Burada her zaman izlediğim bir yöntem, iç siyasal gelişmelerleri, dış siyasal gelişmelerden, Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslararası bağlamdan koparmadan analiz etmeye çalışmak olmuştur. Yine aynı yöntemi izleyerek, özellikle de Rusya’dan hareketle Türkiye’deki son gelişmelere bakalım.
Daha önceki yazımda belirtmiş olduğum gibi, Rusya için bugünkü gelişmeler kaçınılmazdı. Rusya Batı emperyalizmiyle barış içinde bir arada, dün olduğu gibi, bugün de yaşayamaz. Veyahut yaşar ama 1989’dan itibaren olduğu gibi, teslim olarak, kendisini inkar ederek. O hali daha da sefilleştirip, yok olup giderek. Rusya bir kez daha Batı tarafından gafil avlandı.
Aslında bütün bu olanlar göstere göstere daha çözülmenin başladığı 1989’da, ABD’nin Rusya’nın etrafına NATO’yu yerleştirmeme vaadini yerine getirmemesiyle başlamıştı.Getirmeyeceği de belliydi. Bir kez onun inisiyatifinde onunla masaya oturmaya razı oldunuz mu, emperyalistler söz vermezler, buyurular (Niye Yalta’da aynısını yapamadılar?). Rusya, SSCB döneminde en üst düzeyde görevlere kadar yükselmiş, ama aynı zamanda sosyalizmden, SSCB’den nefret eden, SSCB’nin yıkılması karşılığında her mihneti kabul etmeye hazır yöneticilerin büyük çabalarıyla bugüne geldi. Bu geliş dünden belli olan bir gelişti. Sürpriz olarak görülmemelidir.
Tabii Rusya’nın bugün hedef olarak alınmasının önemli bir başka gerekçesi var. Kapitalist dünya tarihine baktığımızda, onun hegemonik gücünü temsil eden ülkeler veya imparatorluklar inişe geçmeye başladıklarında, kendi yerlerine aday olması muhtemel rakip ülkeyi ya da ülkeleri engellemek istemişlerdir. Mesela Almanya Bismarck devriyle birlikte büyük bir bilimsel-teknik ve sanayileşme atılımı içine girmiş, 20 yy başında endüstride, bilimsel araştırmalarda İngiltere’yi ikinci plana atmıştı. Bu hızlı sanayileşmeyi destekleyecek hammade kaynakları ve ürettiği ürünler için pazar ihtiyacını karşılamak için sömürge ve yarı-sömürgeler elde etmeye başlamıştı. Almanya, İngiltere’nin hegemonik tahtını tehdit etmeye başlamıştı. İngiltere’nin en önemli stratejik hedef ülkesi haline gelmişti. Rusya, Çin ve Japonya ile ilgili İngiliz jeo-ekonomi-politik hesapları bu İngiliz-Alman rekabeti ekseninde anlaşılabilir. Ya Almanya ya da İngiltere geri çekilmek zorundaydı. İki dünya savaşını bu açıdan okumak gerekir.
Aynı şekilde bugün Çin, büyük bir sanayileşme atılımı içersine girmiş, ucuz Çin sanayi ürünleri dünya pazarlarına hakim olmuştur. Çin, gelişmesi için ihtiyaç duyduğu hammaddeleri temin edeceği ülkeler ve ürettiği ürünler için pazarlar bulma konusunda da büyük hamleler yapmıştır. Yapmaya devam ediyor. Dış ticaret fazlasıyla başta ABD olmak üzere bir çok gelişmiş ülkeyi kendisine borçlu hale getirmiş, o ülkelerin ekonomik refahı bakımından Çin çok stratejik bir konuma yerleşmiştir. Bu şartlarda, inişteki ABD hegemonyası bakımından başlıca rakip güç olarak Çin’i bulunduğu coğrafyaya hapsetmek, Rusya’yı etkisiz hale getirmeden olanaklı değildir.
Öte yandan, yeniden tarih sahnesindeki yerini almak isteyen Almanya, tekrar Avrupa’yı ekonomik olarak kolonileştirmeye başlamıştır. Daha önce kaldığı yerden, global siyasal hesaplarını yeniden gözden geçirmektedir. Merkel, iktidarının erken döneminde önce Putin yönetimiyle yakınlaşıp, AB’yi bypass ederek bir çok önemli “ikili antlaşma” imzalamış, fakat anglo-amerikan diplomasisi “Ukrayna sorunu” nu yaratarak Almanya’yı kendi yanına ve kontrolü altına çekmek adına hamle yapmıştır.
Unutmayalım, “Ukrayna devleti” 1.Dünya savaşının sonlarına doğru Alman genelkurmayı tarafından Rusya’ya karşı mücadelede taktik bir araç olarak yaratılmış, devrimden hemen sonra Lenin buna Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti ile yanıt vermişti. Ukrayna, Almanya için güneyden, Karadeniz, Kafkaslar, Hazar coğrafyasının; kuzeyden, Baltık bölgesinin giriş kapısıdır. Yükselen Almanya kaçınılmaz olarak Ukrayna’yı hatırlamıştır.
Bir başka dünya savaşı ihmal edilemeyecek bir olasılıktır. Bu savaşın Orta Doğu ve veya Çin coğrafyasında patlama olasılığı düşüktür. Bir kez daha Avrupa coğrafyasından çıkma olasılığı yüksektir. “Ukrayna sorunu”, SSCB’nin çözülmesi sonrasında dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük savaş tehditi anlamına gelmektedir.
EMPERYALİST “SOL KUŞATMA”
Sosyalizme olan inancını kaybetmiş Sovyet devlet erkanından söz ederken, kast ettiğim sadece Gorbaçov devri idarecileri değil, 1956’daki 20.Kongre kararları, (Ne 56’nın ne de 89’un belli bir stratejisi vardı. Sonraki dönemlerin zorluğunu bu stratejisiz değişim ya da geri çark yöntemi çok büyük ölçüde arttırmıştır) esasen proletarya diktatörlüğünden, sosyalizmden çarkın ilanıydı. Restorasyon demek mümkün. Suslov-Kosigin-Brejnev ekibinin bu restorasyon sürecinin hızını düşürme çabası bir stratejiden yoksundu. İçeride, “tüm halkın devleti”; dışarıda, “kapitalist olmayan yol” , (Leninist anlamından boşaltılmış) “barış içinde bir arada yaşama” bu restorasyonun siyasal ifadeleri, veya karşı-devrimin yol işaretleri olarak görülmek gerekir (SSCB’nin 1975’de Helsinki Kararları altına attığı imzayı, bir çok bakımdan bizim Tanzimat Fermanı’nı ilan etmemize benzetebiliriz. Yine yol açtığı sonuçlar itibarıyla bizim için bir ikinci Tanzimat anlamına gelen Kopenhag Kriterleri’nin kabul edilmesiyle de kıyaslamak mümkün. Reagan-Gorbaçov, daha sonra Malta’daki Bush-Gorbaçov antlaşmalarının temelinin pekala Helsinki’de atılmış olduğunu söyleyebiliriz. Helsinki sosyalist sistemin düşüşünü hızlandırmıştır. Emperyalistlerin, “barış, demokrasi, İnsan hakları” ideolojileri altında yaptıkları dayatmaya teslim olunmuştur. Görüyor musunuz tarih nasıl devam ediyor?).
