Paris’teki katliam bir kez daha emperyalizm çağının nasıl bir siniklik çağı olduğunu gözler önüne serdi. Katliam sonrasında Fransa dahil, başlıca emperyalist devletler tarafından yapılan yüzsüz açıklamalara bakınız. ABD, katledilenler için “özgürlük şehidi” diyor.
Aynı ABD, kendi kucağında büyüttüğü, yetiştirdiği,vasilik ettiği aynı soydan katiller Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da her gün yüzlerce insanı, en vahşi şekillerde katlederken, onları, o katilleri “özgürlük savaşçısı” olarak övüyor. Bu aynı katiller, emperyalistler için Fransa’da “katil”; onların emperyalist siyasal hedeflerinde yer alan ülkelerde “özgürlük savaşçısı” oluyorlar. Her gün Batı destekli bu katiller sürüsünün “Büyük Orta Doğu” coğrafyasında, Ukrayna’da katlettikleri insanlarla ilgili olarak ağızlarından tek laf çıkmayan emperyalistler, Fransa’da katledilen 12 yazar-çizeri “özgürlük şehidi” olarak ilan ediyorlar. Bu tavır, en önce bu katliamın kurbanlarıyla alay etmektir. Bu katliamın sorumlusu doğrudan müslüman camia değil, geçen asırdan beri emperyalizm tarafından kendi çıkarlarının aleti haline dönüştürülmüş islamdır. Yani siyasal islamdır. Siyasal islam emperyalizm ve siyonizmin aletidir, işbirlikçisidir. Türkiye’deki sarayı Ankara’dadır.
Bu islamcı katillerin Fransa’nın da aralarında bulunduğu emperyalist devletler tarafından etkin bir şekilde ve planlı olarak eğitilip, silahlarla donatıldıklarını, desteklendiklerini biliyoruz. Emperyalistler artık bu gerçeği gizleme ihtiyacı da duymuyorlar. Daha bir kaç gün önce, bir kez daha Türkiye üzerinden Suriye’ye yasa dışı yollardan bu canilerle görüşmek gayesiyle girmiş olan ABD senatörü, Cumhuriyetçi Parti lideri, eski başkan adayı McCain’in “özgürlük savaşçısı” olarak tanıttığı bu canilerle birlikte fotografileri kendi bloğunda da yayınlandı.
Bu yakınlarda Fransız devlet adamlarının söz konusu teröristlere yapılacak yardım konusunda Türkiye’de, Fransa’da Türk hükümetiyle görüşmeler yaptıklarını hatırlayalım. Deniliyor ki, Esad gitsin, pekiy gitsin ama giderse yerine kim gelecek? Fransız halkı bu basit soruyu önce kendisine sorma cesaretini gösterebilmelidir. Daha önce “Saddam gitsin”, “Kaddafi gitsin” demişlerdi. Gittiler. Sonuç? Bugün Kaddafi orada olsaydı, Boko Haram olabilir miydi? İşte Kaddafi, Boko Haram var olsun diye gitmeliydi. Çünkü emperyalizm artık Boko Haram’lar olmadan yoluna devam edemiyor. Bu gerçeği görmek lazım.
Şimdi bu feci olay sonrasında Fransız halkının tepkisini anlıyoruz. Ancak tepki tek başına bir öz-tatmin sağlayabilir. Etki olmak lazım. Etki olmak için siyaset, örgütlü siyaset haline gelmek lazım. Siyasetin nesnesi iktidardır. İktidar etkilemektir, dolayısıyla etki yaratma kapasitesiyle alakalıdır.
Hiç kuşkusuz bugün Paris’teki menfur saldırı emperyalist siyasetin dünya ölçeğindeki saldırgan, hegemonik girişimlerinin yan etkisidir. Bumerangıdır. Emperyalist siyaset sürekli bumerang üretir. Bu gerçeği tespit etmek lazım. Eğer Fransız halkı daha devletleri Libya’yı bombalarken, o ülkenin cihatçı çetelerin at oynattığı bir kaosun arenası haline getirilmesine katkı yaparken; Suriye’deki emperyalist savaşta üstlendiği kirli rolleri yerine getirirken ayağa kalkabilmiş, anti-emperyalist bir siyasal tavır alabilmiş olsaydı, belki de bugünü yaşamayacaktık. Belki de emperyalizm “BOP” coğrafyasında, Ukrayna’da gözünü bu kadar karartamayacaktı.
