Haziran kalkışması esnasında kalkışmaya kadın katılımı, sosyal mücadeleler tarihimizde, öncelenmemiş ölçüde büyüktü. Aynı şey, Mısır, Tunus ayaklanmalarında da görüldü. Bugün Suriye’de de Esad yönetiminin en büyük destekçileri kadınlar.
Şimdi Türkiye’de eli kulağında olan en büyük halk kalkışmasında da kadınların rolü büyük olacak. Bunu görüyoruz(Bakınız, Haziran 2013’ten itibaren neredeyse her toplumsal olay bir ayaklanma provasına dönüşüyor. Haziran referans oluyor. Bir cinayet, baskıcı, gerici bir rejimin bütün defolarını, ona karşı bütün toplumsal, kitlesel öfkeyi sergileme kapasitesine sahip bir toplumsal vak’a haline geliyor. Bir çok görünümünde, kendiliğinden ayaklanma provaları halini alıyor. 1905’ten itibaren Rusya’da, yer yer Avrupa’da, buna benzer bir durum ortaya çıkmıştı. İhmal ettiğimiz bir gerçek, kendiliğinden toplumsal olayların muhalif kollektif bilinci harekete geçirebilen bu muazzam potansiyelidir. İktidar da bunun farkında olduğu için can havliyle sıktıkça sıkıyor, demokratik alanı,siyaset alanını, ve kaçınılmaz olarak kendi meşruiyet alanını da, daralttıkça daraltıyor. “Seçim” diye ısrar edenlerin bu durumu görmesi gerekiyor. Seçim AKP’nin meşruiyet tazelemesi anlamına geliyor. Bu niye görülmüyor?) Artık kadınları hesaba katmayan politik gelecek senaryolarının başarı şansı yok. Kadınlar geliyor. Olası bir iç savaşın en ön saflarında da kadınlar olacak.
Hangi kadınlar? Bundan altı yedi yıl önce İran’ı ziyaret eden bir Avustralyalı hanım arkadaş, gevşek ve özensiz olarak başına takmış olduğu örtüsü dolayısıyla Tahran’da, gayet iyi İngilizce konuşan, iyi bir öğrenim görmüş oldukları izlenimi edindiği kadınlar tarafından sokakta nasıl taciz edildiğini anlatmıştı. Taciz edenler, ” kim olursan ol, bu ülkede yasalar var, bizim başımız kapalıysa seninki de kapalı olmalı, yasa böyle, yasalara bizim gibi uymak zorundasın” diyorlarmış. Avusturalyalı arkadaşım Tahran’ da ne polis ne de devrim muhafızları tarafından aynı şekildeki baş örtüsü nedeniyle hiç uyarılmamış olduğunu da ilave etmişti.
Onu dinlerken, Halide Edip’in ve onun zamanında İstanbul’u ziyaret etmiş başka ecnebilerin anılarında yazmış olduklarını hatırladım. Onlar da benzer taciz vak’alarından söz ediyorlar. Mesela Halide Edip hanım, yeni moda biraz dar kesim çarşafı (evet çarşafı) dolayısıyla bugün Sultanahmet’te, Arasta Çarşısı’nın bulunduğu mahalde, (o zaman orada, -benim çocukluğumda da halen öyleydi- gayet yoksul insanların yaşadıkları derme çatma evler vardı) kadınların, genç kız çocuklarının saldırısına nasıl maruz kalmış olduğunu anlatır. Yüz metrelik sokağı geçmesinin neredeyse yüz yıl sürmüş gibi kendisini etkilemiş olduğunu söyler.
Tarsus vahşeti sonrasında Türkiye’nin her yerinde özellikle kadınlar ayağa kalktı. Bu kadınlar arasında muhafazkar kesim kadınları tahmin edilebileceği gibi nispeten hayli az. Neden? Çünkü onlara örtündükleri, tessettür kurallarına uydukları sürece korunma altında oldukları söyleniyor. Kendilerine telkin edilenin doğru çıktığını düşünenleri olmalı. Belki bir çoğu kurbanın kendileri gibi tesettüre girmemiş olması dolayısıyla bu olaya davetiye çıkartmış olduğunu, hatta belki bu sonu hak etmiş olduğunu açık ya da örtük bir şekilde düşünmektedir. İnternette gösteri yapan kadınların fotografilerine bakınca birden aklıma bu anım ve hilafet İstanbul’unda yaşanmış benzer anılar geldi. Paylaşmak istedim.
