Paris’teki kolkola yürüyüşün fotografisi aslında emperyalist siyasetin fotografisidir. Bu fotograf çok anlamlıdır, tarihsel bir belge niteliği taşımaktadır. Fotografide emperyalist siyasetin, cinayetlerin sorumluluları el ele, kolkola, omuz omuza bir görüntü veriyorlar.
Bizde bazı yazarlar bu fotografide çelişkiler buldular. Özellikle bizim başbakanın orada bulunmasını yüzsüzlük veya iki yüzlülük olarak değerlendirenler oldu. Bu doğru değil. O fotografi de asıl bizim başbakan olmasaydı, eksik olurdu. Asıl o zaman fotografinin belge niteliği azalırdı. İslamcı terörü kullanan ve destekleyen sadece Türk hükümeti değil, resimde bulunan hemen herkes o çabayı bir tarafından tutuyor. Hepsi birlikte şu ya da bu ölçüde “islamofobi”yi teşvik ediyorlar. Neden? Emperyalistlerin islamofobiye ihtiyacı var. Yani mesele yüzsüzlük, iki yüzlülükse, o resim karesindekilerin biri diğerinden daha iyi durumda değil.
Paris saldırısından sonra Batı ülkelerinde ve Türkiye’de de, emperyalist islamcı siyasetten kaynaklanan, “islamofobi” teşvik edildi. Zaten sözkonusu saldırının “kamuoyu” oluşturma ile ilgili tarafında böyle bir gaye var. Çok yazıldı, söylendi, emperyalistler İslam coğrafyasındaki operasyonlarını meşrulaştırmak istiyorlar. “İslamofobi”,hem “medeniyetler diyalogu” hem de “medeniyetler çatışması” siyasetleri için gerekli bir alet. Dış siyaset açısından bu tespit doğru. Ancak iç siyaset boyutu eksik. Yani emperyalistler için islamofobi hem iç siyasetlerinde hem de dış siyasetlerinde, birbirine bağlı olarak kullandıkları bir alet.
Türk hükümeti de içeride bu islamofobinin takviye edilmesi adına her fırsatı kullandı. Vaktiyle önceki hükümetler de kullanmışlardı. Örnekse, birinci ve özellikle ikinci Sivas katliamı Türkiye’nin laik devleti ve o devletin en “laik” kurumu olan ordusunun kontrolü altında gerçekleştirilmedi mi? AKP rejimi ve öncesi arasındaki sürekliliği, en önemlisi her iki rejimin de emperyalist vesayete tabiliğini görmüyoruz. Devrimci sol mücadeleyi “laiklik” eksenine oturtmak isteyenler, sayaca bağlayarak konuşacaksak, birinci ve ikinci cumhuriyetler arasında bu bakımdan anlamlı bir farklılık olmadığını görmelidirler. İslamofobi emperyalizmin, dozu ihtiyaçlarına göre değişen, kitleleri terörize etme aracıdır.
Türk hükümeti de benzer bir gayeyle, Cumhuriyet Gazetesi tertibinde gördüğümüz gibi, islamofobiyi kitleleri terörize etmek, sindirmek amacıyla kullanmaktadır (Eski çizgisinden liberalizm adına uzaklaşan Cumhuriyet Gazetesi’nin tavrının da ayrıca üzerinde durulması gerekiyor). Burada emperyalist siyaset bakımından bir çelişki yoktur. Tersine uyum vardır. “İslamofobi” emperyalistlerin kendi ülkelerinin halklarını terörize ederek onları, içeride otoriter yönetim anlayışlarının; dışarıda da, emperyalist operasyonlarının haklılığına ikna etmek bakımdan işlevseldir. Dolayısıyla Charlie Hebdo’ya terörist saldırıyla, Cumhuriyet Gazetesi’nin kuşatılması arasında onlara yüklenen anlam ve politik gaye açısından bir süreklilik vardır. Bir aykırılık yoktur. Bu yüzden Davutoğluna “bu ne lahana bu ne perhiz” diyerek çıkışmak isabetli değildir. Emperyalist siyasetin mantığı (daha doğrusu mantıksızlığı) böyledir.