“Barış içinde bir arada yaşama” politikası, Sovyet yöneticilerinin savaş korkularını bastırmak için kendi kendilerini kandırarak rahatlamaya çalıştıkları bir yalandı ( Bir kapitalist ülkede dahi burjuvazi için sınıf çıkarları parti ve devlet çıkarlarına baskındır. Proletarya ve burjuvazi çatışmadan bir arada yaşayamazlar. En demokratik geçinen kapitalist ülkelerde dahi proletarya hareketi güçlenmeye başladığında, mevziler kazandığında neler olabildiğini biliyoruz.Burjuvazi hemen demokrasi karşıtlığına soyunur.Burjuvazi konumunu tahkim ettiğinde de, proletaryaya ayrılan demokratik alan daralır).
Yine bu altmışlı yılların ikinci yarısından itibaren dünya kapitalizminin kriz, stagnasyon şartlarına girmesi, Küba, Vietnam, Laos, Kamboçya gibi ülkelerde SSCB’nin desteğinde yeni sosyalist ülkelerin ortaya çıkması, çıkacağının işaretlerinin gelmesi (tabii bu iki faktör arasında bir ilişki olduğunu ihmal etmeyelim), Orta Doğu’daki ilerici gelişmeler,İsrail’in güvenliği gibi sorunlar, ABD’nin kuşatma siyasetine sosyalist ideolojiyi de dahil etmesine neden oldu.
1968 VE MARKSİZM-LENİNİZMİN SOLDAN KUŞATILMASI
Bu yeni “sol” kuşatma, 20 yy’ın erken zamanlarındaki sosyal reformist veya 2.Enternasyonal reformizmi müdahalesinden sol içeriği itibarıyla farklıydı. Dahası, onları da hedef alıyordu.Bildik komünist ve sosyal demokrat marksizmi radikal olmamakla suçluyor. Çoğul, “modern” partiküler sorun alanlarına referans verip, bireyin var oluş kaygusunu merkeze koyarak, parçalı, özerk ya da konfedere radikalizm biçimlerini olumluyordu. Batı’da sanayi devrimiyle birlikte ivme kazanan romantik tepkilerle benzerlikler taşıyan bir konumdu bu.
Özgürlükçü kültüralist vurguları içinde gerici bir siyasal savrulmayla sonuçlanmıştır .Yeni-muhafazkârlık bu mezbeleden çıkmıştır. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın bir çok başka yerinde söz konusu kuşağın ya da o kuşağın fikirlerinin taşıyıcısı olan sonraki kuşakların gerici, anti-seküler, anti-kamusalcı, “çevreci” hamaset altında sanayi karşıtı siyasetlerle uzlaşmaları, bu geçmişe bakıldığında tutarlılık arz ediyor. Daha doğrusu bu kökenler görülmeden sözünü ettiğim gerici uzlaşma iyi anlaşılamaz.
Türkiye’de solcu ya da liberal kökenli bir takım aydınların gerici AKP rejimiyle işbirliği yapmasıyla ilgili olarak yapılan eleştirilerde, uluslararası bağlam, yani Türkiye’nin müttefiki olduğu emperyalist bağlam ihmal edilmemelidir. Bu bağlam sadece siyasal değildir, ideolojik ve entelektüel boyutları, etkileri de vardır. Türkiye’de yaşadığımıza benzer bir entelektüel vak’a aynı bağlamda yer alan diğer ülkelerde de yaşanıyor. Bunu tespit etmek lazım. Olumlu ve olumsuz boyutlarıyla 68 olayı da böyledir. Bu bağlantıyı iyi görmek gerekir. Metodolojik olarak senkronize bir bakışa sahip olmayı öğrenmeliyiz. Yani Türkiye’de şu da bu olay gerçekleşirken, onun yer aldığı uluslararası bağlamda olup biteni dikkate alan bir bakışa ihtiyacımız var.
Türkiye’de de islamcı fanatizmi, “vicdan özgürlüğü” kaygusuyla teşvik eden, büyük ya da “ezen millet” etnisizmini reddetmek adına, “ezilen millet” etnisizmini ikame eden “özgürlük ve dayanışma” cı anlayış da kendi tarihsel kariyeri içinde tutarlı hareket etmiştir. İşte emperyalist siyaset ta başından bu entelektüel egzersizlere müdahil olarak onları kendi siyasal çıkarları doğrultusunda kullanmış,yönlendirmiş, manipüle etmiştir.
1968 Batı’da, SSCB’yi ve mevcut “reel sosyalist” dünyayı ideolojik olarak soldan kuşatma amacına hizmet etmiştir. “Reel sosyalizm” eleştirisi görünümünde, marksizm-leninizmin itibarsızlaştırılma girişimlerine zemin hazırlamıştır. Dikkat edilsin, “68’i ABD yaratmıştı” demiyorum. Emperyalistler böyle işlerle uğraşmazlar. Gayet iyi niyetli, samimi insanların başlattıkları girişimlere müdahil olarak onları hem manipüle ederek hem teşvik ederek yönlendirirler. Onların başlangıçta amaçladıklarından çok farklı mecralara sürüklenmesini sağlarlar. Anglo-sakson emperyalizmi söz konusu olduğunda, bunun onun tarihi kadar eski bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz.
Mesela, ABD’nin kendisinden bağımsızlığını hazmedemeyen kolonyalist Britanya, iç savaş dahil her yolla onu çelmelemeye, tekrar kendisine tabi hale getirmeye çalışmıştı. Bu çerçevede, mesela, Joseph Smith adlı bir meczubun marjinal, etkisi yüzlerce kişiyle sınırlı dinsel tarikatı olan Mormonluğu avucuna alıp, destekleyerek, onu yeni anlamlar yüklenmesi konusunda teşvik ederek, kurucusunun hayal bile edemeyeceği etkiye sahip olmasını sağladı. Mormonluk her zaman ABD’de gericiliğin, köleciliğin, ırkçılığın, cinsiyet ayrımcılığının yandaşı; birliğin, laikliğin, demokrasinin, emekçilerin düşmanı oldu. Yani Mormonluk İngiltere tarafından kurulmadı ama onun desteği ve manipülasyonuyla hiç düşünmediği bir boyuta ulaştı, farklı bir anlam kazandı.
ANGLO-AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN İDEOLOJİK SAVAŞ ARACI OLARAK “SOL-KOMÜNİZM”.
