Charlie Hebdo katliamı sonrasında kimi sol çevrelerde, artık ABD’nin islamcı terörü beslemeyeceği, desteklemeyeceği, hatta islamcıların defterini düreceği yolunda bazen açık kimi zaman örtük şekillerde dile getirilen bir iyimser beklenti oluştuğu görülüyor. Bu beklentiye AKP hükümetinin deliğe süpürüleceği ihtimali de eşlik ediyor.
Sol çevrelerde böyle yanlış bir beklentinin ortaya çıkmış olması üzücü tabii. Sosyalist solumuzda tarih metodu genel olarak aksak. Bu tespiti yapmak lazım. Tarih denilince sadece geçmişte olmuş bitmiş olaylar anlaşılıyor. Bu olayların bugünle bağlantısı kurulmuyor. Tarihsel bakışın, global ölçekte, sadece dünden bugüne değil, bugünden de düne gitmek, ama bunu canlı ilişkiler kurarak yapmak, süreklilikleri, süreksizlikleri tespit ederek hem bugünü hem de geçmişi anlamaya, yeniden anlamaya çalışmak olduğu kavranamıyor. Kavramlara başvuruluyor, örnekse, “liberalizm” deniliyor, “özgürlük,eşitlik,kardeşlik” sloganı atılıyor, ama bunlar tarihsel bağlamlarından kopartılarak, güncel ihtiyaçlara, amaçlara uyarlanarak kullanılıyor.
Tarih bir bilgi konusu, yani gerçekliğin kurgulanmış hali, dolayısıyla siyasal mücadele alanı ve aracı. Bu noktada, Orwell’dan sıkça yapılan bir alıntıyı hatırlatmak isterim: “Geçmişin bilgisini kontrol eden, geleceğin bilgisini de kontrol eder” .
Global olarak senkronize olmakta müşgülümüz var. Genellikle lokal kalıyoruz. Ufkumuzu daraltıyoruz. Kendi gündemimize gömülüyoruz, kafamızı kaldırıp dünyaya bakmıyoruz. Veyahut dünyayı salt kendi gündemimize uyruklaştırarak sorgulamaya çalışıyoruz. “Ayağı Türkiye toprağına basan…” tekerlemesi bu kafadan, daha doğrusu, kafasızlıktan çıkıyor.
Bir olayın bir çok boyutunun, görünümünün olabileceği, olayın bütün bu görünümleri, boyutları içinde kavranmasına, daha doğrusu olayı güncel olarak anlamlı kılan asıl boyutun, boyutların tarihsel referansları içinde kavranmasına çalışılmıyor. Bütünsellik yok. Dün, bugün, yarın bağlantısı içinde bir olayı anlamlı hale getiren göstergeler saptanmaya çalışılmıyor.
Geneli görmeden, tanımlamadan, sınırlarını belirlemeden, detaylarla meşgul oluyoruz, ve kaçınılmaz olarak detaylar içinde kayboluyoruz. Genel çerçevesinden kopartılmış detaydan hareket ederek akıl yürütüyor, mücadelemizde çıkış noktalarını bu yöntemsel anlayışa göre belirliyoruz.
Diyelim, Hebdo katliamında sadece, kendi gündememizin bir bölümüne de temas eden “fikir özgürlüğü”, “laiklik” konuları üzerinden bir yaklaşım öne çıkartılıyor. Mesela, üzerimize dinle gelindiğinde, hemen kim olduğumuzu ihmal edip, “özgürlük, kardeşlik…” tepkisi veriyoruz. Kendi devrimci geleneğimiz içindeki ilksel referanslara sarılıyoruz. Sonra da “kemalizm son savunma hattımız” diyoruz falan. Bütün siyasal hareketler için ilksel tarihsel referanslarına dönmek anlaşılabilirdir tabii ama ona tutunarak, oradan tekrar başlamaya çalışmak doğru olmaz. Bir çok durumda böyle bir konum anakronizm anlamına gelebilir. Sosyalistler için kemalizme tutunmak, Kürt siyaseti açısından da “işbirlikçi” tarihsel referanslarına tutunmak tehlikelidir.
