rağmen tabutun açılmasına karşı çıktığını belirtiyor.

Başkan Roosevelt ve eşi arasında uzunca bir süredir evlilik bağlarının zayıflamış olduğu biliniyordu. Başkanın o sırlarda gönül ilişkisi içinde olduğu Lucy Mercer Rutherfurd’un arkadaşı ressam Elizabeth Shoumatoff’dan başkanın bir portresini yapmasını istediği, başkanın bu portrenin yapımına bizzat modellik ettiği de biliniyor. Başkan modellik ettiği günlerden birisinde aniden fenalaşıyor ve bir kaç saat içinde de ölüyor.

O sırada konutta bulunan bu iki hanım ve o gün orada onların misafiri olarak bulunan ressamın fotografçı erkek arkadaşı, yine bir “emigre” Rus olan kişi ölüm haberini alır almaz apar topar konutu terk edip, sırra kadem basıyorlar. Ressam Shoumattof, Sovyet rejimi aleyhtarı, devrim sırasında mülteci olarak yurt dışına çıkmış bir ailenin kızı. Sovyet rejimi aleyhinde faaliyet gösteren “beyaz” Rus diasporasının aktif bir üyesi. Savaştan hemen sonra İngilizlerin Roosevelt karşıtı kampanyası, onun Sovyet ve Stalin dostu, hatta ajanı olduğu iddialarıyla sürdürülüyordu (Bu noktada şunu da söylemem lazım: Nasıl 1.D.Savaşı öncesinde Britanya gerekli gördüğü suikastleri anarşist figürlere yaptırmışsa, 2.D.Savaşı sonrasında da, anglo-amerikanlar bu ve benzeri pis işlerini bir çok kez “anti-Sovyet”, Rus ve Ukraynalı “emigre” maşalara, ya da isterseniz “beyaz” muhalif artıklara yaptırmışlardır. Hatırlayacak olursak, altmışlarda, yetmişlerde de Castro muhalifi, ABD yurttaşı Kübalılar -mesela Watergate olayında- kullanılmıştı)

Önemli bir nokta, başkanın ölümünden sonra cesede otopsi yapılmamış olmasıdır. Tabii bu durumda başkanın ölümü doğal ölüm olarak kabul ediliyor. Başkanın evinde, kullandığı eşyalarda, sonra mesela ressamın boya çantasında, boya takımlarında herhangi bir araştırma yapılmasına gerek duyulmuyor. Ailesi ta çocukluğundan beri başkanın kırılgan bir sağlığı olduğunu belirtiyor. Metres ve ressam bu konuda hiç konuşmuyorlar. Başkanın oğlu Elliott babasının bir çok dış gezisinde yer almış, zaman zaman bir sekreter işlevi yüklenmişti. Stalin’le bu gezileri dolayısıyla tanışıyordu. Yine bu gezileri sırasında babası ve Churchill arasındaki gerilimlere tanık olmuştu  Stalin’in babasının öldürülmüş olduğunu kesin bir dille ifade etmesiyle birlikte şok geçirmiş olduğunu söylüyor. Annesinin bu ısrarlarına rağmen konuda konuşmaya hiç yanaşmadığını belirtiyor.

Bu arada geçerken, Eleanor Roosevelt, eşi Franklin Roosevelt’in kuzeni oluyordu. Amcası da başkan Theodore Roosevelt idi(başkanlık dönemi 1901-1909). Öldürülmüş olan McKinley’den sonra seçilmiştir. Yakınlarda yayınlanan bir kitapta , Kral 7.Edward’la ne kadar içten bir “mektup arkadaşlığı” kurmuş olduğu anlatılıyor (D.Fromkin: The King and the Cowboy, Penguin, 2009). Nitekim, Theodor Roosevelt “anglo-amerikan” emperyalizminin tesisatı esnasında çok kritik bir işlev üstlenmiştir.

Bir şey daha, “burjuva cumhuriyeti” ve monarşi rejimleri arasında bir tür süreklilik olduğunu söylememizi mümkün kılan bir tarihsel olgu var. Bakınız mesela bu T.Roosevelt’in babası da burjuvazinin hizmetinde siyasal roller üstlenmişti. Onun yeğeni F.Roosevelt de öyle. F.Roosevelt’in babası James Roosevelt de bir diplomattı. F.Roosevelt’in finans-kapitalin sol iktisadi önlemler alan başkanı olması, onun gerçek inançlarından kaynaklanmıyordu, o gün için (1929 Bunalımı şartlarında)  finans-kapital o politikalara ve o politikayı yürütecek politikacılara ihtiyaç duyduğu için öyleydi. Devam edelim, Kennedy ailesi de bu bakımdan benzer bir özelliğe sahipti. J.F.Kennedy’nin babası 1938-40’da ABD’nin Londra  büyükelçisiydi. Kardeşlerinin birisi yanlış hatırlamıyorsam, yüksek adliye de yargıç veya savcı idi. Diğeri ölünceye kadar senatördü. Yine Bush ailesi de öyle. Son başkan Bush’un büyükbabası Prescott Bush,  “Churchill çetesi” nin bir elemanıydı. Aynı zamanda bir Nazi’ydi. Nazilere çalışan Thyssen Bankası’nın ABD’deki temsilcisiydi. 29 Bunalımı’nın mimarlarından, Nazi destekçisi İngiliz Merkez Bankası başkanı Montagu Norman’ın adamlarından biriydi. Montagu Norman, Nazi ekonomisinin başına Hjalmar Schacht’ı tavsiye etmişti. Hitler’in ekonomi bakanı olmasını sağlamıştı. Churchill ailesi mesela, W.Churchill’in babası 7.Edward’ın ekibindeydi.  Erken yaşında frengiden ölmüştü. Oğul Winston onun yerine devam etti. Yine, Chamberlain ailesi bir başka örnek. Neville de babasının sayesinde yönetici elit arasındaki yerini almıştı. Bir tür “politik aristokrasi” ya da siyasal aile hanedanlığı. Demek ki, sadece şark da örnekleri yok.

Tweetle

Bir cevap yazın