“İslamofobi” korku siyasetidir. Bir yandan hedef seçilen kitlelere korku verilerek onların daha otoriter bir boyunduruğu kabullenmeleri istenir. Diğer taraftan bu korkunun uluslararası kaynaklarının kurutulması bahane edilerek emperyalist operasyonlar meşrulaştırılır. Ancak kitleler üzerinde yaratılmak istenen bu yapay korku, emperyalistler için gerçek bir korkudan, iktidarlarını kaybetme korkusundan kaynaklanır. Kitlelere korku salarak kendi korkularını bastırma ihtiyacı duyarlar.
Daha önce söyledim, islamcı dediğimiz siyasal özneler, militanlar arkalarında devlet desteği, uluslararası destek olmadan var olamazlar. Türkiye’de,Tan Olayı’ndan, Maraş Katliamı’na, 16-17 Eylül’den, Sivas, Gazi katliamlarına kadar bütün sağcı sokak hareketleri veya tertipleri, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde, devlet tarafından organize edilmiştir. Cumhuriyet Gazetesi önündeki güruh da devletin davetine icabet etmiştir. Bu tür eylemleri organize ettiği görülen vakıflar devlet tarafından bu günler için beslenirler.
Bugün dünyada ve ülkemizde emperyalist ağlara bağlı olmayan -ciddiye alınacak- hiç bir islamcı grup yoktur. Bunu göreceğiz. Yani islamcılık emperyalizmin ihtiyaçlarına uyarlanmıştır. Ona hizmet için vardır. Onun dışında varlığını sürdürebilmesi olanaklı değildir. Paris’teki saldırıyı yapan öznelerle, Cumhuriyet Gazetesi’ni kuşatan özneler aynı emperyalist siyasetin harekete geçirmiş olduğu, teşvik ettiği, kullandığı maşalardır (Emperyalistlerin islamcı grupları nasıl kendi finansal ağlarına dahil etmiş olduklarına dair bilgiler daha önceki yazılarımda mevcut).
Emperyalizmin büyük bir kriz yaşadığı ve bu krizi savaştan başka bir araçla çözemeyeceğine inanmış olduğu 1.D.Savaşı öncesindeki 15-20 yıl içinde, dünyada ve özellikle Avrupa’da bir çok terörist saldırı, suikast olayları görüldü. O zaman çoğu Rus ve İtalyan olan ( o zaman Rusya ve İtalya, Avrupa’da, sanayileşme sürecinde gelenekselden moderne geçiş sancılarını en ağır şekilde yaşayan, bu sürece eşlik etmesi kaçınılmaz siyasal baskıların çok ağırlaşmış olduğu iki ülkeydi. İç göçün yoğun olarak yaşandığı her yerde olduğu gibi, dış göç veriyorlardı. Yani şimdi nasıl müslüman nüfuslu ülkelerin Batı’ya göçü varsa, o zaman da Rus ve İtalyan nüfusun göçü yoğundu) anarşistler bu saldırı ve suikastler de maşa olarak kullanılmaktaydı.
Dikkat edelim, özellikle son 15-20 yılda kullanılan terör maşaları arasında da Batı’ya göç etmiş, orada doğmuş Arap,Türk veya müslümanlar önemli bir yer tutuyor. Yine daha önceki anarşistler gibi bu islamcı öznelerin kafalarında da hiç bir tutarlı siyasal program yoktur. Bir tepkiyle harekete geçiriliyorlar. Ruhsal olarak hepsinde ortak olan, Freud’un “ölüm dürtüsü” dediği psikolojidir. Yani belli sosyo-psikolojik şartlardan çıkıyorlar. Tamam.
Ancak bugün jeo-ekonomi-politik, yani emperyalizmin ekonomi politikasıyla alakalı bir vak’a olan terörizmi kavramak bakımından buraya takılıp kalmanın bir manası olmaz. Bu vak’anın “sosyo-psikolojik” boyutu içinde okunması bir çok durumda ideolojik bir yaklaşımdır. Yani yanlışa yönlendirme amacı taşır. Sosyoloji ve psikoloji bu tür bir işleve sahip modern ideolojilerdir. Kapılmamak gerekir.Tabii jeo-politiğin de ideolojik kullanımı söz konusu olabilmektedir. Emperyalizmin ideolojisi olarak okunması gereken görünümleri vardır.
Esasen jeo-ekonomi-politik kabaca, nüfus, yurt,doğal kaynaklar, stratejik coğrafi konum gibi etkenlerin dünya egemenliği kurmak açısından devletlerarası ilişkiler de nasıl kullanıldığına dair disiplinlerarası referansları olan bir çalışma konusudur. Esas olarak emperyalist sistem içindeki hegemonik rekabet ilişkilerine ışık tutar.