Boyutlar derken mesela, önceki yazılarımda değinmiş olduğum gibi, gayet meşru bir sorgulama konusu olarak özellikle ülkede yabancı düşmanlığı arttığı halde, bu yabancılar arasında müslüman kökenli emekçilerin ağırlıklı bir yer tuttuğu koşullarda, üstelik Fransa’nın da dahil olduğu emperyalist ülkelerin müslüman nüfusun yoğun olduğu bir coğrafyayı işgal, talan ve terörize ettiği, böylece Batı’ya yabancı göçünün artmasına neden olduğu koşullarda, teröre meyledenler,kullanılanlar arasında bu göçmen ailelerin çocuklarının önemli bir sayıyı temsil etmekte olmasına rağmen burjuva libertan Charlie Hebdo’nun neden bir süreden beri, “anti-müslüman” ve dolayısıyla yabancı düşmanlığını ima eden bir kampanya yürüttüğünü, Hebdo’nun siyasal çizgisinin evrimini de dikkate alarak irdelemiyoruz. Belki yanlış anlaşılmaktan korkuyoruz. Her durumda mazereti olmaması gereken bir yaklaşım.
Charlie Hebdo, 68’in (devrimci değil) libertan eğilimlerinden etkilenmiş bir dergiydi. Ancak kurucuları arasında faşist Vichy yönetimine sempati duyan, hatta o yönetimle bağlantılı olmuş öznelerin olduğunu öğreniyoruz. Hebdo’nun, emperyalist ama ama anti-anglo-amerikan DeGaulle’a karşı, onun emperyalist siyaseti üzerinden değil ama “libertan” açıdan gericiliğine odaklanan bir tavrının olduğunu okuyoruz.
Kaldı ki, De Gaulle, mesela Cezayir konusunda önceki Fransız hükümetlerine nazaran daha ılımlı bir çizgiye sahipti. Nitekim onun zamanında Cezayir sömürge olmaktan çıktı. Sonra Wall Street’in karşılıksız dolar basıp, enflasyonist dolarları Avrupa’ya akıtmasına karşı çıkmıştı. Altmışların ikinci yarısında, B.Avrupa’daki altın karşılığı olmayan dolaşımdaki dolar miktarının 3 milyara ulaşmış olduğu söylenir. Yine, onun zamanında (1967) Fransa, NATO’nun askeri kanadından ayrılmıştı. Ülkede bulunan 35 bin ABD askeri ülkeden ayrılmıştı. SSCB ile iyi ilişkiler kurmaya çalışmıştı (Bazı yazarlar SSCB’nin soğuk savaş dengelerini bozmamak adına Fransa’nın yakınlaşma talebine pek sıcak bakmamış olduğunu iddia ediyorlar).
Hebdo’nun önceki genel yayın yönetmeni Phillipe Val, bir süre önce Hebdo’dan France Inter’in başına transfer oluyor. France Inter Fransız devletinin resmi görüşlerini yayan çok büyük bir medya kuruluşu. Mesela yine bir şey öğreniyoruz, katledilen ünlü karikartürist Charb’ın birlikte yaşadığı hanım arkadaşı sağcı UMP (Halk Hareketi için Birlik partisi) vekili Jeannette Bougrab, ve bu hanım “yabancı düşmanı” Sarkozy’nin atadığı hükümetlerden birinde, “yabancı düşmanı” ama “libertan” anlayışıyla aile ve çocuktan sorumlu devlet bakanlığı görevinde bulunmuş. Tabii bu “sentez” e şaşırmıyoruz. Batı’da (Övünmek gibi olmasın, artık örnekleri bizde de görülüyor, hem AKP’ci hem “libertan” tiplerimiz var) bu görüntü aykırı karşılanmıyor. Mesela, Hilary Clinton da hem “neo-con” hem de eşcinsel evlililiklerini sonuna kadar savunan bir libertandı. Bu yüzden sosyalist devrimcilerin “libertan” anlayışa her zaman ihtiyatla yaklaşmalarında fayda var. Libertanizm genellikle devrimci bir yaklaşımla bağdaşmıyor. Eyyamcı bir karakteri var. Bir çok durumda tarihsel faşizmlerle suç ortaklığı yaptığı biliniyor.