İngiltere söz konusu olduğunda, soldan kuşatma stratejisini uygulamakta ne kadar ustalaşmış olduğu bilinir. Bakunin hareketinin İngilizler tarafından Marksizme karşı nasıl kullanıldığı malumdur. (Bakunin’in 1.Enternasyonal’e karşı konumu ile Trotsky’nin 3.Enternasyonal karşısındaki konumu arasında pekala koşutluk vardır. Her iki konum da İngiltere’nin işine yaramıştır). Yine mesela, Marks ve Engles’in ülkesi Almanya’da işçi sınıfı hareketi sıhhat belirtileri taşıyorken, Bismarck yasaklarıyla İngiltere’ye sürgüne gelen o zamanki bazı sosyal demokrat liderler, örnekse, Bernstein, Kautsky, revizyonizm ve oportünizm malzemesini bu ülkeden derlediler demek yanlış olmayacaktır. Her ikisi de Fabian Okulu’nun etkisinde kaldılar. Bernstein ve Kautsky arasındaki fikir ayrılığı da bizi yanıltmasın.
Kautsky, sosyalizme tedrici, evrimci, kendi tabiriyle “medeni” bir şekilde geçilmesi konusunda, yani “sosyal devrim” konusunda Bernstein gibi düşünüyordu. Doğrusu oydu. Gelgelelim, Almanya’da demokrasi, İngiltere’deki kadar gelişmiş değildi. Yasaklar, engeller vardı. Almanya’da evrimci geçiş koşullarını hazırlamak için bir “siyasal devrim” e, ya da burjuva demokratik devrime gerek vardı (Bir marksist-leninist, “burjuva demokratik devrim” ya da “milli demokratik devrim” lafını duydu mu, bunun kendisi için bir alarm olması gerektiğini bilmelidir. Bu aşamalı anlayışın, proleter devrimciler arasında “burjuva devrimci” eğilimleri ve giderek proletarya davasından çarkı teşvik ettiğini hep düşünmüşümdür) . Bu siyasal devrim olmadan, tedrici bir sosyal devrim gerçekleşemezdi. Kısacası, 2.Enternasyonal reformizminin fikri temelleri Londra’da atılmıştı.
Bu arada yine Trotskizmin en işbirlikçi, en gerici, en alçak haliyle faaliyet gösterdiği iki ülke İngiltere ve ABD’dir. Bu basit bir tesadüf değildir. Siyasal kuşatma gibi, ideolojik kuşatma da tarihsel bir olgudur. Yeni-muhafazkar (neo-con) akımın mensuplarının önemli bir kısmı bu “eski” trotskistlerden oluşur. Bunların ilk kuşakları daha 1930’lardan itibaren şöyle bir eşitliğin çözümsüzlüğü içine hapsolmuşlardı : trotkizm=anti-stalinizm=anti-sovyetizm=anti-komünizm. Yeni-muhafazarlığa eşsiz trotskist katkı bu denkliğe hapsolmanın neticesi olarak görülebilir.
ABD ve İngiltere nasıl sermayenin merkezi ülkeleriyse, ideolojik bakımdan da merkezi rolü olan ülkelerdir. Trotskizm tarihsel olarak emperyalist merkezlerde nispeten güçlüyken, Doğu’da, Asya’da, L.Amerika’da, Afrika’da esamesi dahi okunmuyor. Öyle değil mi?
68’de benzer şekilde, Batılı aydınların değişik adlar altında radikal çıkış arayışı, hemen hemen ortak çıkış ve ortak varış noktaları itibarıyla marksizm-leninizme karşı eylemli bir manifestoya dönüştü. Maoizm, trotskizm,”yeni sol” gibi aslında birbirlerine karşıymış gibi görünen akımların ortak çıkış noktalarıyla, ortak bir noktada buluştukları görüldü : “anti-sovyetizm”. Bu yeni anti-sovyetizm marksizmi bir akademik, entelektüel ilgi alanı veya uğraş olarak gören küçük burjuva “marksist” figürlerin elinde, kaba anti-komünizmin “sol” söylemle inceltilmiş haliydi.
Çekoslavakya’ya Sovyet müdahalesinin 1968’in bu anti-sovyetik boyutunu berkittiği hep söylenir. Ancak sol gelişmeyi tehlikeli bulduğu her yere müdahale etmekten kaçınmayan emperyalist ittifak veya NATO bloğunun bu bakımdan bir inandırıcılığının olduğu söylenebilir mi? Mesela ülkemizde sol hareket gelişme emareleri gösterdiği andan itibaren devreye sokulmuş her askeri darbeyi herhalde bir NATO müdahalesi olarak görmek kadar isabetli bir şey olamaz. Bu arada Çekoslavakya demişken, Paris’te 68 Mayıs’ında SSCB’nin Fransız Komünist Partisi’ni yatıştırıcı olarak kullanması, bize SSCB’nin neden çöktüğü konusunda da fikir veriyor. Halbuki FKP’ye bağlı CGT’li büyük işçi nüfusunun genel grev ve ayaklanmayla 68’e destek vermesi (sınıfın böyle bir talebi vardı), ayaklanmanın komünist bir renk kazanmasına yol açacak, aynı zamanda, muhtemelen NATO ordularının Paris’e girmesiyle sonuçlanacaktı. NATO’nun bunun için hazırlık yapmış olduğu çok yazıldı, söylendi. Zaten hem Varşova hem de NATO antlaşmalarında böyle bir müdahale maddesi vardı.
Pekiy, Sovyetler eleştirilmeyecek miydi? Eleştirilecekti, ama bu marksizm-leninizmin kavramlarıyla, devrimci metoduyla yapılması gereken, kesinlikle dünya proletarya hareketinden, siyasetinden kopmaması gereken bir eleştiri olabilirdi. Sosyalizm kuruculuğunun tanım itibarıyla reel bir olgu olduğundan hareket eden bir eleştiri kabul edilebilirdi. Ve bu eleştiri ne olursa olsun, SSCB ve sosyalist dünyanın bekasını gözü gibi sakınmak zorundaydı. Sosyalist dünyayı yıkarak kurmayı değil, içinden güçlendirerek yapılandırmayı esas alan yapıcı bir strateji izlenmeliydi. Sosyalist dünyayı ilerletmek, emperyalizmle mücadeleyi (emperyalizm kavramının reel sosyal açılımı uluslararası çapta yoğunlamış sınıf savaşlarına referans verir) sıkılaştırmak, ondan en ufak bir taviz vermemekle mümkün olabilirdi. Yoksa, devrimlere karşı olan liberal görüş açısından değil. Ana çelişkinin sosyalist dünya sistemi ve emperyalizm arasında olduğunu unutmamak gerekiyordu. Bu ana çelişki uluslararası çapta emek-sermaye çelişkisine tekabül ediyordu. “Radikal demokrasi” veya “yeni sol” demeyi tercih edeceğim akımlar, esas olarak, bu çelişkinin inkarından çıktı.