1.Dünya Savaşı öncesinde kullanılan terörist öznelerin sosyo-psikolojik özellikleri gibi emperyalist siyasetin aleti olmak özellikleri de bugünkü vak’aya benziyor. 1894’ten 1914’e ve sonra savaş sürerken tedhiş eylemlerinin anlamlı bir şekilde sürmekte olduğunu tespit ediyoruz.
O zaman ki terörizm de devrin jeo-ekonomi-politik ihtiyaçlarından doğmuştu. Almanya, devrin hegemonik gücü olan Britanya için başlıca ve en tehlikeli rakip olarak görülüyordu. Sadece askeri anlamda değil, ondan önce ekonomik anlamda. Mesela, İngiliz sanayi malları, Alman malları karşısında rekabet şansını kaybetmişti. Almanca Avrupa’da bilim dili haline gelmişti. İşte modern “jeo-politik” o şartlarda doğdu.
İngiltere’deki kurucusu olarak görülen Harold Mackinder, Almanya’nın durdurulmasının Britanya için yaşamsal öneme sahip olduğunu, Rusya ile ittifak yapmaması için (Mackinder, devrim sonrası Rusya’sında, iç savaş sırasında Denikin saflarında İngiltere adına akıl hocalığı yapmıştı) her önlemin alınması gerektiğini söylüyordu. İngiltere, Rusya ve Avrasya’da kendisinden başka bir gücün siyasal inisiyatif almasına izin vermemeliydi. Jeo-politiğin Almanya’daki kurucuları Ratzel ve Haushofer (sonradan “Hitler’in stratejisti” olarak adlandırılmış, Nazi yenilgisi sonrasında da intihar etmişti) ise Almanya’nın D.Avrupa, Rusya ve Japonya ile ittifakının dünya hakimiyeti için zorunlu olduğunu düşünüyorlardı. 2.Savaş sonrasında ABD adına piyasaya çıkacak (“kuşatma kuramı” nın mucidi) Spykman dahil olmak üzere, hepsinin görüşlerindeki ortak payda, şu vecizeyle açıklanabilir : Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur. Bu anlayış daha sonra bilindiği gibi en yetkin şekliyle Z.Brzezinski tarafından sahiplenilmiştir. Geçerken, hem Kissinger ve hem de Bzezinski’nin bu yakınlarda, SSCB devrinde sorunun basitçe komünizm olmadığını gayet açık bir şekilde dile getirmişlerdir. Şimdi 1.Dünya Savaşı öncesine dönelim.
1894’te Fransız devlet başkanı Sadi Carnot ile suikastler perdesi açıldı. Carnot nispeten barışçı ve Rusya ile iyi ilişkiler kurulmasından yanaydı. 1896’da İran Şahı öldürüldü (Petrol stratejik bir ürün olarak bu yıllarda önem kazanmaya başladı. Britanya ilk kez deniz kuvvetlerinde bu ürünü kullanmaya başladı. Petrol deyince de o zaman hemen akla İran geliyordu. İlk büyük ham petrol rezervleri de İran’da bulundu). 1897 yılında Uruguay devlet başkanı, aynı yıl İspanya başbakanı, bir yıl sonra Guatemela devlet başkanı, yine 1898 yılında Avusturya İmparatoriçesi, 1899’da Dominik Cumhuriyeti cumhurbaşkanı öldürüldüler. 1900’de İtalya kralı Umberto, 1901’de ABD başkanı McKinley öldürüldü.
Şimdi bu Latin Amerika, Kuzey Amerika ve İspanya cinayetlerini doğrudan Britanya’nın ABD’nin yayılmasını (1898 İspanya-ABD savaşı, ABD’nin bir çok İspanya sömürgesine el koymasıyla, Avrupa ülkeleri aleyhine, Amerikalar’da kontrolünü, etkisini arttırmasıyla sonuçlandı) durdurmak gayesiyle bağlantılandırmak gerekir. Tabii İtalya ve Avusturya konusu da, o zaman iki ülke arasında henüz bir çözüme kavuşturulamamış egemenlikle ilgili sorunlara ( mesela o zaman Osmanlı’da, Avusturya-Macaristan büyük elçiliği ve İtalya büyük elçiliği binaları bu sorunun almış olduğu değişik durumlara göre bu iki ülke arasında el değiştiriyor. Bkz. www.kamilpark.blogspot.com.tr) Britanya’nın kendi çıkarları açısından müdahil olmasıyla ilişkilendiriliyor.