Fransız halkı şunu bilsin ki, eğer emperyalizmi hep birlikte durduramazsak, dünya, örnekleri daha önce görülmüş olanlardan daha büyük, daha feci bir yangın yerine dönüşecektir. Fransız halkının öncelikli görevi, bu olaydan ırkçı, faşizan, yabancı düşmanı politikalara destek çıkartılmasına mani olmaktır. Sosyal mücadeleler tarihseldir. Fransız ilerici halkları bu tarihi dikkatle incelemeli, geçmişte sol adına emperyalizmle yapılmış işbirlirliğinin acı sonuçlarını hatırlamalıdır.
Bunun içinse, anti-emperyalist devrimci sol bir siyasete ihtiyaç var. Ancak böyle bir siyaset emperyalizmi geriletebilir. Emperyalizm varolduğu günden beri bütün aydınlanmacı değerleri erozyona uğratmış, tüketmiştir. Sosyalist dünyanın varlığını sürdürdüğü koşullarda, zorunlu olarak sürdürülen burjuva demokratik dönem, sosyalist sistemin çökertilmesiyle bir yana atılmıştır. Burjuvazinin karşı-devrimi gerçekleşmiştir. 1917’yi hedefleyen karşı-devrim kaçınılmaz olarak 1789’u da vurmuş, onun da karşı-devrimi olduğunu ilan etmiştir. 1789’un ideallerinin, değerlerinin 20.yy’ın sonlarına kadar mevzilerini korumuş olması, 1917 sayesinde mümkün olabilmişti. Bugün bunu daha net olarak anlayabiliyoruz. Unutmayalım, karşı-devrimlerin restorasyonu olmaz. Karşı-devrimler, devrimlerle püskürtülebilirler. 1917’nin gerisinden başlamak kabul edilemez. Üzerinde “eşitlik,özgürlük,kardeşlik” değil (bu “ehveni şer” mantığıdır, bu slogan altında anakronik burjuva konumdur, sosyalist devrimci bir tavır değildir), “bütün ülkelerin emekçileri birleşin!” yazılı bayrak altında toplanmak lazımdır.
Devrimci sol bir siyaset elbette belli koşullarda “burjuva demokratlar”la, “demokratik devrimciler”le eylem birliği içinde olabilir, belli siyasal hedeflere ulaşmak için güçbirliği yapabilir. Nitekim Haziran’da kendiliğinden ortaya çıkmış manzara da böyleydi. Ancak devrimci sol siyaset bizatihi bu burjuva demokratik bayrağı kendi eline alamaz. Bu anlayışı kendi siyasal perspektifi, hedefi haline getiremez.
Bu Paris katliamının nasıl Fransız emekçi halklarını ırkçı, milliyetçi, dinci, müslüman düşmanı konumlara çekme tehlikesi varsa, bizi de burada bildik “laik”/anti-laik” kavgasına çekme tehlikesi var. İlericilik adına bu Batı’daki, takviye edileceği anlaşılan, gerici anlayışla aynı dalga boyutunda buluşmaktan kaçınmak lazım (Özellikle Paris olayları sonrasında sol eğilimli portalarımızda okuduğum bazı tepkisel makalelerden rahatsız olduğumu belirtmek isterim. “İslam dini laik bir din değil” deniyor mesela. “Laik din” olur mu? “Din” ve “laik” kavramları birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlar. Laiklik dinsel alana dışarıdan siyasal bir müdahaledir. Köktendincilik de öyle. Yoksa, modern köktenciliği nasıl açıklayacağız? Bugün nasıl “hakiki din”, yani bu dinciler o müslümanlara benzemiyor” söylemi marifetiyle dinsel gericilikle mücadele etmek yanlışsa, doğrudan dine saldırarak onunla savaşmak da bir işe yaramıyor. Tersine zarar veriyor. Marksizm-Leninizmin din üzerine geniş sayılabilecek bir literatürü ve kayda değer bir pratiği var. “Parti Okulu” olmadan parti olunamaz.İşte böyle her kafadan bir ses çıkar, ya da daha pastoral bir ifadeyle, “bin çiçek açar, bin fikir yarışır”). Haziran halkı meydanlarda bu kayıkçı kavgası içine çekilemedi. Bugün laiklik etrafında bir mücadele örgütlemek (üstelik de “Birleşik Haziran” adı altında), bütün o direnişi indirgemek olur. Hareketin zenginliğini, sosyalist siyasete temin etmiş olduğu meşruiyeti, olanakları heba etmek olur. Bir devrimci siyaset, stratejik programın her bir maddesini taktik hesaplarla kullanamaz. Kullanamayabilir.