Haydi teorik izahlardan vazgeçelim, SSCB’nin bekasının ampirik (hep söylediğim gibi ampirist olmadan ampirik olmasını bileceğiz) olarak bir gereklilik olduğunu yadsımak olanaklı değildir. Evet, sosyalist dünya sistemi “tek ülkede” sosyalizm şartlarında ortaya çıkmıştır. 20yy’ın bütün sosyalist, sosyalist tandanslı, bizim ulusal kurtuluş devrimi de dahil, bütün “ulusal kurtuluş devrimleri”, demokratik devrimleri, “anti-feodal” devrimleri, artık başka nasıl adlandıracaksak, hepsi SSCB’nin başını çektiği sosyalist sistemin var olduğu koşullarda gerçekleşmiştir. Tabii buna Batı’daki “sosyal-demokrasi” ya da “refah devleti” deneyimlerini de dahil etmek gerekiyor. Bugün sosyalist dünya yok, “sosyal-demokratik dünya” da yok.
Sosyalist dünya sistemi göçeli 25 yıl oluyor, dünyanın bir yerinde bir devrim olduğunu henüz duymadık. Tersine karşı-devrimlere tanık olduk, oluyoruz. Öyle değil mi? Sosyal-demokrasiden vazgeçtik, liberal demokrasi de erozyona uğradı. 1989 karşı-devrimi bizi 1789’un gerisine doğru savuruyor. Hatırlanacağı gibi, bir çok dönek ve gerici yazar, 1989’u sadece 1917’nin değil, 1789’un da rövanşı olarak görmüş ve bu açıdan övmüştü (Laf lafı açıyor, Goebbels Alman Devrimi adlı yapıtında, 1789 yılının kendileri tarafından tarihten silineceğini söylüyordu. Naziler de, diğer emperyalistler gibi, 1917’ye saldırmadan 1789’u tarihten silmenin mümkün olamayacağını görüyordu).
Geçmişte hızlı solculuk, “demokratik sosyalist”lik taslayarak anti-sovyetizm yapanların bugün nerelere savrulmuş olduklarına, nasıl bir pisliğin içinde debelendiklerine bakınız. Sadece o kampanyayı yürüten ülkelere değil, siyasal gruplara, örgütlere, yayınlara bakınız.
Demek ki, böyle çelişkiler hiyerarşisi kurarak konuşacaksak, temel çelişki, o zaman, iki dünya sistemi arasındaymış. Bu emperyalizm ve sosyalizm arasında cerayan eden çatışmada taraf olmak gerekiyordu. “Ne biri ne öteki” diyenlerin birincisinin emellerine hizmet etmiş olduklarını da bugün sonuca bakarak, ampirik bir gerçeklik olarak tespit ediyoruz.
Dahası, bu tavrı “farklı sosyalist çizgi” ya da “revizyonist olmayan yol” olarak sunanların da SSCB’nin yıkıntıları altında kaldıklarına tanık olduk. Yani izledikleri “gerçek sosyalist yol”, kendilerini de sonlarına götüren yol oldu. Emperyalizmin sosyalizm kuşatmasına hizmet ettiklerinin farkında dahi değillerdi. Ya da SSCB’nin kendilerine görünen gücü karşısında rejimlerinin geleceğinden o kadar emindiler. SSCB sayesinde varlıklarını sürdürebildiklerini kabullenemeyecek kadar egoları tarafından kör edilmişlerdi. Daha yakınlarda cereyan etmiş büyük savaşta SSCB’nin dünyayı ipten almış olduğu gerçeğini, dolayısıyla SSCB”nin önemini idrak edemiyorlardı. Bunları bu sosyalistlerin inkarlarının sosyalist dünya sisteminin göçürülmesinde, bu ülkelere karşı emperyalist saldırının meşrulaştırılmasında, sol kamuoyu içinde taban bulmasında çok önemli bir yeri olduğu için ısrarla söylüyorum. Yine, bu konumun bütün saikleri, boyutlarıyla birlikte tarihsel ve sınıfsal olduğunun altını çizmek istiyorum.
Bunu, ülkemizden canlı bir örneğe, artık kurucuları tarafından da açıkça ilan edilen, bir emperyalist proje olarak AKP ve soldan destekçileri arasındaki işbirliğine benzetebiliriz. Bu kadar kör ve kirli bir çabaydı yani. Bir kaç yıldan beri şöyle bir düşünceye sahibim: Emperyalist blokta yer alan ülkeler, büyük siyasal hamleler,operasyonlar yapmayı planladıkları vakit, entelektüel çevrelerden destek arayışı içine giriyorlar. Mevcut aktif organik aydın tipinin dışında, sosyalist soldan ya da sol liberalerden entelektüellerin katkısına gereksiniyorlar. Bizim döneklik dediğimiz vak’alar da bu dönemlerde artıyor.
Bu sadece AKP devrinde Türkiye’de olmadı. Geçen yıl, ya da daha önce okumuş olduğum iki Fransız yazar, Vernet ve Frachon’un L’Amérique Messianique’i benim için uyarıcı oldu. Yazarlar, neo-conlardan hareketle ABD siyasetini irdelerken, orada sol ve liberal entelektüellerin 2.Savaş sonrasında üç kez aktif olarak kurulu düzen adına siyasete müdahil olduklarını söylüyorlardı : Truman döneminde (soğuk savaş başlatıldı); Kennedy döneminde (Vietnam batağına saplanıldı) ve oğul Bush döneminde (BOP uygulamaya kondu).
Bugün “radikal demokrasi”, “yeni sol” (veya “post-marksizm” ) denilen küçük burjuva radikalizminin temelleri 68’de güçlendirildi. Batılı sanayi toplumlarında, bir zaman Rusya’da narodnizmin,”tolstoyculuk”un oynadığına benzer bir rolü bu akımlar, yine tıpkı Rusya’daki gibi, marksizm-leninizme karşı oynar oldular. Emperyalistler parasal, medyatik, kurumsal olanaklar sağlayarak bu akımları teşvik ettiler, yönlendirdiler. Eh, altını koyan kuralı da koyar, öyle değil mi? Sadece o zamanın Avrupa ve ABD üniversitelerindeki entelektüel faaliyetlere bakmak dahi fikri verici olacaktır.Hiç şüphesiz emperyalistlerin bugün hedef aldıkları bir çok ülkede uygulamaya soktukları “renkli devrimler” in siyasal ve ideolojik malzemesini temin edenler, fonladıkları bu bir çoğu söz konusu “68 ruhu” nun bakiyesi olan gruplar, anlayışlardır.
BATI 68′ İNİN TÜRKİYE’DEKİ YANSIMALARI
O zaman yerleşik, kurumsallaşmış bir işçi sınıfı hareketi geleneği olmayan Türkiye gibi “azgelişmiş” tabir edilen ülkelerde başlangıçta 68, Batı’daki gibi bir seyir izlememiş olsa da, böyle bir işçi sınıfı hareketi geleneğinin oluşturulmasına yönelik girişimlerin, mesela bir çatı girişimi olarak TİP’in ortaya çıkmasıyla birlikte benzer küçük-burjuva radikal, goşist akımlar sahne aldılar. Yönlendirildikleri mecralarda işlevlerini yerine getirdiler.
