Devrimci sol güçler bu seçimlere katılmamalı, seçimleri protesto etmelidir. Türkiye’de, AKP rejimi altında siyaset alanı adeta tek kişinin sığabileceği kadar daraltılmıştır. Burada “burjuva legalitesi” şartlarında dahi demokratik kriterleri itibarıyla gayrimeşru olarak damgalanması gereken bir rejim vardır. Bunu Batı’daki “demokrasi kuruluşları” dahi belirtiyorlar. Devrimci sol güçlerin bu koşullarda yapmaları gereken seçim ittifaklarını tartışmak değil, bu gayrimeşruluğu en etkili şekilde emekçi kitlelere anlatmaya çalışmaktır.
Şimdi bu BHH’nin bileşenlerinin kafalarının net olmadığını görüyoruz. BHH’nin karar vereceği “büyük gün” e odaklanılmış. Pekiy BHH kimlerden oluşuyor? Bileşenlerden. Bileşenler ne düşünüyor? Şimdilik her kafadan bir ses çıkıyor. “Büyük gün” geldiğinde kararın da belli olacağı söyleniyor. En azından böyle bir beklenti var. Oysa, bileşenlerin karar verip, bu kararı BHH ortamına tartışmaları beklenirdi. Böylece tartışmanın çerçevesi önceden hazırlanmış olabilirdi. Hem tartışma kalitesi artar hem de süresi kısalabilirdi. Devrimcilerin örgütü yolu uzatmak için değil, yolu kısaltmak için vardır. Anlaşılan, bileşenler de kararı “ulu divan” da hep birlikte almayı düşünüyorlar.
Ortada Türkiye’de devrimci sol güçlerin henüz örgütlenmelerini tamamlayamamış olmalarıyla alakalı bir sorun var. Evet, sol partiler kulüpler halinde yola çıkarlar, doğrudur. Ancak süratle partileşmeleri beklenir. Parti demek, örgüt, liderlik, talepler ya da program demektir. Disiplin, ahenk demektir. Parti salt bir araç değildir. Hem amaç hem de araçtır. Bu ikisi arasında karşılıklı bir etkileşim olması gerekir. Bunun genel olarak oluşmamış olduğu görülüyor. Bize çatı altlarına sığınmaktan kurtulmuş bir parti lazım. İktidar hedefi olan bir proletarya partisi. BHH’den çatı çıkar, proletarya parti çıkmaz.
Öyleyse ne yapalım, BHH’yi terk mi edelim? Hayır, BHH’nin bir araç olarak görev ve yetkilerini net bir şekilde tanımlayalım. BHH, mümkün olan en geniş sol güçlerin eylem birliğini ifade etmelidir. En geniş emekçi kesimlerle temasın aracı olarak öngörülmelidir. Ortak eylemler planlamak, bu eylemlerin eşgüdümünü gerçekleştirmek gibi temel işlevleri temsil etmelidir. Gelmesi kaçınılmaz, ve kendiliğinden olma olasılığı çok yüksek kitle ayaklanmalarında işlevsel bir “eylem komitesi” gibi hareket etme kabiliyetine sahip olmalıdır. Buna göre dizayn edilmelidir. Mesela, seçim protesto edilecekse, bu protestoyu hazırlamak, yönlendirmek gibi bir rol üstlenmelidir. En önemlisi, bu gayrimeşru rejimin karşısında meşru bir seçenek oluşturma, bir iktidar alternatifi koyma çabasına katkı yapacak surette donatılmalıdır.
AKP bugün karşısında bir alternatif iktidar odağı bulunmadığı için siyaset alanını istediği kadar daraltabilmektedir. Sonra da parlamentodaki “rakipler” iyle sürekli olarak daralttığı bu alanda “demokrasicilik” ya da “milli iradecilik” oyununu oynamaktadır. Dikkat edelim, ne zaman sıkışırsa, “seçim”, “milli irade” diyor. Bu eforuyla söz konusu rakiplerini her seçimde daha fazla kendisine benzetiyor. Bu oyuna bir kez daha “figüran” olarak dahil olmamak lazım.