Bugün ancak sosyalizm mücadelesini öne koyan bir anlayış aydınlanma değerlerinin gerçekleştiricisi olabilir. Daha geriden, çoktan çürümüş bir burjuva demokratik çerçeveyi yeniden ihya ederek, yeniden parlatarak en temel insani değerleri dahi yaşatmak mümkün değildir. Öyleyse, ya sosyalizm ya barbarlık!
Türkiye’de bu katliam sonrası timsah gözyaşı dökenler, kuşkusuz emperyalizmin işbirlikçisi olan gerici, islamo- faşist burjuva düzeninin hempalarıdır. AKP rejimi, emperyalistlerin müttefiki olarak, sadece “BOP” coğrafyasında değil, Paris’teki katliamda da islamcı katillerin suç ortağıdır. Paris’teki cinayeti işleyenlerle Prof Renan Pekünlü’yü hapsedenler aynı barbar anlayışın temsilcileridirler.
Dün bu yukarıdakileri yazdıktan sonra bugün bazı ilaveler yapma ihtiyacı duydum. Bu trajik saldırının muhatabı olan Charlie Hebdo’nun çizgisini de irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Elbette hiç bir gerekçe bu saldırının vahşetini azaltmaz.
Hebdo’nun son on beş yılda anti-İslam, anti-Arap bir çizgisinin olduğu iddiaları var. Hatta bazı Amerikan yayınlarında oligarşik Bilderberg grubuyla ilişkilerinden söz ediliyor. Araştırılmaya muhtaç bir iddia. Yapılması gereken, Hebdo’nun son yıllarda Orta Doğu’yu da kapsamına alan emperyalist kampanya karşısındaki tavrını mercek altına almaktır. Mesela, “Kaddafi sorunu”, “Suriye sorunu” karşısında aldığı tavra bakmak lazım. Yani kurbanı tanımak, olayı anlamak bakımından yararlı olabilir.
Hebdo, 1960’ların sonlarında, Fransa’nın anglo-amerikan hegemonyasının dışında kalmasını dış politikasının ana ekseni haline getirmiş olan (ve yönetimi boyunca kendisine karşı bir çok suikast girişimi açığa çıkartılmış) DeGaulle’e karşı amansız bir kampanya yürütmüş, onun düşmesine kendi kulvarından önemli bir katkı yapmıştı. Bunda Hebdo’nun kurucuları arasında Vichy sempatizanlarının olmasının da rol oynadığı söylenir. Bilindiği gibi, DeGaulle ve Vichy iki düşman kamp anlamına geliyordu (Bu arada, bu saldırıdan çok kârlı çıkması muhtemel Madame Le Pen’in pederi Jean-Marie Le Pen’in de Vichy ile aktif bağlantıları bulunan bir Pétainist olduğu biliniyor).
Son yıllarda benzer bir kampanyayı İslam ve Muhammed temasını pejoratif bir bağlamda sık sık işleyerek yaptığı iddiaları var. Bu anti-islam, daha doğrusu anti-müslüman yayın kampanyasının, İslam coğrafyasına emperyalist saldırıların yoğunlaştığı bir zamana denk gelmiş olduğu, ama aynı zamanda emperyalizm ve İslam arasındaki işbirliğini teşhir etmeye yönelik yayın yapmaktan kaçınmış olduğu, dahası emperyalist siyasete pek dokunmadığı iddiaları var. Yabancı düşmanlığı temasına katkı yaptığını söyleyenler var. Dergiyi izlemediğim için kesin konuşamıyorum.