68 Türkiye’de, köylülük henüz güçlü olduğundan, feodal yapılar yer yer varlığını sürdürdüğünden, ve tabii demokrasinin batılı ülkelere göre gelişmemiş olmasının da etkisiyle Batı ülkelerinde görülenden daha farklı mecralara yöneldi. Türkiye’nin koşullarına benzer koşullara sahip, “ulusal kurtuluş” geleneğinin çok etkili olduğu, L.Amerika ülkelerindeki 68 pratiği özellikle üniversite gençliğini etkilemişti. Maoizmin etkisini anlamak içinse, sadece ülke sosyoljisine referans veren bir açıklama yeterli olmaz. Bu ulusal kurtuluş geleneğiyle de bağlantısını kurmak gerekir.
Yine de, her durumda, kültüralist vurgular ayırt edilebiliyordu(İdris Küçükömer’in böyle bir okunuşu da mümkün. Türkiye’de yeni-muhafazakarlığın idol tiplerinden birisidir. Kesinlikle bir karşı- devrim kuramcısıdır) Ne olursa olsun, hakim görüntü, 68 ruhunun sağlam, tutarlı marksist-leninist kuramsal referanslara sahip olmaması, dahası o çerçeveyi soldan revize etmesiydi. Tabii genellikle olduğu gibi, gidebildiği yere kadar gittilkten sonra sağdan çark başladı.
Avrupa’da bir çok devrimci sol çevrede 70’lerin sonlarına doğru zuhur eden liberal eğilimler, bizde seksenlerin başından itibaren görüldü. Elbette küçük burjuvaziye özgü tipik bir yenilgicilik anlayışıydı. Bizde, giderek ulusalcı ve bundist kulvara yerleşen Kürt hareketinin Türkiye solu üzerindeki olumsuz etkileri bu yenilgicilik anlayışı olmadan anlaşılamaz.
Bütün bunları söylerken, bizi elbette bu faaliyet içindeki öznelerin samimiyetleri değil, izledikleri, ya da kullanılmalarını sağlayan siyaset ilgilendiriyor. Bu siyaset taşıyıcılarının niyeti ne olursa olsun, esas olarak emperyalistlerin marksizm-leninizmi ideolojik olarak da kuşatma stratejisine hizmet ediyordu. Bugün de böyle.
Bu akımların taşıyıcı öznelerinin küçük-burjuva olduğunu ihmal etmeyelim. Bu da olağandır, söz konusu akımlar, modern yaşam koşulları içinde kararsız, geleceği konusunda pesimist, bireysel varoluş sorunuyla meşgul, bocalama içindeki (ülkemiz söz konusu olduğunda bu kırsaldan, kentsele, gelenekselden moderne geçiş sürecindeki özneye referans verir) küçük-burjuva aklına, toplumsal-psikolojik pozisyona hitap ediyordu. Aslında Batı’da bir çok 68 vak’asına baktığımızda, öznelerin önemli bir kısmının sol bir derdinin, yani sosyalist bir projesinin olduğunu söyleyemeyiz. İşin başında bu özellik daha baskındı.
Mesela, Fransa’daki 68 liderlerinden Cohn-Bendit başlangıçta, solcu öğrencilerin üniversite koşulları ve öğrenim müfredatıyla ilgili olarak sol kaygularla harekete geçmesinden etkilenmemiş, ancak biraz sonra üniversite gençliğine tahsis edilmiş küçük apartman daireleriyle ilgili kısıtlayıcı önlemler alınmasıyla birlikte, cinsel olarak istismar ettiği küçük erkek çocuklarıyla bu konutlarda ilişki kurmasına izin verilmemesi üzerine protestolara dahil olmuş, cinsel özgürlük nidalarıyla liderlik seviyesine kadar yükselmişti.
Tekrar etmek gerekirse, 68, Batı’da, çoğunluğu teşkil eden öznelerinin samimi talepleri itibarıyla esas olarak kültürel ve liberalist bir hareketti. Bu bakımdan marksizme-leninizme karşı pozisyon almaları kolay oluyordu. Tabii 68’in bu niteliği, sol rüzgar nispeten dinince, zaman içinde daha da netleşti. Bizde bu zaman biraz daha uzun sürdü. Söz konusu öznelerin çoğunun daha sonra açık olarak liberalizmle buluşmuş olması şaşırtcı değildir. Bir de biliyoruz, marksizm söz konusu olduğunda, soldan giden sağdan dönüyor.
Fransa demişken, 68’deki hareket De Gaulle’ü iktidardan düşürmüştü. Onun siyasal hayatını bitirdi.De Gaulle sağcı, kapitalist-emperyalist ama Fransa’nın anglo-amerikan hegemonyasından kurtulmasına çaba harcayan, bizim 30’lardaki otoriter-korporatist-teknokrat CHP rejimine benzer bir rejimi savunuyordu. Ekonomide devletin ön aldığı bir karma korporatist modele inanıyordu. Soğuk savaşın kızıştığı şartlarda, anglo-amerikan hegemonyası açısından herhalde sevimli bir tip değildi. De Gaulle, ABD’nin Vietnam savaşı şartlarında dolar/altın dengesinin ABD veya dolar lehine (Bretton Woods antlaşmasının şart koştuğu dengeden söz ediyorum) iyice bozulmuş olmasına da çok bozuluyordu. Yani 68’in sonuçları arasında bu da var. Bunu tespit etmem şikayet olarak görülmemelidir. Neticede emperyalistler arasındaki güç ilişkileriyle alakalı bir sonuç.
“LİBERAL SOL” MU, “SOL LİBERALİZM” Mİ?
Geçerken, “liberal sol” deniliyor, yanlıştır. Hatta “liberal sol” nitelemesi, bir çok eleştirmenin ağzından, sanki sosyalist yelpazenin bir bileşeniymiş gibi sunuluyor. Sonra buradan hareketle eleştiriliyor. Olmaz! Sol ve sağ kavramları, nesnel olarak üretim ilişkilerine referans veren sınıf mücadelesi içindeki siyasal konumlara tekabül ediyor. Hem solcu hem liberal olunamaz. Bununla beraber, liberal anlayış içinde, o anlayışın “sol” unu temsil etmesi anlamında, yani liberal ideolojiyi, liberalizmi, onun çerçevesi dışına çıkmadan, ama geleneksel söyleminin ötesine geçerek (Mesela geleneksel bir liberal söylem kurucusu olan Locke’a baktığımızda, modern köleciliği olumladığını görürüz. Öyleyse, “sosyal-darwincilik”i C.Darwin’in üzerine yıkmak hakaniyetle bağdaşmıyor. Sosyal-darwinciliğin köklerinin de liberal ideolojide olduğunu iddia ediyorum. 20yy’da, en inceltilmiş formu içinde bu anlayışın temsilcilerinden birisi, yine bu yüzyılda Anglo-sakson oligarşisinin en sadık “filozof bekçi köpeği” olarak işaret edilmesi gereken Bertrand Russell’dır) kapitalizmin işleyişinden kaynaklanan toplumsal sorunlarla ilgili kayguları bir ölçüde dile getiren bir konum var. Mesela İngiltere’de John Gray’in sözcülüğünü yaptığı, bir ölçüde Isaiah Berlin’in dillendirdiği bir liberal anlayış var. Bu anlayış, liberalizmi sıkı savunur ama onun “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ortodoksisine pek sıcak bakmaz. Öyleyse, bir “sol liberalizm” bu çerçevede kabul edilebilir, ama “liberal sol” olamaz.