Şimdi deniliyor ki, BHH seçime kendi başına girsin, bağımsız bir güç olarak. Mesele bu değil. Önce AKP rejimini anlamaya çalışacaksınız, onun hamlelerinin siyasal manasını çözümleyeceksiniz. AKP sürekli olarak siyaseti kendi başına dizayn ediyor. Siyaset alanını kendi başına, kendi çıkarları adına, hatta tek bir adamın çıkarları adına tanımlıyor. Diğer bütün güçleri bu tanımladığı alanda hareket etmeye davet ediyor. Bu alanın dışını gayrimeşru ilan ediyor. O kadar öyle ki, bir seçim döneminde “meşru” olarak ilan ettiğini, bir sonrakinde “gayrimeşru” ilan edebiliyor. Şimdi bu şartlarda, seçime kendi başınıza, “tam bağımsız” olarak girseniz ne olacak? En iyi durumda, Ankara’da son belediye seçimlerinde, “ortak aday” la olan gibi bir şey olacak.
Yok eğer “önce Tayyip gitmeli”, ve bunun için seçime girilmeli diyorsanız, o zaman en akıllıca olanı, HDP, CHP gibi partilerle birlikte hareket etmek olacaktır. Pekala bağımsızlığınızı kaybetmeden de bunu yapabilirsiniz.
Türkiye devrimci solu, seçim ittifaklarından önce, “seçime katılınmalı mı yoksa protesto mu edilmeli” seçenekleri etrafında tartışmış olmalıydı. BHH’den vazgeçtik, bileşenlerin kendi içlerinde dahi bu tartışmayı yapmamış oldukları anlaşılıyor. Dahası, BHH’nin ne olduğu, ne olması gerektiği dahi tartışılmamış, bu konularda netleşme BHH “ulu divanı” na havale edilmiş. Üstelik sıklıkla örgütsel bağımsızlıktan söz edilmesine rağmen. Yani ironik bir durum da var.
Yukarıda da söylediğim gibi, sorun “parti” isimlerine sahip olmalarına rağmen henüz bileşen partilerin partileşememiş olmalarından kaynaklanıyor. Liderlik ve örgütlenme birlikte kotarılır. Özgüvenin olmadığı yerde liderlik olur mu? Olmaz. Sürekli olarak karşı olduğunuzu belirttiğiniz “liberaller”i, “demokratlar” ı fikirlerinizi, sizin konumunuzu kabul etmeleri, tescil etmeleri için ikna etmeye yönelik yazılar yazarsınız. Belki bilinçaltı bir dürtüyle, kimbilir? Ne olursa olsun, çok anlamsız bir çaba!
Şimdi partiler öncelikle bir an önce partileşmeye çalışacaklar. Artık emanet gibi duran örgütlerle, emanet ya da amiyane tabirle, “şöyle bir takılmış” adamlarla işleri idare etmeye çalışmak olmaz. Evet, bu gibi dönemlerde rejimden rahatsız olan bir çok kişi tutunacak muhalif dallar arayışında olur. Bir çok durumda da, aslında normal şartlarda hiç yer almayacağı ortamlarda bulunmayı kabullenir. Partileşme süreci bu tür kararsızlık, geçicilik hallerini de en aza indirecektir. Partileşme bir tabela sorunu değildir. Öyle görülürse, tabela inerse, parti de biter. Sıkı disiplinli, kararlı, ne yapmak istediğini bilen, kakafoniye izin vermeyen, niteliği, nicelikle bağlantının aracı olarak gören yapılara ihtiyaç var. Kitlenin içinde, onunla nefes alıp veren, onun özlemlerinin tercümanı ve uygulayıcısı olan bir yapı.
1920’lerin başında komünist partileri doğarlarken muazzam bir öz-aydınlanma çabası içinde oluyorlar. Parti içi eğitime büyük önem atfediyorlar. Açın o tarihlerde, Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de, İtalya’da bu partilerin yayınlarını okuyunuz. Kalitenin ne kadar yüksek olduğunu fark edeceksiniz. Hatta bizim TKP’nin o zaman ki tahlillerinde, entelektüel faaliyetlerinde dahi bu kaliteyi görebiliyoruz. O zaman bu partilerin özneleri yarın devrim olacakmış gibi bir hareketlilik içindeydiler. Sadece kendi ülkelerine değil, dünyaya bakıyorlardı. Dünyayı hissediyorlardı. Yani global adamlar, kadınlardı.
Şimdi böyle her kafadan bir ses çıkması “haber portallar” için bile hoş olmuyor. Politik sınıf bilinci yoksa, yanlış bilinç vardır demiştik. Bu bilinci düzenle mücadelenin bütün alanlarında somutlaştırmak lazım. Bu bir politik mücadeledir. Emperyalizmle ancak politik olarak, sınıf siyasetiyle, mücadele edilebilir. Sınıf mücadelesi çok değişik görünümler altında ortaya çıkabilir. Sürdürebilir. Bu bakımdan, edebiyat, sanat, sağlık, iletişim, ekonomi, spor, tarih, coğrafya vs her alanda politik mücadele yürütmek zorundayız. Bir devrimci proleter tavır, ağırlık koymak zorundayız.