Oysa erkeklerden gelen bu örtünme talebi, kadının sosyal hayattan tamamen dışlanmasının girizgahıdır. Geçen yıl işimi yapan dinci bir tesisatçı, kadınların başını örterek de olsa, üniversiteye gitmelerini doğru bulmadığını söylemişti. Kendi kızlarını göndermeyeceğini söyledi. Kadının yerinin evi, işinin erkeğine hizmet olduğunu ilave etmişti. Yani baş örtüsü de dincileri, dinciliği kesmeyecektir. Kadının tek başına sokağa çıkmasına dahi mani olunacaktır. Bu talepler söz konusu islami kesimler tarafından artık saklanmıyor.
Dolu dizgin ve kaçınılmaz olarak sorunlu giden kentlileşme, ekonomik sorunlar, kapitalizme işlerini çekip çevirebilmesi için “günah keçileri” imal etme olanakları da veriyor. “Aleviler”, “Kürtler”, “kadınlar”, hele hele hem Kürt ve hem de Alevi olan kadınlar… Birisi internette diyor ki, ” ‘katil’ Kürt (Ağrılı); ‘kurban’ Alevi (Dersimli Zaza veya Kürt), birbirlerini bulmuşlar”. Bunu söyleyen de, kendisini külütürel olarak “steril” gördüğü anlaşılan bir kadın.
Bu vahşet bize bir kere daha, her geçen gün insanlıktan çıkartılan, birbirlerine kültürel farklılıkları yüzünden düşman ettirilen ama gerçekte aralarında maddi olarak, sınıfsal olarak çıkar birliği bulunan emekçi insanlarımızın, ülkenin yönetici sınıfı olan burjuvazi tarafından hırsızlıklarını, uluslararası boyutlardaki cinayetlerini, soygun, talan ve sömürüsünü, ahlaki ikiyüzlülüğünü sürdürebilmek adına nasıl bir tuzağa düşürülmek istendiğini de açık bir şekilde gösteriyor.
Evet prova halindeyiz. Sınıfa, sınıfsal olana odaklanmak zorunluluğu var. Bu tuzağı dikkatleri maddi olana, sınıfsal olana çekerek bozabiliriz. Ulusal sorunların (Kürt sorunu, Alevi sorunu) da sınıfsal olanın formu olduklarını, bu formun altında sınıf gerçeğinin olduğunu vurgulamak gerekiyor.Sınıf savaşımının tek bir formu yok. Değişik ve çoğul görünümleri var. Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, “şimdiye kadar var olan her toplumun tarihi sınıf savaşımlarının tarihidir” diyorlardı. Hatta Engels, bir başka yapıtında, en eski sınıf savaşımı formu olarak kadının ezilmesine, sömürülmesine referans veren cinsel işbölümüne işaret eder. Yani sınıf savaşımı somut olarak kendisini değişik görünümler altında dışa vurur. Hatırlayalım, Marks, İrlanda’dan söz ederken, orada sosyal sorunun kendisini somut olarak ulusal sorun görünümü altında ifade ettiğini söylemişti. Son olarak, ABD’de sınıf savaşımının ırksal dışavurumlarına, Ferguson olayları münasebetiyle tekrar tanık oluyoruz. Öyleyse proletarya devrimcisi, bütün değişik formları altındaki bu sınıfsal özle temas kurması gereken kişidir.
Hıristiyanlığın kurucu babalarından kabul edilen Origen Adamantius (184-254), baskı altındaki hıristiyanlara, ” bugün, bu şartlarda, ‘civitas dei’ ye ait olmayan ‘civitas diaboli’ ye aittir” diyordu. Öyleyse biz de devrimciler olarak şunu idrak edeceğiz: Politik sınıf bilinci yoksa, yanlış bilinç vardır. Ya sol olacağız ya yok olacağız.