Bizde bir çok sol tandanslı internet portalı var, ama hepsi aynı haberleri, aynı kaynaklara dayanarak, sol cümlelerle aktarmayı internet gazeteciliği sayıyor. Araştırmacı bir anlayışları yok. Analizci bir kapasiteleri yok. Yazılı tabir edilen basında da olduğu gibi asıl gayeleri portallarını köşe yazılarıyla donatmak. Her neyse.
Saldırıyı tüm boyutları içinde anlayabilmek açısından, yapılacak en yararsız işlerden birisi, bu saldırıya “fikir özgürlüğü” açısından odaklanmak olur. Dahası böyle bir açıdan bakmak onu azmettirenlerin, onu politik olarak istismar etmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürebilir. “Fikir özgürlüğü” ne bir saldırı vardır tabii ama bu resmin küçük bir kısmıdır. Buradan hareketle büyük resmi kavramak olanaklı olmaz (Bu arada, BHH bağlamında yaptığımız laiklik tartışmasının da böyle bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Bunun altından “burjuva demokratik aşama” taktiği çıkacak gibi görünüyor. Orada da, “türban” vs gibi bütün konnotasyonlarıyla “laiklik” ana eksen haline getirilecek. Yanlıştır. Haziran’da dincileşmeyle ilgili kayguların katılımcılar bakımından önemli bir katılım nedeni olması, bizi Haziran’ı oraya indirgeme kolaycılığına, yanlışına sevk etmemelidir. Haziran çok daha geniş, çok daha azami bir çerçeveye sahipti. Sonra, öncü veya önderlik tanımı itibarıyla kalabalıklara yön verir. Kalabalıkların kuyruğuna takılmaz. Bu bir bumerang olur. Bu konuda biraz daha detay bundan bir önceki yazımda bulunabilir. )
Artık şunu kabul edelim, terörizm jeo-ekonomi-politik bir olgudur. Faillerin sosyo-psikolojik arka planlarına, genellikle mesiyanik, siyasal eğilimlerine takılıp kalmamak lazım (Bu sosyo-psikolojik faktör, tipik olarak gelenekselden moderne geçiş sürecinde ortaya çıkıyor. Mesela yaşadığı ülkesinde, köyünde hiç de dindar olmayan ya da dinsel inançları güçlü olmayan biri göç ederek dahil olmaya çalıştığı modern ortamda aidiyet ihtiyacıyla, korunmacı veya sığınmacı reflekslerle dinini kıskançlıkla savunan bir tip haline gelebiliyor. İç göçlerde de bu olguyu tespit edyoruz. Ancak dış göçler de daha radikal bir görünümü olduğunu gözlemliyoruz). Bu failleri kullanan uluslararası güçlere odaklanmak lazım. Bakınız, 19 yy’ın son çeyreğine girilirken kapitalizmin içine girdiği ilk en uzun ve derin krizinin gerçekleştiği, Britanya’nın inişe geçtiği yıllarda (hatırlarsak Engels ölümünden biraz önce Avrupa merkezli bir dünya savaşı ihtimalini dile getirmişti) Dünya’yı, özellikle de Avrupa’yı, failleri genellikle (bugünkü nihilist cihatçılarla karşılaştırılabilecek) anarşistler arasından seçilen yoğun bir terör dalgası sarmıştı. L.Amerika’dan, K.Amerika’ya, Avrupa’ya kadar (aralarında devlet başkanları- mesela ABD başkanı- imparatorların, 2.Abdülhamid’de bir saldırıdan kılpayı kurtulmuştu, savaş karşıtı sosyalistler -Jean Jaures- vardı) bir çok siyasal figür bu saldırıların kurbanı olmuş, nihayet Saraybosna’daki suikast, 1.D.Savaşı’nı tetiklemişti (1). O suikastı yapanın İngiliz ajanı olduğu ve başka benzer eylemler için de kullanılmış olduğu sonradan anlaşılmıştı. Bu seri suikast ve terör olaylarının çoğu emperyalist güçler arasındaki güç mücadelesiyle alakalıydı. Bir çoğuna Britanya tarafından, düşmanlara, kendi kontrolünden çıkma eğilimindeki “dostlar”a uyarı yapmak, ayar vermek, “yanlıştan döndürmek”, önlem almak gibi işlevler yüklenmiş olduğu biliniyor.