Yukarıda bazı solcu arkadaşlarda bir iyimser beklentinin oluştuğunu söylemiştim. Obama’nın aslında bir tür veda konuşması havası verilmiş son “ulus”a sesleniş” konuşmasının da belki bu söz konusu beklentiyi berkitmeye yönelik bir katkısı olacaktır. Obama kendi başkanlığının son iki yılına girilirken yeni bir savaşa izin vermeyeceğini söylemek istiyor. Ancak bunun zor olduğunu biliyoruz. ABD oligarşisi içinde çok güçlü bir savaş yanlısı kanat var. Sonra bugüne kadar ve halen izlenmekte olan siyasetin barış getirmesi kabil değildir.
Zaten ABD bugün bulunduğu noktada, “ben artık bu işleri bıraktım, artık terörü desteklemeyeceğim, ‘aşırılar’ la buraya kadar, artık onlara geçit vermeyeceğiz” diyebilecek durumda değil. ABD buradan çıkamaz. İstese de çıkamaz. Bugüne kadar IŞİD saflarında savaşmış, savaşan katil sayısının iki yüz bini aşmış olduğunu ABD kaynakları da teyit ediyor. Diyelim ABD yarın vazgeçti bu savaşçılar, ellerindeki silahlarla birlikte ne olacak? ABD ve müttefikleri gidebildikleri yere kadar gideceklerdir. Gerekiyorsa, Obama’ya rağmen (Demokrat Parti içinde dahi kendilerini Obama’dan çok McCain’e, hatta “Çay Partisi”ne yakın gören belli bir ağırlığa sahip grup ya da gruplar var. Mesela PUMA-People United Means Action).
ABD, Esad’ı götüremeyeceğini, Irak’taki Şii yönetime güvenemeyeceğini, İran’daki rejimi yıkamayacağını anlayınca, İŞİD ve Kürt oyuncuları yeni bir strateji çerçevesinde sahaya sürdü. Buna göre, IŞİD, Irak’ın petrol ve doğal gaz alanlarına komşu, üstelik muhtemel hidro karbon rezervlerini de içeren Suriye’nin doğu ve güney doğusundaki sahra bölgelerinde ve tabii Irak’ın Suriye sınırında, sünni bölgesinde etkinliğini arttıracak, kontrolü ele alacak, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyindeki Kürt yönetimleri de IŞİD’e destek olacaklardı.
IŞİD’ın önceden planlanmış aşırılıklarını bahane ederek ABD’nin askeri olarak kontrolünü dışarıdan da olsa doğrudan sağlayacak bir yapı oluşturulacak (bilindiği bu yapının başına da meşhur neo-con ve Suriye’ye karşı savaş yanlısı general Allen getirildi), Suriye’de ve Irak’da ABD’nin önceden beri en çok istediği bölgelerde Şiilerin ağırlıklı olduğu Irak yönetimi ve Suriye devletinin kontrolü kalmayacak, ABD’nin dolaylı yönetimi tesis edilecekti. Yani Irak ve Suriye bir kaç parçaya bölünecekti.
Bu arada, İran’a da “dostluk eli” uzatılacak, ambargonun müzakereler yoluyla kaldırılabileceği mesajı güçlü bir şekilde verilecekti. İran’ın bu senaryoyu bozması bu şekilde engellenecekti (ABD’nin son aylarda İran’a karşı yumuşaması tamamen bu stratejinin başarısı adınadır. Benzer şekilde, Küba hamlesi de, daha önce değinmiş olduğum gibi, bu ülkenin Rusya’ya askeri kolaylıklar sağlaması-mesela Rusya Küba’da bir elektronik dinleme üssü kuracaktı. Çin’e de kıyılarında kolaylıklar sağlaması gündemdeydi. Bunu hemen tek taraflı bir bakışla, “İşte Küba’nın başarısı” şeklinde okumak eksik oluyor. Emperyalizmin- tabii terörün de- jeo-ekonomi-politik bir vak’a olduğunu ihmal ediyoruz.)