Bir de, “antant devletleri” (yani İngiltere, Fransa ve Rusya) fiiliyatta sadece üç devletten ibaret değil, savaş başladıktan bir süre sonra başta ABD olmak üzere, bir çok L.Amerika ülkesi ve Japonya da bu kampa dahil oluyor. Özellikle savaşa hazırlanan Britanya terör aracını kullanarak bir tür siyasal eliminasyona, tasfiyeye başvuruyor. Ya da daha nazik bir ifadeyle ülkelerin saf belirlemesine yardımcı oluyor( Diğer emperyalist ülkelerin de zaman zaman mukabil olarak benzer terör ve suikast araçlarını kullanmış oldukları biliniyor veya tahmin ediliyor)
Charlie Hebdo olayını da cumhurbaşkanı F.Hollande’ın anglo-amerikanları rahatsız eden Rusya’ya yönelik yaptırımlar konusundaki son çıkışı (Öncesinde, Aralık başında, Moskova’ya sürpriz bir ziyaret yapıp, Putin’le görüşmüş, bu görüşmeyi, barış adına çok olumlu ve yapıcı bulduğunu söylemişti), Ukrayna meselesinde diplomatik girişimler adına inisiyatif almak isteğini dile getirmiş olmasıyla iilişkilendirenler var. Yani işin kendi başına inisiyatif almak isteyen Fransa’ya bir “ayar verme” boyutu da olabileceği söyleniyor. Nitekim, saldırı sonrasında Merkel, adeta bir refleksle, Kazakistan’daki görüşmelere Fransa ile birlikte katılmak konusunda henüz karar vermemiş olduklarını açıklamıştı.(Bu arada, son “Sultanahmet olayı” nın da Putin’in ülkemizi ziyareti sonrasında cereyan etmiş olduğunu hatırlayalım). Şurası açık, ABD yönetimi diplomasiden korkuyor, kaçıyor, belki zaman kaybı olarak görüyor. ABD, aynı 1.D.Savaşı öncesindeki Britanya gibi, barıştan kaçıyor. Barış istemiyor. Terör aracılığıyla yarattığı kaosu da bunun için teşvik ediyor. Barışı, diplomasiyi önerenlerden de haz etmiyor. Suriye, İran, Filistin sorunlarında olduğu gibi, Ukrayna’da da diplomasi masasından kaçıyor.
1.Dünya Savaşı öncesi ve esnasındaki suikastlere değinmeye devam edelim. 1903’de Sırbistan kral ve kraliçesi öldürülüyor. Fail daha sonra Saraybosna’da savaşın tetiklenmesine yol açacak suikastı da gerçekleştiren Sırp yurttaşı Dimitriyeviç. 1905’de Yunanistan başbakanı, 1907’de Bulgaristan başbakanı, yine 1907’de İran başbakanı suikaste kurban gidiyorlar. 1908’te bu kez Portekiz kralı kurban seçiliyor.
Aradaki olayları geçelim. 1910’da Mısır başbakanı, 1911’de Rus başbakanı reformist Stolipin (Lenin bir yerde, mealen, eğer ölmeyip de reformlarında başarılı olsaydı, devrim 25-30 yıl ötelenmiş olurdu der. Demek ki emperyalist siyasetlerin bu tür sonuçları olabiliyor. Bu arada, Stolipin Rasputin’in en önemli hasımlarından birisiydi.), 1912’de İspanya başbakanı, 1913’de Yunan Kralı, 1913’de Meksika başbakanı, 1914’de meşhur Saraybosna suikastı ve aynı yılın yaz aylarında, ısrarla İtalya’nın Almanya’dan yana savaşa dahil olmasını isteyen ve hükümet üzerinde çok etkisi olan İtalyan genelkurmay başkanı Pollio’nun öldürülmesi (Bu cinayet çok önemlidir. Dünya savaş tarihinin en büyük muharebelerinden birisi olan Almanya, Fransa ve Belçika arasında geçen Marne Muharebesi’ne eğer İtalya, Almanya’nın yanında katılmış olsaydı -öldürülen gkurmay başkanı Almanya’nın hizmetine 12 tümenini vermeyi düşünüyordu- zafer Almanya’nın olacak, Fransa muhtemelen tekrar Alman işgaline maruz kalacaktı. Yani savaşın kaderini değiştirebilecek bir muharebeydi. Bu arada, kurban edilen genelkurmay başkanı, belleğim beni yanıltmıyorsa, Turin’de önceden Fransız istihbaratının üssü haline getirilmiş bir otelde dinlenirken, işe bir günlüğüne temzilikçi olarak girmiş, ondan sonra da kayıplara karışmış, bir kadın eleman tarafından zehirlenerek öldürülüyor).