Zannediyorum, şimdi Avrupa yeniden bir terör dalgası içine sokulmak istenmektedir. Zaten bu bir çoğu Avrupa ülkesi yurttaşı olan cihatçıların savaş alanlarından ülkelerine dönerken oraya barış götürmeyeceklerini tahmin etmek zor değildir. Muhtemel terör dalgasının failleri bu figürler olacaktır(1)
Sanki Avrupa hem Orta Doğu’daki hem de Ukrayna coğrafyasındaki emperyalist operasyonlarda, siyasal olarak, anglo-amerikan hegemonyasının kontrolünden çıkmaması için terörize edilmek isteniyor. Bu yeni soğuk savaşta, siyasal islamın eski soğuk savaştakine nazaran emperyalist işlevi takviye edilmektedir. Önceki soğuk savaşta zorunlu olarak, SSCB’nin Afganistan’a müdahalesine kadar, nispeten barışçıl şekilde kullanılmış siyasal islam, artık emperyalizmin kılıcı işlevini görmektedir. Hatırlayalım, ABD, “BOP” düğmesine bastığında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerde islamcı terörü kullanmıştı. İstanbul patlamalarını hatırlayalım. Bu terör, emperyalist operasyonlar adına meşruiyet ve dolayısıyla emperyalistlerle ittifak yapılmasına teşvik edecek bir araç gibi kurgulanmıştı.
Bu son katliamın cumhurbaşkanı Hollande’ın 5 Ocak’ta basında çıkan iki saatlik röportajında, Rusya’nın Ukrayna’nın doğusunu topraklarına ilave etmek gibi niyeti olduğuna inanmadığını, bu yüzden bu ülkeye karşı yaptırımların yanlış olduğunu ima etmesi, yaptırımların hafifletilmesini talep edeceğinin işaretlerini vermesiyle de alakalı olabilir. Özellikle Rusya’nın Fransa’daki milyarlarca avroyu bulan askeri siparişlerini iptal etmesi, ithalatını kesmesi ekonomik zorluk içindeki Fransa’yı olumsuz etkilemişti. Yine bu ayın 15’inde Kazakistan’da D.Ukrayna sorununu görüşmek için Putin ve Poroşenko bir araya gelecekler. Hollande bu toplantıya Almanya ile birlikte katkı yapmak için katılacaklarını belirtmiş, Almanya ise ABD’nin tepkisini dikkate alarak Almanya’nın henüz katılmak konusunda kesin bir kararının olmadığını söylemişti. Tabii bütün bu çıkışlardan ABD’nin rahatsızlık duyduğunu tahmin etmek zor değil.
ABD ve İngiltere Rusya’ya karşı yeni bir soğuk savaş istiyorlar. Bunu görmek lazım. Yeni bir soğuk savaşın başlatıldığı bir zamanda NATO blokunda çatlağa izin verilmeyeceği açıktır. Fransa’nın tıpkı Almanya gibi ufak ufak da olsa kendi başına inisiyatif alma girişimleri olduğunu görüyoruz. Bu eğilimin anglo-amerikanları rahatsız ettiğinden kuşku duymamak gerekir. Geçiştirilmeye çalışılan son “Sultanahmet olayı” da Putin’le anlaşma yapan AKP hükümetine ufak bir uyarı olabilir mi?
