Syriza’yla ilgili tartışmalar sadece ülkemizde değil, uluslararası sol çevrelerde de sürdürülüyor. Tartışma, bizdeki sol çevrelerde, genel hatlarıyla ve ağırlıklı olarak, Syriza’nın vaatlerini yerine getirip getiremeyeceği etrafında yürütülüyor.
Başlıca iki zıt görüş iki farklı argümana dayanarak konumlarını savunuyor. Bir taraf diyor ki, Syriza’nın vaatleri sosyalist sol değildir. Dahası o vaatler çerçevesinde dahi dediklerini yapamaz, çünkü onun kapitalist düzenle, emperyalizm siyasetiyle bir sorunu yoktur. Tersine, krizdeki kapitalizmin, üzerindeki toplumsal basıncı düşürmek için emekçi kitlelere kakalamak istediği illüzyondan ibaret olası bir “sosyal iyileştirme” programının uygulayıcısı rolünü sahiplenmiştir. Bu bakımdan bir projedir. Düzenin, kitlesel sol talepleri, önerileri kendi çıkarlarına, işleyişine adapte etme girişiminin yeni bir tezahürüdür. Buna göre Syriza bir toplumsal supap, merkezin dışındaki sol güçleri etkisizleştirme aracı olarak ve nihayet kriz şartlarında bir hava yastığı işlevi görmesi için dizayn edilmiştir.
Diğer eksen ise özetle diyor ki, hayır, Syriza gerçekçi sol önlemlerle krizden, kemer sıkmaktan bunalmış kitlelerin kapitalizme karşı direnişinin odağıdır. Anti-kapitalisttir. Kapitalizmin belini kırabilecek bir sosyalist programa sahiptir. Kapitalistlerin değil, emekçi halkın temsilcisidir.
Syriza’nın seçimi kazandığı akşam, bir çok Avrupa kentinde, Amerika’da, bir çok sol çevrede şölenler, sevinç gösterileri düzenlendi. Bu gösterilere katılan kesimlerin sevinçlerinin nedeni neydi? İzleyebildiğim kadarıyla, bu kesimlerin büyük bir kısmı Syriza’dan kapitalist düzene karşı önlemler almasını ne talep ediyorlar, ne de bekliyorlardı. Prof. Paul Krugmann da, Prof. James Galbraith de sevinenler arasındaydı mesela. Bu kesimler ve kişiler Syriza’nın ne olduğunu, ne olmadığını gayet net olarak görebiliyorlardı.
Onlara göre Syriza, kapitalizmin bir zamanlar Batı’da olduğu gibi, yeniden sosyal dengeleri, insani kayguları gözeten, sosyal-demokratik “hakça düzen”ini tesis edebilecek bir alternatif olarak görülmeliydi. Kemer sıkma politikalarına son verecek, kapitalizmin vahşi görünümlerine gem vuracak bir siyasal güç olacaktı. Bildik sosyal refahçı neo-klasik iktisatın yeniden devreye sokulması talebini yükseltecekti.
Bu arada, yeri gelmişken, bu çevrelerin sıkça iddia ettikleri gibi, sadece Sovyet sistemi değil, ondan ayrı düşünülemeyecek neo-klasik “sosyal demokratik” deneyim de tarih olmuştur. Bir daha yaşanması kabil değildir. Marks kapitalizm çerçevesi içinde zaten meşruiyete sahip olamaz. Yani o çerçeve içinde “relevant” değildir. Bu da yeni bir durum değildir. Bu çevrelerin kabul etmedikleri, geçmişte kapitalizm çerçevesi içinde “relevant” olan, hatta kurtarıcı işlevi yüklenmiş olan “neo-klasik” sosyal devletin bir daha “relevant” olamayacağıdır. Syriza deneyimi asıl bu gerçeği teyit etmesi bakımından önemli olacaktır.
Nostaljik ve tabii kaçınılmaz olarak gerici bir “asr-ı saadet” anlayışından uzak durmak gerekir. Sosyalistler ütopyacıdır. Asr-ı saadet ütopya karşıtıdır. Yaşanmış, olmuş bitmiş şeyin, ne kadar mükemmel olursa olsun, ütopik bir anlamı olamaz. Ütopya geleceğin kurgusudur. Bizim için komünist gelecek tahayyülüdür. Oysa asr-ı saadet geçmişi gelecekte yeniden kurma arzusudur. İslamcılıkta gördüğümüz gibi anakronik bir taleptir (Laikliğin dinin kaçınılmaz anakronizmini moderne tutunarak, ya da freudçuların sevdiği bir ifadeyle, dini modernin diline tercüme ederek aşma çabasına karşın, islamcılık anakronizmi, gerçeklik dışı -şizofrenik- bir kurgu içinde, yitik geçmişin intikamını alarak sürdürmek ister. Veyahut, yine freudçu bir ifadeyle, islamcının anakronizmi dilsel bir kargaşayla sonuçlanır)
Konumuza dönelim. Bizde tartışma, bir illüzyondan, “anti-kapitalist, sosyalist Syriza” imajından hareketle yürütülürken, Batı’da, solun ağırlıklı kesimleri arasında daha gerçekçi bir Syriza imajı üzerinden tartışılıyor. Bu yüzden bizdeki sınıfsal-siyasal temeli olmayan zıtlaşmalara, anlamsız inatlaşmalara Batı’da pek rastlamıyoruz. Daha doğrusu, orada çoğunluk bu meseleyi kendi sınıfsal kulvarlarından açık ve gerçekçi bir şekilde yürütüyor. Seçim akşamı şenlik yapanların çoğu neden şen olmaları gerektiğinin bilincindeydiler.