Şimdi ABD bu senaryonun arkasında daha çok duracağının işaretlerini veriyor. Şimdilik Esad’ın gitmesinin zor ve üstelik risklerinin de olabileceği öngörülüyor. Bir kez Suriye’nin yüzde 65’inden fazlasına tekabül eden coğrafyada söz konusu stratejinin uygulamaya konulması sayesinde kontrol tamamen sağlanınca, Esad ve İran sorununu halletmek daha kolay olacaktır diye düşünülüyor olsa gerek. Bu arada, ABD Esad ve İran yönetimini devirme hedefini erteleyebilir ama kesinlikle o hedeften vazgeçmez. Şimdi muhtemelen NATO olanakları da daha açık şekilde kullanılacaktır. Bu söz konusu stratejinin sahadaki yönetiminin general Allen’e verilmiş olmasının böyle bir anlamı da var.
ABD’nin “ılımlı islamcılar” ı hazırlamaya çalıştığını görüyoruz. IŞİD’in misyonunu tamamlamasından sonra, stratejinin ikinci etabında, bu güçlerin IŞİD tarafından ele geçirilmiş bölgelerde yönetimi ABD kontrolünde ele alması gerçekleşecek. Plan böyle. Yani Kürtler ve IŞİD aynı ortak planın zaman zaman (daha çok ayar vermek adına) kapıştırılan iki bağımlı oyuncusu. ABD öncelikle bölgede kendi kontrolünde coğrafi yönetim birimleri oluşturmaya çalışıyor.
Rusya bu plan karşısında, “ılımlı” muhaliflere karşı tavrını yumuşatarak diplomasiyle yanıt vermek istemektedir. ABD, bu diplomasiye izin vermemek gayretlerini arttırmıştır. Barış diplomasiyle gelir. Oysa ABD diplomasinin lafını bile duymak istemiyor.
Bu koşullarda Türkiye, ABD için vageçilmez bir öneme sahiptir. Olmazsa olmaz bir lojistik destek üssüdür. Feda edilemez. Ancak Türkiye’nin kontrolünden çıkmasına da izin veremez. Türkiye’nin Kürt meselesinde kendi çıkarlarına, bu son planının gereklerine uygun adımları atmasını istiyor.
ABD, Haziran’daki gibi, hükümete karşı bir kalkışma olasılığını gördüğünde, erken davranıp, hükümeti deliğe süpürebilir. Bununla birlikte, bir “renkli devrim” riskini üzerine alamaz. Zira bu durumda istediği rengi vermesi mümkün olmayacak, bir bumeranga maruz kalabilecektir. Zaten bir halk kalkışması olmazsa, ABD elindeki “müesses muhalefet” ve kontrolündeki “ekonomik araçlar” (mesela lira dolar karşısında yüzde 30-35 devalüe edilirse, bugünkü mevcut mali yapıda, ekonomi üzerindeki basınç aşırı artmış olur) marifetiyle, Türkiye’de hiç de zorlanmadan bir yönetim değişikliğini gerçekleştirebilir. “Neo-con” Davutoğlu’nun Tayyip’ten çok ABD’yi velinimet olarak gördüğünden şüphe duymamak gerekir. Değişikliğe gerek duyarsa bunu pekala Davutoğlu üzerinden de gerçekleştirebilir. Yani Tayyip’in bugün ABD’nin yakasındaki “toz” kadar hükmü vardır. Bunu görmek lazım.
Tabii hiç bir zaman işler emperyalistlerin planladıkları gibi gitmez. Mesela, haydi diyelim Suriye ve Irak planı tuttu. Cihatçı güruhu ne yapacaksınız? Evet, onları Rusya ve Çin’e taşıma planlarınız olabilir ama Rusya ve Çin sizi de doğrudan ateşin içine çekecek hamleler yapabilirler. Çeçenistan kazanının altına habire odun atılmakta olduğunu tahmin edebiliriz, ancak hem Ukrayna hem Çeçenistan Rusya için çok fazla olur. Bütün Avrupa’yı saran büyük bir yangın olasılığı güçlenir.
Zaten emperyalistler arasında da sürdürebilir bir çıkar birliğinden söz edemeyiz. Fransa’nın, Hebdo katliamından iki gün önce, Rusya’ya yaptırımlardan rahatsız olduğunu, artık yaptırımların kaldırılması talep ettiğini başkan Hollande’ın ağzından duymuştuk. Dahası o konuşmasında Hollande, Fransa ve Almanya’nın Ukrayna sorununun diplomatik yoldan çözümü için (ABD ve İngiltere’nin onaylamamasına rağmen) doğrudan inisiyatif alacaklarını (bu ayın 15’in Kazakistan’da görüşmeler olacaktı) ifade etmişti.