Şimdi bir arkadaşımız bu portallardan birinde, çıkıyor, “Ermeni soykırımı” diyor, diyebilir elbette. Ancak bize neden “soykırım” olduğunu söylemiyor. Aynen “soykırım yoktur” diyenlerin neden olmadığını söylememesi gibi. Kullandığı kavramları tanımlamıyor. O kavramlardan ne anladığını söylemiyor. Cinayetler, katliamlar, yerinden yurdundan etmeler, malına mülküne el koymalar var deniliyor. Doğrudur. Ancak bütün bu vak’alar insanlık tarihi kadar eskidir. Bunların hepsini “soykırım” olarak mı adlandıracağız? Öte yandan bir kırımın olduğu da açıktır. Böyle bir kırımın “haklı gerekçesi” de olamaz. Bu kırımı inkar etmek sahtekarlık, alçaklıktır.
Ama “soykırım” nedir? Soykırım bir hukuk kavramıdır. Hukuki karardır. Elbette tarihçi böyle bir kararın alınmasında doneler, belgeler sunabilir. Fikir yürütebilir. Gelgelelim böyle bir karar hukuki olmak zorundadır. Yani soykırım kavramının kullanılmasıyla, gerçekleştirilmiş katliamın boyutlarına vurgu yapılmıyor. Katliam katliamdır. Boyutunun önemi yok. Soykırım denildiğinde birtakım hukuksal sonuçlar elde edilmek isteniyor. Bu farkı görmek lazım. Milliyetçi ve emperyalist politikalar bu noktada devreye sokuluyor.
Gilles Deleuze (Felsefi olarak idealist, politik görüşü itibarıyla solcu -tersine rastlanmasa da, böyle vak’alar çoktur- bir Fransız filozofudur) C.Parnet’nin Diyaloglar’ında (Diyaloglar’ın bağlamı itibarıyla aslında böyle bir soruya ya da sohbete hiç de gerek yokken, Parnet, Ermeni meselesini gündeme getiriyor. Tabii bunu gündeme getirmiş olmasını,Fransa’daki malum lobileri hesaba katmadan anlamak mümkün olmaz), “Ermeni soykırımı” iddiasına, hiç sektirmeden, “bu bir juridikasyon sorunudur, bir şey söylemem doğru olmaz” şeklinde bir yanıt veriyor. Deleuze akıllı bir adam. Böyle bir muhabbetin durup dururken açılmış olmasının, Fransa’da Ermeni meselesinin sahip olduğu ekonomi-politikle bağlantısını kurabiliyor. Delueze orada söylemiş olduklarını bugün söylese, “fikir hürriyeti” şampiyonu Fransa’da başına iş açmış olurdu.
Yine aynı portalda, bir başka saygın aydınımız, Ege Üniversitesi’ne satırlı, bıçaklı ülkücü faşistlerin rutin saldırlarından bir başkasını gerçekleştirirken, hayatını kaybeden bir ülkücü lider arkasından ağıt yakıyor, ancak bu olayın AKP’nin faşist önlemler yasasının görüşülmesi esnasında, bizzat AKP rejimi tarafından örgütlendiğini görmüyor. Kaldı ki satırlı bıçaklı saldırılar bu ülkücü faşistlerin Türkiye’nin bütün üniversitlerinde sık sık gerçekleştirdikleri, bir çok yaralama ve ölümle sonuçlanmış olaylardır. Yeni de olmuyor. Sonrasında olanları da biliyoruz. Burada bir yanlış bilinç var. Kavganın Kürt ve Türk gruplar arasında olmasına takılmamak lazım. Ulusal sorun da, biz proletarya devrimcileri için sınıf mücadelesinin bir görünümüdür. Hatta onun içinde kavga edenler öyle görmese de.
Şimdi bu olmuyor. Komünist bir portalda olmaması gerekir. AKP, MHP medyası böyle bir şey yapar mı? Ölüm acıdır ama ölüm hep bizim payımıza düşmüyor mu? Olmuyor! Bırakalım bunu, kendi mekanlarında Soner Yalçın, Doğu Perinçek, Yalçın Küçük gibi sağcılar yapsınlar.