Tabii arada başarısız olan girişimler de var. Çar ve Çariçe üzerinde büyük etkisi bulunan Almanya yanlısı Rasputin’in bir çok suikast girişiminden kurtulmuş olduğunu biliyoruz (Tabii sonunda öldürülüyor. Yalnız daha önce 1914’teki yaralanarak kurtulduğu suikastte, bu suikasti planlayan Rus gizli servisi Okrana’nın elemanları kaçarlarken yazar Maksim Gorki’den yardım alıyorlar. Kadın kılığında gemiyle yurt dışına kaçmalarına Gorki yardımcı oluyor. Yani anlaşılıyor ki, Gorki ta baştan işin içindedir. Enteresandır, Gorki Bolşeviklerin iktidarı almasına şiddetle karşı çıkmıştı. Tekrar Rasputin, 1916’da suikast başarılı oluyor. Fail Prens Yusupov, bir travesti ve 1.D.Savaşı’nın kişisel olarak en önemli planlayıcı aktörü olan İngiliz kralı 7.Edward’ın travesti sevgilisiydi. Bu arada, 7.Edward dünya mason locaları üzerinde çok büyük etkiye sahipti. Bu etkisini savaşı ateşlemek adına kullanmıştı tabii. Biseksüeldi. Bu adamı hesaba katmadan o savaşın gerçek tarihini yazmak mümkün değildir ).
Öte yandan, suikastlerin bir de pasifist barışçı kurbanları vardı. Mesela sosyalist Jean Jaures. Öldürülmeden kısa bir süre önce (1914’de) savaş karşıtı bir genel grev örgütlemekle meşguldü. Yine bir 2.Enternasyonal sosyalisti, aynı zamanda savaş karşıtı olan eski başbakan, o yıllarda (1914) maliye bakanı olan, Auguste Caillaux vak’ası var. Bu kez suikast yapılmıyor. Evli olan bakanın evlilik dışı ilişkisiyle ilgili “aşk mektupları” sağcı, savaş borazanı, İngiltere yanlısı Le Figaro’da (Şimdi de öyle değil mi? Ha bu arada, Charlie Hebdo’nun neden böyle bir islamofobik kampanyada yer almış olduğunun sorgulanmasına, “fikir özgürlüğü”, “laiklik” gibi belagatla karşı çıkmak doğru olmuyor. Fransa müslüman nüfusun çoğunluğu teşkil ettiği, islamofaşist bir rejimin iktidarda olduğu bir ülke değil. Üstelik göçmen nüfus içinde ağırlığı oluşturan müslüman emekçi halklar ayrımcı, ırkçı baskılar altında bulunuyor. Bu açıdan sorgulamak meşru değil mi?) tefrika edilmeye başlanıyor. Bu sırada Caillaux’nun eski maşukası, gazeteyi basarak gazete editörüne suikast yapıyor. Tabii bakan istifa ediyor. Yani ayar vermek için sadece suikastlere başvurulmuyor.
Şimdi deniliyor ki “renkli devrim” ihtimali var. Bence Haziran’dan ve Mısır tecrübesinden sonra emperyalistler Türkiye’de böyle bir tertibe kalkışmayı göze alamazlar. Dertleri AKP’yi alaşağı etmekse, ekonomik araçları kullanarak bunu sabahtan akşama gerçekleştirirler (Mesela dolar karşısında lira yüzde 25-30 devalüe edilirse, bu mali yapısıyla Türkiye ekonomisi bu baskıyı kaldıramaz).