Kaldı ki bizde, “liberal solcu” oldukları söylenen tipler de, aslında uluslararası literatürde “yeni-muhafazkâr” olarak adlandırılırlar. Bunların önemli bir kısmı Batı’da olduğu gibi, bizde de “eski solcu” döneklerdir. Bunların çoğunun bildik liberal ideolojiyle de, organik değil, eklektik bir bağlantıları vardır. Laiklik konusundaki eleştirileriyle geleneksel muhafazakar ideolojiye daha yakındırlar. Kamusalcılığa kökten karşı olmalarıyla, liberal ortodoksisiyle örtüşürler. Hepsi açık ya da örtük, dolaylı veya doğrudan bir şekilde emperyalist saldıganlığı olumlarlar. Bunları artık “oportünist”, “revizyonist” gibi sıfatlarla tanımlamak kıfayetsiz olur. Bunlar doğrudan doğruya karşı-devrimcidiler ( Hoş, Haziran ayaklanmasından sonra rejim bakımından işlevselliklerini yitirmişlerdir).
En önemlisi, bu tipler emperyalizmin “bekçi köpekleri” dir. Emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre ideolojik konumlarında ayarlamalar yaparlar. Kullanacakları malzemeyi de emperyalist merkezler temin ederler. Paralarını ödeyen emperyalist merkezlerden gelecek işareteleri aport vaziyetinde beklerler. Hatırlayacak olursak, ta ne zaman, komünist yazar Paul Nizan bu tipleri resmetmişti. Bu tipleri psikolojiden hareketle eleştirmek yanlıştır. Bunlar yaptıkları iş karşılığında belli bir maddi menfaat temin ediyorlar. Bu sayede kendilerine sınıf atlatabilecek olanaklara kavuşuyorlar.
Bu “yeni-muhafazakâr” tanım, Batı’da, özellikle Avrupa’da, 68’in varış noktalarından birisi olmuştur. 68’in sol aleyhine en ağır teorik eleştirisi olarak zuhur eden yapısalcı, post-yapısalcı anlayış, aslında muhafazkar öze sahip, yeni radikalizmin, yeni solun, yeni muhafazakarlığın kuramsal referanslarını oluşturmuştur. Yani bilimsel sosyalizm karşıtlığının yeni görünümlerine düşünsel materyel sağlamıştır.
Bundan başka, Levi-Strauss, J.Lacan ve M.Foucault gibi figürler marksizm karşısında yeni bir küçük burjuva radikalizminin referansları olarak kullanılmışlardır. Soldan sağa geçişte bu fikirler “son istasyon” işlevi görmüşlerdir. Bu yapısalcı konumun marksizmin diyalektik metodolojiyle bir ilişkisi yoktur. Onu da reddeder zaten. Söz konusu figürlerin çalışmaları tamamen yanlıştır demek istemiyorum, yöntemlerinin, özellikle bir çok siyasal çıkarımlarının yanlış olduğunu, çalışmalarının çoğunlukla kendi istekleri hilafına içine sokulduğu gerici politik bağlamın kabul edilemez olduğunu söylüyorum. “Yeni-sağcı”, muhafazakar filozoflara, sosyologlara epey malzeme vermişlerdir. Yoksa, onları özellikle temin ettikleri zengin ham bilgiler, verdikleri tarihsel detaylar, referanslar anlamında önemli buluyorum.
Onların ve farklı konulara vurgularıyla benzeri konumda bulunan diğer fikir insanlarının 68’in esas olarak marksizme karşı kurgulanmış olan “düşünce karşı-devrimi” nin mimarları olduğunu söylüyorum. Batı’da esas olarak kültüralist olan 68 hareketinin teorik çerçevesini, hareket öncesinde hazırlamış, hareket sonrasında oluşmuş entelektüel atmosfer sayesinde olgun bir şekilde geliştirmiş olduklarını düşünüyorum.
Liberal ideolojinin “sol kanadı” na konumlanmanın, bir tür sosyalizm anlamında, “sol” olarak görülmesi, sunulması bu yapısalcı, post-yapısalcı anlayışın katkılarıyla mümkün olabilmiştir. Örnekse, romantik “etnik”, “cemaatçi” anlayışın ihyası için Levi-Strauss’a; cinselliğin, eşcinselliğin, hatta dinselliğin (Foucault’un İran Devrimi karşısındaki erken tepkisine bakıldığında) başlıca radikal siyasal konumlar olarak sunulmasında Foucault’ya, Lacan’a yapılan müracaatları biliyoruz. Bunların hepsinde ortak olan, maddi üretim ilişkileri yerine, dil üzerinde temellenen kültürel ilişkilere belirleyici bir konum atfedilmiş olmasıdır. Esastan en gözü kara, en saldırgan emperyalist ideoloji olan “yeni-muhafazakarlık” ın bu düşünsel “açılım”dan nasıl istifade etmiş olduğunu görebiliyoruz.
Sol-liberalizmin kapitalizmle bağlantılı maddi ve kültürel toplumsal sorunları, maddi nedenlerinden soyarak, tek tek kültürel sorun alanlarına (Bu noktada mesela M.Foucault’un “mikro-iktidarlar” a karşı “mikro-direnişler” alanına övgü düzmesini hatırlayalım. Mesela Althusser Okulu’ndan yapısalcı marksistler, N.Poulantzas ve E.Laclau ve C.Mouffe çiftinin sürüklenmiş oldukları siyasal hali hatırlayalım. Poulantzas, intiharı öncesinde yazmış olduğu son kitabı olan L’Etat, le Pouvoir et le Socialisme de açık bir şekilde Foucault’dan ne kadar etkilenmiş olduğunu belirtir. Sık sık ona referanslar verdiğini görürüz. 70’lerin sonunda yayınlanmış bu kitabın benim Türkçeleştirerek yayınlattığım son bölümünde yine açıkça “sol, artık liberalizmin asasıyla yürümeyi öğrenmeli” mealinde bir laf eder.) dikkat çekmesi, ilerici hareketi, kapitalizm karşıtlığından kopartarak, bir çarpıtmayla, mevcut sosyalist anlayışların da, “büyük anlatıları”yla (Anlatı anlatmak istediğini anlatıyorsa, boyutunu sorun yapmak niye? Yani marksizm-leninizm burjuva düzenini tarihsel boyutu içinde ele almasın, kapitalizmin sefaleti karşısında eleştiri yapmasın, çıkış yolu göstermesin demek isteniyor. Elbette ölçek küçük, bütünlükten yoksun, parçalı ve perakende olacak ki emperyalistler zorlanmadan çekip çevirebilsinler. Kaosu sürdürebilmek için acz içindeki akla ihtiyacı var.) katkı yaptığını iddia ettiği kültürel baskılara karşı mücadeleye çağırması, elbette emperyalizm tarafından soğuk savaş şartlarında zorunlu olarak ertelenmiş “evrensel hegemonya” (ya da “tarihin sonu”) stratejisinin yürütülmesi bakımından işlevsel olmuştur.