Şimdi Avrupa ekonomik olarak iyi durumda değil. Rusya ve Çin’e ekonomik olarak ihtiyaçları var. Bu iki büyük pazara sırtlarını dönemezler. Nitekim ABD de, Rusya’ya karşı aldığı “petrol fiyatlarını düşürme” önlemini daha fazla sürdüremez. IMF başkanının son çıkışı da bu tespiti teyit ediyor. Kaldı ki Rusya şu ana kadar ekonomik krizi paniğe kapılmadan başarıyla yönetmiştir. ABD’nin düşmanlaştırdığı rakiplerine karşı izlediği politikaların sürdürebilme olanağı kısıtlıdır. Sürdürmekte direndikçe müttefikleriyle çatışmak zorunda kalacaktır.
Bu arada Avrupa demişken, Yunanistan’da yapılacak şeçimlere de kısaca değinmek istiyorum. Syriza’nın kazanma ihtimali, Almanya’nın tehditlerine rağmen yüksek görünüyor. Bir kere Almanya bu tehditlerini gerçekleştiremez. Avrupa’nın bir “siyasal birlik” haline gelmesine, anglo-amerikanlar izin vermezler. Zaten şu halde gelmeleri de kabil değilidir. Böyle bir irade yok. Zaman zaman Fransa “De Gaullevari” çıkışlar yapıyor ama arkası gelmiyor. Almanya’nın iradesi olmadan olmaz. Ancak ekonomik birlik yolunda çok mesafe alınmıştır. Bu birlikten en çok da Almanya nemalanmaktadır. Almanya, Yunanistan’ı birlikten çıkartamaz. Yunanistan da “avro” yu terk edemez. Zaten vaat ettiği çerçeve içinde ekonomisini rayına sokması için ille de avrodan çıkması gerekmiyor. Bu ezberden vazgeçmek gerekir.
Halen Syriza’nın nasıl bir ekonomi politikası izleyeceğini, net, somut bir program halinde bilmiyoruz. Çok genel laflar ediliyor. Belki parti politikasını yapanlar da net olarak bilmiyorlar. Bu tür yapılardan her zaman net politikalar üretmelerini beklemek de doğru olmaz. Muhtemelen yola çıktıktan sonra duruma göre portföylerindeki seçenekleri öne süreceklerdir. Benim tahminim, çok sıkışırsa, Syriza “moratoryum” talebinde bulunur. Yani en “radikal” hamlesi moratoryum olabilir. “Moratoryum” u bir şantaj aleti gibi kullanabilir. Tabii bu Almanya’yı çok rahatsız eder. Eğer Yunanistan’ın olası moratoryumu onay bulursa, onu Portekiz ve İspanya gibi ülkeler izleyebilir. Başta Avrupa finans kurumları olmak üzere finans merkezleri kaldırılması güç bir baskı altına girerler. Öyleyse, Almanya’nın taviz vererek, Syriza’yı bu kararından vazgeçirmesi beklenebilir. Syriza da bu bakımdan teklifere (ödünlere) açık olacaktır. Buna şüphe yok.
Ne olursa olsun, Syriza’nın seçim kazanması, böyle bir beklenti olsa da, emperyalist finans çevrelerinde ilk anda bir soğuk duş etkisi yapacaktır. Diğer Avrupa ülkelerindeki sol partilerin cesaretini arttırmak gibi bir işlev de görecektir tabii. Özellikle neo-liberal “kemer sıkma” politikalarının sorgulanması adına anlamlı bir protestonun önünü açabilir. Herhalde en önemli katkısı, eğer olursa, Avrupa’da (özellikle de güneyinde) bu politikalara başkaldırıyı tekrar ateşlemesi olacaktır. Ancak Syriza’nın somut olarak sol politikaları uygulayarak sol açıdan programatik bir başarı sağlayabileceğine inanmıyorum. Yani izlediği politikaların emekçi halk katmanlarını memnun etmesini beklemiyorum. Bu bakımdan “ehveni şer” rolünü oynaması dahi güçtür.