Bir başka konu, yine hatırlayacak olursak, Sarkozy’nin aday olduğu son başkanlık seçimleri sırasında Cezayir asıllı Muhammed Merah adında bir islamcı terörist, Toulouse’da, 7 yahudinin ölümüyle sonuçlanan bir terör saldırısı düzenlemişti. Yine bugünkü gibi rehin almalar, kuşatmalar olmuş, sonra terörist çocuk çatışmada öldürülmüştü (Aynı şekilde bu son saldırının faillerinin de kuşatılmış oldukları halde fiziken tasfiye edilmiş olmaları kuşku vericidir. İki olay arasında bariz bir benzerlikler var. Muhammed Merah’ın Sarkozy’nin başkanlığı döneminde Fransız istihbaratı tarafından kullanıldığı Fransız basınında epey yer tutmuştu (Fransız FBI’ı olan DST’nin o zamanki başkanı, Merah’ın Fransız istihbaratı tarafından cihatçıların arasına sokulmuş bir ajan olduğunu itiraf etmişti). Sarkozy’nin bu saldırıyı, yabancı düşmanlığına dayanan kampanyasını desteklemek için tertiplemiş olduğu iddia edilmişti.
Bunları söylüyorum çünkü yeni bir dünyanın ortaya çıkma sancılarının çekildiği şu yıllarda, yaşadığımız dünyanın siyasal ilişkiler bakımından yeniden aşırı derecede karmaşıklaştığını, bu bakımdan, olayların dışarıdan göründükleri gibi olamayabileceklerine dikkat çekmek istiyorum.
Mesela bu son saldırıyı videodan izlerken, katillerin binadan dışarıya çıktıklarında çok rahat hareket ettikleri izlenimi edindim. Teröristlerden birisi, yaralı polisi hiç acele etmeden, rahat bir şekilde öldürüyor. Ve sonra diğer teröristle arabaya binip olay yerinden uzaklaşıyor. Sıkışık trafiği malum Paris caddelerinde kovalamaca oyunu başlıyor. Sanki film çevriliyor, onlar da rollerini oynuyor. Bence bu iki kişilik bir iş olamaz. Haberlerden terörist Qureshi’lerden bir tanesinin cihatçı olduğu için Fransa’da bir kaç yıl önce hapsedilmiş olduğunu, polis tarafından sürekli izlendiğini de öğreniyoruz. Yine olayla ilgili olarak aranan kadın terörist Bumedyen’in Türkiye ve Fransız hükümetlerinin bilgisi ve kontrolü dahilinde hareket etmekte olduğu da ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan da Hebdo olayının Toulouse’daki Merah vak’asıyla benzerliği var.
Tabii aynı kentte daha önce katledilen üç Kürt hanım militanın da (muhtemelen Öcalan’ın “yakınması” üzerine MİT ve Fransız istihbaratının (tabii bu ikisi varsa, CİA da, MOSSAD’da vardır) organize ettiklerine şüphe olmayan bir tertibe kurban gittiklerini de biliyoruz. Başka ülkelere karşı böyle alçakça bir emperyalist bir projenin teptipçilerinin kendi içlerinde de gırtlağa kadar pisliğe batmamaları mümkün değildir.
Evet araştırmıyoruz. Solcularımız portal yarışında, hepsinde, artık bütün İstanbul’u “restaurant” adı altında kuşatan büfelerdeki gibi aynı menü. Ne bir eksik, ne bir fazla.
Laf lafı açıyor. Şu K.Kore ve Sony Pictures meselesi mesela, Sony, senaryosunda başkan Kim’e yapılacak bir suikastı içeren K.Kore karşıtı bir film çektiriyor. İddia, K.Kore’nin bunun üzerine Sony’e siber bir saldırı düzenlemiş olduğu. Bu haberle ilgili olarak bir araştırmacı gazetecilik örneğine, hele hele soldan bir araştırmaya rastladığımı hatırlamıyorum. Olmuşsa, tebrik ederim.