“İnsan hakları”, “demokrasi”, “kültürel çoğulculuk” vb ideolojiler paketiyle meşrulaştırılmak istenen emperyalist askeri saldırılar, işgaller halen devam etmektedir. Kültürel (dinsel, etnik, cinsel vs) baskılara karşı “özgürlükçü” bir konuma yerleşmek elbette sol bir illüzyon yaratılmasına katkı yapıyor, ama aynı zamanda somut olarak maddi ilişkilere referans veren, kapitalizm bakımından tehditkar bulunan eşitlikçi, kamusalcı bir siyasal anlayışın lafının dahi edilmemesi gibi bir işlev görüyor.
19yy’da, Büyük Fransız Devrimi’nin tanım itibarıyla kamusalcı Cumhuriyet (Kamusalcı olmayan Cumhuriyet salt bir illüzyondur. Bu bakımdan Cumhuriyet tanımsal olarak sosyalist bir kavram ve olgudur. Sosyalist devrim, cumhuriyet ideasının realizasyonu anlamına da geliyor. Hiç bir burjuva demokratik form onun gerçek kamusalcı anlamıyla gerçekleşmesine izin veremez. Aksi burjuva düzeninin inkarı anlamına gelir. Dikkat edilirse, burjuvazinin gericileşmesi Cumhuriyet fikrinden taviz verilmesi, kamusalcı temel niteliklerinden soyutlanmasıyla el ele yürüyen bir süreçtir. Devrimci sosyalist hareketi, laiklik gibi, Cumhuriyet başlığı altında toplanabilecek burjuva demokratik kazanımların yitirilmesi nedeniyle, bekleyen bir tehlike demokratik devrimci bir restorasyon -karşı-devrimin restorasyonu- talebinin burjuva, küçük-burjuva güçler tarafından yükseltilme olasılığıdır. Kapitalist-emperyalizmin hiç bir demokratik programın arkasında duramayacğı bir kez daha belli olmuştur. Bu bakımdan bütün demokratik bileşenleriyle cumhuriyetin ancak sosyalizm şartlarında mümkün olabileceğini vurgulamak gerekiyor) anlayışına karşı “özgürlükçü-dayanışmacı” esas olarak cumhuriyet karşıtı, federe, otonom-lokalize anlayışın çıkartıldığını biliyoruz. Elbette bu anlayış, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” in siyasal ifadesi oluyor. Emperyalistlerin istediği de budur. Emperyalizm her zaman ölçeklerin küçütülmesinden yanadır. Ülkeler söz konusu olduğunda, sosyalizm büyütür, emperyalizm küçültür. Böl, küçült ve yönet!
SOSYALİST MÜCADELE TARİHİ DEVAM EDİYOR
Bugün “cephe”, “birlik” tartışmaları yaparken yukarıda değindiğim konuları ihmal etmeyelim. Kendi gerçeklerimizi de unutmayalım. Tabula rasa misali yepyeni bir tarih yok, eskiden beri süreksizliğe de referans vererek sürmekte olan bir tarih var. Geçmişteki mücadele içeriklerinin değişik formlar, adlar altına karşımızda olduğunu, bundan sonra da karşımıza çıkacağını ihmal etmeyelim. Şimdi “birlik havası” içinde bu tarihi unutmak, yokmuş gibi hareket etmek doğru değildir.
Kimileri, geçmişte birbirleriyle, siyasal-sınıfsal konumları, siyasal anlayışları itibarıyla mücadele içinde olmuş, yan yana getirilmeleri olanaklı olmayan figürlerin, siyasetlerin adlarını alt alta, ya da yan yana dizerek birlik sürecine katkı yapacağını düşünüyor. Devrimci sol mücadele Mevlana tekkesi anlayışına sahip olamaz. Birlik, işbirliği seçici bir süreç olmalıdır. Hatta iyice kendinden geçip, izleyecekleri politika anlamında, aynı anda hem “sınıfa karşı sınıf” hem de ” halk cephesi” ni birlikte telafuz edenler var. Bunları içi boş retorik olarak görmek lazım.
Birlik, işbirliği ancak her zaman tarihsel olan gerçeklik içinde gerçekçi bir şekilde yapılabilir. Sol içindeki ayrılıkların sadece sosyal değil, tarihsel temellerinin olduğunu da ihmal etmemek gerekiyor. “Biz bu ülkede geçmişte ortaya çıkmış, soldaki fikir ayrılıklarının geçmişte kaldığını düşünüyoruz. Onun için herkesi kucaklıyoruz” şeklinde bir anlayış varsa, bu pekala dünya sosyalist harketinin tarihine de uygulanabilecek bir mantık olur. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Böyle bir mantık dışlayıcı olmamak adına yapılıyorsa, tanım itibarıyla dışlayıcıdır. Aynı anlama gelmesi itibarıyla eklektiktir. Bunu pekala kendi kulvarında Tayyip de yapıyor. Bir kere daha vurgulamak istiyorum, devrimci politika söz konusu olduğunda politik yanlışın, yanlış konumun rehabilitasyonu söz konusu olamaz.
Siyasetleri şöyle bırakalım, bu mücadele içindeki kişilere haksızlık ve saygısızlıktır. Marksist-leninist mücadeleyi sürdürenler açısından böyle bir mantık kabul edilemez. Bu, en hafif tabirle, kötü türden bir popülizmdir. Elbette popülizm gayesi taşıyanlar için anlaşılır bir yaklaşım olduğunu da ilave etmek isterim.
Gelgelelim, toplumsal hayatta, bir fizik yasasının kesinliği kadar olmasa da, aynı nedenlerin aynı sonuçları üretme olasılığı pek yüksek oluyor. Biraz ilerde bu birlik konusuna biraz daha değineceğim.