Bir kere özneleri itibarıyla partinin kompozisyonu böyle bir başarının gerçekleşmesine izin verebilecek bir görüntü arz etmiyor. Çatı partisi görünümündedir. Bu tür yapıların reel siyaset alanında başarılı olması güçtür. Kaçınılmaz olarak böyle bir kompozisyon pragmatik “asgari müşterekler” etrafında oluşur. Pragmatik “asgari müşterekler” programıyla radikal hamleler yapamazsınız.Oysa Yunanistan’ın radikal hamlelere ihtiyacı var.
İkincisi, bu yapı ülkenin nesnel olarak içinde yer aldığı uluslararası bağlamda kalmaya devam ederek, bu bağlamın merkez ülkelerinin, Yunanistan’ın, halk sınıfları yararına daha gevşek bir iktisat politikası izlemesine anlayış göstermesini talep edeceğini ilan ediyor. Yani Syriza, “kemer sıkma” nın gevşetilmesi konusunda kendisine anlayış gösterilmesini isteyeceğini söylüyor. Pazarlığa açık olduğunu ima ediyor. “Asgari müşterekler” pragmatizmi bu olası pazarlığın yürütülmesi bakımından işlevsel olabilir ama söz konusu uluslararası bağlamın şartları böyle bir pazarlığın Yunanistan halkı adına kazanımlarını hayli kısıtlıyor. Yani ekonomik olarak Almanya’nın kontroünde bulunan AB, neo-liberal “kemer sıkma” politikasından şu koşullarda vazgeçemez. F.Hollande’ın “Syriza’yı anlıyoruz, bizi rahatsız etmiyor” demesi tek başına bir şey ifade etmez. Önemli olan Almanya’nın konservatif hükümetinin tavrıdır. Anlayışın faturası Alman finans-oligarşisinin önüne gelecektir. Alman hükümetinin Syriza’nın hareket alanını kısıtlamaya çalışacağından kuşku duymamak gerekir. Syriza, ancak Yunanistan’dan başlayarak bütün Avrupa’yı sarsacak bir halk hareketini ateşleyebilirse, hareket alanını genişletebilir. Zaten bunu yapmazsa, çözülmeye başlar.
Eğer Syriza başarısız olursa, Avrupa’da sol uzunca bir süre iktidardan uzaklaşabilir. Halkın gündeminden düşer. Faşizmin önü iyice açılabilir. Avrupa solu birinci dünya savaşı ve ikinci dünya savaşı arasındaki konumunu andıran mevcut halini konsolide eder.
Zaten Avrupa’dan devrimci sol siyaset adına bir beklenti içinde olmamak gerekir. Ancak Avrupa ve ABD dışındaki, Rusya ve Çin de dahil, çevre ülkelerde anti-emperyalist direnişler, devrimler doğarsa, Avrupa’da da bunun etkileri görülür.
Hatırlayacak olursak, Avrupa’nın merkez ülkelerinin hemen hemen hepsinde devrimci sol partiler Bolşevik Devrimi sonrasında ortaya çıktılar. Emperyalist merkezlerde devrimin emperyalist zincirin zayıf bileşenlerine nazaran daha erken olamayacağını Lenin ilan etmişti. Marks’ın da katkı yapmış olduğu “evrimci anlayış” ı devrimcileştirmişti (Marks’ın fikirlerinin olgunlaştığı sırada Avrupa’da, Amerika’da evrimcilik; büyük bir endüstriyel hamle başlatmış Almanya’daysa, anlaşılır nedenlerle, onun kapitalist-emperyalizm şartlarına uyarlanmış daha radikal bir versiyonu olarak sosyal-darwincilik çok revaçtaydı. İngiltere’de yaşayan Marks’ın evrimci anlayıştan etkilenmiş olduğunu düşünebiliriz. Ancak Almanya’daki pratik mücadeleyle ve tabii Almanya’daki havayla canlı bağlarını sürdüren Bernstein ve Kautsky’de evrimci vurgular yanında sosyal-darwinci etkilerin izlerini de tespit edebiliyoruz). Marks, devrimin en gelişmiş kapitalist ülke olarak İngiltere’de olabileceğini söylemişti ama İngiltere’de, öbür emperyalist merkezlerdeki kadar bile işçi sınıfı hareketi yoktu. Yani nispeten zayıftı. O ülkeler arasında bir ” işçi partisi” bile en geç İngiltere’de ortaya çıkmıştı.