AKP rejimi dini kullanıyor ama dinsel bir rejim değil. Salt din üzerinden AKP rejimini açıklamak olanaklı değil. AKP rejimi sermaye rejimi üzerinde yükseliyor. Sermaye dün laikliğe ihtiyaç duyuyordu. Önce meşruiyetinin ana kaynağı din olan feodal otokrasi karşısında; sonra, soğuk savaş sırasında güçlü ulusal egemen yapılara ihtiyaç vardı. Bu da laiklik olmadan olamazdı. Bugün sermaye sınıfı ve emperyalizm ulusal egemen yapıları ortadan kaldırmak, küçük küçük devletçikler, “sivil toplum” veya NGO’lar başlığı altında kapalı cemaatler yaratmak istiyor. Aslında sermaye ve emperyalizm her zaman pragmatiktir. Hiç bir ulvi idealin arkasında duramaz. Mesela liberalizmi alır, tepe tepe kullanır. “Demokrasi, insan hakları, serbest pazar” ezberini bayrak yaparak başka ülkeleri talan eder. On milyonlarca insanı katleder, yersiz yurtsuz, sakat bırakır.
Geçen gün bir yerde okudum. Karl Kautsky, liberal, keskin anti-klerikal Waldeck-Rousseau hükümetini (1899-1902), Fransa’da katı bir laiklik uygulamasını savunurken, aynı zamanda, sömürgeleştirmeye çalıştığı Çin’de dini, hıristiyan misyonerleri nasıl kullandığından, nasıl parasal olarak cömertçe fonladığından söz eder. Liberalizm dini her zaman elinin altında tutar. Gerçekten de, hıristiyan misyonerler kapitalist deniz aşırı ticaretin, (tarihimizde “kolonizatör dervişler”in yüklenmiş oldukları gibi) kolonyal fetihlerin akıncı güçleri gibi bir işlev görmüşlerdir.
Modern zamanlarda dinselleştirmenin arkasında kapitalizm vardır. Öyleyse, kapitalizmle mücadele yerine, sosyalist bir anti-kapitalizm yerine laikliği öne koyan bir siyaset gerçekçi olmayacaktır. Buradan laikliğin önemsiz olduğu sonucu çıkartılmamalıdır. Ancak onu siyasal stratejinin ana ekseni haline getirmek bütün yönleriyle “İslamofobi” kampanyasının ekmeğine yağ sürecektir. “İslamofobi” nin, paradoksal olarak, hem dincinleştirme hem de dinden uzaklaştırmak gibi işlevleri var. Ancak bu ikincisi Batı’da “laiklik” talebinden çok, özellikle de emekçi sınıflar arasında, “anti-müslüman” bir hıristiyanizmi teşvik ediyor.
Bugün siyasete baktığımız zaman başlıca rakip olarak AKP rejimini görüyoruz. Doğrudur. Gelgelelim, her siyasal rejim gibi AKP rejiminin, onun siyasal tercihlerinin, söylemlerinin arkasında da bir sınıfın, işbirlikçi burjuvazinin iradesinin olduğunu ihmal ediyoruz. Mesela, Cemaat-AKP koalisyonun çözülmesi sırasında sermaye sınıfı içindeki “ananaslı” yansımalarını açık olarak görmedik mi?
Bugün laiklik karşıtı siyaset, emperyalizmin ulusal egemen yapıları tasfiye ederek işgal veya yeniden sömürgeleştirme stratejisinin bileşenidir. Dolayısıyla işbirlikçi burjuvazinin, sermayenin siyasetidir. Bu içeride ve dışarıda dozunun giderek arttırılacağı anlaşılan “islamofobik” kampanyanın bizi tekrar siyasal ufku dar “laiklik mücadelesi” alanına tıkıştırmasına izin vermememiz gerekir. Bir kez bu alana sıkıştık mı, sınıf düşmanlarımız laikliğin bütün bildik popüler konnotasyonlarını devreye sokacaklar ve bize karşı kullanacaklardır.
Bir şey daha ilave ederek bitireyim. Bizim ulusal kurtuluş mücadelesi de, başlıca referansı “din” olan eski rejim karşısında “laiklik”, “anti-hilafet” talepleri etrafında bir stratejiden hareket etmemiş, bu talepleri merkeze koyan bir siyasal kampanyayı gerçekçi bulmamış, ancak yine bu talepleri programının vazgeçilemez, olmazsa olmaz maddeleri olarak korumuş ve uygulamıştı. Sonra, Bolşevik Devrimi öncesi Rusya’sında da laik bir devlet yoktu. Bugün demokrasi mücadelesi ancak sosyalist mücadelenin görüş açısından verilebilir. Yani asgari değil, azami bir programın bileşenidir.