Bizim ihmal ettiğimiz, sınıf diliyle, jargonuyla konuşmaktır, sadece Syriza’nın değil, ülkemizde kendilerini onun gibi görenlerin, onu model olarak alanların da, tavırlarının sınıfsal olduğunun görülmemesidir. Bakınız, sınıf mücadelesi konusunda, burjuvazi, hep söylendiği gibi, proletaryadan daha muhafazakardır. Hemen her soruna sınıfsal çıkarları, sınıf kavgasının görüş açısından yaklaşır. Proletarya siyaseti bu bakımdan geri kalmamalıdır.
Her şeyden önce, Syriza bir sınıfsal ihtiyaçtan, talepten çıkmıştır. Bu ihtiyaç veya talep de yeni değildir. Modern kapitalizmin tarihi kadar eskidir. Modern burjuva toplumlarında geniş bir “orta katman”, küçük burjuva sınıfı olduğunu unutmamamız gerekiyor. Elbette bu sınıf, kendi ekonomik, siyasal, kültürel talepleriyle boy gösterecektir.
Modern kapitalizm şartlarında, bir sosyalist devrimci “proleter sol” var, bir de reformist, “küçük burjuva sol” var. Birincisi, kapitalizmi ortadan kaldırmayı; ikincisi, kapitalizmi kendi sınıfsal çıkarlarına olabildiği kadar uyarlamayı ister. Mesela, kriz şartlarında kemer sıkma önlemlerinin kaldırılmasını veya en azından hafifletilmesini talep eder. Pekala bunun radikal bir talep olduğunu, siyasal radikalizm olduğunu da iddia edebilir. Bu iddiası, en önce, kapitalistlerin işine gelir tabii. Böylece radikalizmin “demokratik” çerçevesi bu reformist eğilim sayesinde sistem dışını öngörmeyecek şekilde çizilmiş olur. Bunları biliyoruz, sadece tekrar hatırlatmak istiyorum.
Bugün Türkiye’de Syriza’cılık yapanların da radikal manada kapitalist düzenle, hatta onun emperyalist bağlamıyla bir sorunlarının olmadığı açıktır. Tutarlı bir anti-emperyalist çizgileri yoktur. Sorun bunun açık bir şekilde dile getirilmemesidir. Küçük burjuvazi kafası her zaman karışık, ama bunalım dönemlerinde çok daha karışık bir sınıftır. Anlamak ama bununla mücadele de etmek lazım.
Syriza, burjuvazi tarafından kullanışlı bir araç olmaktan önce, küçük-burjuva kapitalizminin bir talebi olarak görülmek gerekir. Onu söz konusu sınıfın ihtiyacı yaratmıştır. Bunu ihmal etmememiz gerekiyor. Bugün Türkiye’de de böyle bir ihtiyaç içinde olan insanlar, kesimler vardır. Bizdeki Syriza’cılığın da böyle bir boyutu vardır. Ha, Syriza’nın bu sınıfın beklentisi olan küçük burjuva kapitalist talepleri gerçekleştirip, gerçekeleştiremeyeceği farklı bir tartışmanın konusu olabilir.
Syriza’nın bileşenleri arasında sosyalistler olabilir, ama Syriza’nın (izleyebildiğim kadar) vitrinine çıkarmış olduğu figürlerinin ağzından, kendisini sosyalist, hatta “anti-kapitalist” olarak ilan ettiğine tanık olmadım. Batı’daki destekçileri arasında da böyle bir algı yok. Öyle bir izlenimi edinmedim. Yani bizdeki tartışma Syriza’cılar tarafından reel,olgusal olan üzerinden yapılmıyor. Reel olmayan,”Taşbaşoğlu” kimliği atfettikleri bir Syriza’nın realitesini tartışmaya çalışıyorlar.
Yalnız, bu tür küçük-burjuva kapitalist diyeceğim bir talebi olanların bugün için siyasal arenada “proleter devrimci sol” dan çok daha fazla bir nicel ağırlıklarının olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Bu ağırlığın kendisini BHH hareketi içinde de hissetirmesi beklenmelidir.