Bu meselede, benim dikkatimi çekenler, Sony Pictures’ın anglo-amerikan oligarşisinin ve tabii hem Pentagon ve hem CIA’nin yan kuruluşlarından RAND Corporation ile bağlantısıdır. Bu zaten biliniyor. Holivut üzerinde bu söz konusu kuruluşun ne kadar etkili olduğu, hazırlattığı ve filme çektirdiği senaryolar dolayısıyla malum. Hangi oyuncuların oynayacağına dahi müdahale ettiği iddiaları Amerikan medyasında bir çok kez işlenmiştir. Bir de Sony Pictures’ın eşbaşkanı var, adı Amy Pascal. ABD yurttaşı. Amy’nin babası Rand Corporation’ın baş ekonomistlerindendi. Bu bahsi de, K.Kore’nin bütün internet bağlantısını Çin üzerinden ve Çin sayesinde gerçekleştirmekte olduğunu hatırlatarak bitirelim. Yani mesele basitçe K.Kore değildi herhalde.
NOTLAR:
1) Bu suikastın B. Britanya’nın talebiyle, Fransa’nın bilgisi dahilinde, Sırp hükümeti ve Rusya tarafından ayarlanmış olduğunda çoğu tarihçi hemfikir. Hatta Londra’da, Paris’te, St.Petersburg’da bir çok siyasetçinin, kapitalistin bu suikastten günler öncesinden haberli oldukları, birbirlerine ve gazetecilere daha olay cereyan etmeden bir kaç gün önce “Saraybosna’dan bir haber var mı?” diye sorduklarını tarihler kaydediyor. Bu arada katil Dimitriyeviç daha önce de, 1903 yılında Sırbistan kralı ve kraliçesine karşı başarılı bir suikast girişiminde bulunmuştu. Dünya genelinde, 1894-1913 yılları arasında, en az 20 siyasal figür suikaste kurban gidiyor. Suikastlerin tetikçileri genel olarak Rus ve İtalyan anarşistleri.
2) Geçen yıl Verso’dan çıkan Arun Kundnani’nin “The Muslims Are Coming !” başlıklı kitabında, yalnız İngiltere’de, en az 8 bin civarında El Kaide sempatizanı olduğunun tahmin edildiği, üç yüz civarında 15 yaşın altında çocuğun terörist olabilecekleri şüphesiyle izlendiği kaydediliyor. Yine aynı kitapta İngiltere’deki iç güvenlik-istihbarat örgütü MI5’in son beş yılda personel sayısını ikiye katlamış olduğu belirtilmektedir. ABD’de, en az yüz bin müslüman kökenli yurttaş islami terörle ilişkili olabilecekleri kanısıyla FBI tarafından izlenmektedir.
Kapitalist-emperyalizmin global ölçekte sebep olduğu büyük eşitsizlikler, baskılar, ayrımcılıklar, ucuz, yedek işgücü talepleri ve göçler bu çocukların köksüzleşmesinde ve terörden medet ummasında etken olmuştur. Walter Benjamin bir yazsısında, ezilmişliğin, ve ezilmişlerin bulunduğu yerde, teyakkuz hali kuraldır diyordu. Tabii bizim için, marksist-leninistler bakımından bu nüfus değerli olanaklar anlamına da gelmelidir. Bugün artık B.Avrupa’da işci sınıfı hareketi, malum tarihsel referanslarının da etkisiyle iyice sağa savrulmuş, yeni emperyalist durumu analiz etme etme, kavrama kapasitesinden de genel olarak yoksundur. B.Avrupa’da henüz gayet marjinal olsalar da, bilimsel sosyalist gelenek göçmen nüfus arasında ilgi görüyor. Devrimci sol Avrupa’nın bu nüfusun büyük katkılarıyla ortaya çıkacağını söylemek yanlış olmaz. Marksizm-leninizm daha önce de Batı coğrafyasında bu göçmenlerin, ya da “gettolar”ın eşsiz katkısından çok istifade etmişti. Lenin, “işçi aristokrasisi” olgusu karşısında, söz konusu kesimlerin ağırlıklı olarak yer aldıkları sınıfın en alt unsuruna dayanmayı öneriyordu.
3)Bu olayla ilgili olarak www.haber.sol.org.tr sitesinde Ahmet Çınar tarafından 8 Ocak 2015 tarihinde yazılmış makaleyi herkesin okumasını salık veriyorum.