Bir şey daha ilave ederek şu ideolojik kuşatma bahsini kapatalım: Bugün bizde bir teki (Soros’un vakfı) çok meşhur olan emperyalist vakıfların belki onlarcası, hatta yüzlercesi, dünyada emperyalist kuşatmaya hizmet eden “sol” akımları destekliyor, hatta en masum olanlarını dahi işine yaraması (eğer ihtiyacı varsa) için yoldan çıkartabiliyor. Örnekse, Green Peace. Sekiz on Kanadalı üniversite öğrencisinin samimi çevreci kaygularından hareketle oluşturdukları bir örgüt, petrol şirketlerinin desteğiyle, bu şirketlerin nükleer karşıtı kampanyalarının sözcüsü haline getirildi. Hatta bu şirketler tarafından yardım olsun diye (!) örgüt bürokrasisine hisseler hediye edildi. Nükleer enerjiye karşı çıkılması elbette petrolcülerin çıkarınaydı.
Bugün özellikle ABD’ de uluslararası ilişkileri de bulunan bir çok çevreci hareket emperyalist kuruluşlar tarafından destekleniyor. Mesela bir çoğu çaktırmadan veya ayan beyan “yeni-malthüsçülük”, “sosyal-darwincilik” yapıyor (Yeri gelmişken, “sosyal-darwincilik”in emperyalizmi en iyi ifade eden bir ideoloji olduğunu her zaman düşünmüşümdür. Anglo-amerikan emperyalizminin yükselişi sırasında bu akımın “evrimci sosyoloji” adı altında yükselmesi tesadüf olmasa gerektir. Spencer yaşadığı dönemde, üniversite camiasında, hatta anglo-sakson entelektüel camiada Marks’tan daha popülerdi). Bu arada, bu çevrelerde semirmiş emperyalist ve “çevreci” bir şarlatan olan Al Gore’un ABD başkan yardımcılığına kadar yükselmiş olduğunu da hatırlatmak isterim.
Bu tür yardımlar, “insan hakları”, “sivil toplum”, “özgürlük, demokrasi”, “kadın hakları”, “eşcinsel hakları” gibi yüksek demokratik, insani çağrışımlar yapan çok sayıda örgüte yapılıyor. Niçin? Kapitalist-emperyalizm için her şey, en kutsal, ulvi bildiğimiz değerler dahi pazar metaı ve tabii manipülasyon aracı olabilir. Kazanmayacağı yere para yatırmaz. Mesela, izleyin Esad yönetimi hakkında emperyalist bir kampanya düzenleniyor, kimler katılmıyor ki? İsrail lobileri, eşcinsel kuruluşları, “best-seller” romancılar, sivil toplumcular, Trotskistler (geçenlerde internette Amerika’daki bir grup Trotskistin “Trotsky’i Trotskistlerin elinden kurtama” kampanyasına tanık oldum) çevreciler, sosyalist enternasyonalciler, vs.
RUSYA VE EMPERYALİZM
Şimdi gelelim Rusya’ya. Bir önceki yazımda, Rusya’nın ve Çin’in de ABD karşısında kendilerini bekleyen akıbete hazırlanmadıklarını belirtmiştim. Arada sistemik ve ideolojik farklılıkların kalmamış olduğunu düşünüyorlardı. Bugün krizin bu şekilde yaşanmasında, Rusya’nın kendisini olduğundan fazla güçlü görmesi de etken olmuştur. Özellikle Gürcistan ve Suriye konusunda emperyalist Batı bloğuna geri adım attırmış olması, onun öz gücüyle ilgili bu yanılsamanı takviye etmiştir. Bu krizden çıkması da, benzer biçimde, ABD’nin onu olduğundan güçsüz görmesi yüzünden olacaktır.
2006’dan itibaren gözlerini açan Rusya doğru hamleler yapamamıştır. Ülkeyle ilgili tutarlı ekonomik ve siyasal bir vizyon ya da strateji geliştirememiştir. Hükümete muhalif bir takım oligarkın devre dışı bırakılıp, hükümetle yandaşlığa razı olanların işlerini yürütmelerine izin verilmesi ekonomik reform olarak sunulmuştur. Mesela, Ukrayna, adeta 4 büyük oligark arasında paylaşılmıştı. Bunların ülke ekonomisini, devleti halk sınıflarının çıkarları hilafına etki ve kontrol alanlarına böldükleri biliniyor. Ukrayna devleti ve Ukrayna halkı arasındaki mesafe çok açılmış, ülke tam bir yağma,soygun, talan alanına dönüşmüştü (Ülkenin hidro-karbon kaynakları, boru hatları, “kaya gazı” alanında Shell (yani Rothschild, özellikle 1991-95 yıllarından beri Ukrayna’nın doğusunda aktif olduğu biliniyor) ve Chevron (yani Rockefeller, doksanların sonuna doğru bölgeye girdi, ağırlıklı olarak Ukrayna’nın batısında çıkarları var) ve benzeri kuruluşlarla, devletin kontrolünü ellerinde tutan oligarklar arasında, on milyarlarca dolara tekabül eden yağma antlaşmaları herkesin malumu). Bugün emperyalistler tarafından Ukrayna sorununun azdırılmış olmasında, Ukrayna’daki bu durumun katkısı olduğunu unutmamak gerekir. Yani sorunun asıl kaynağını, emperyalist müdahaleyi kolaylaştıran içsel koşullarını burada aramak gerekir. Ancak Putin yönetimi, bu durumu görmemekte direniyor. Neden? Kendi iktidarı da benzeri dengeler üzerinde yükseliyor. Bu durum değişmediği sürece Rusya zayıflamaya devam edecektir.
Rusya yönetimi SSCB’ye önyargılı ve düşmanca baktığından, onun deneyimlerinden yararlanmayı düşünmek dahi istememiştir. SSCB dünyanın en önde gelen sanayi ülkelerinden birisiydi. Gerçi son yıllarında onun için de ham petrol ihracatı önemli gelir kalemi haline gelmişti. Ancak sanayi ve tarımdan feragat edilmemişti.
Petrol işi aynı finans oyunları gibi (zaten ona sıkıca bağlıdır) spekülatif karaktere sahiptir. İstikrarsızlığa refarans verir. Dikkat edilirse, büyük ölçüde ham petrol ihracatına dayanan ülkelerde siyasal olarak da istikrar olmuyor. Kısacası, petrole dayanan ekonomi, aynı finans oyunlarına dayanan ekonomi gibi, reel ve bilimsel anlamda bir ekonomiye referans vermiyor. Sürdürülebilir sosyal kalkınmacı bir boyuta sahip değildir. Tersine, sosyal olarak eşitsiz, bozucu etkiler oluşturarak işlemektedir.
Bununla beraber, Rusya’nın petrol fiyatlarının düşürülmesiyle diz çökmesi beklenmemelidir. Nitekim, şu ana kadar krizi hiç paniğe kapılmadan yönetmiştir. Zaten ihmal edilemeyecek miktarda döviz rezervlerinin olduğu biliniyor. Asıl zararı Türkiye gibi ülkeler görecektir. Ham petrol fiyatlarına bağımlı satıcı ülkeler, mesela Venezuela, İran, Ekuador, Irak hayli zorlanacaklar. Bu ülkelerde oluşacak kriz Batı ekonomileri de dahil olmak üzere büyük yıkıcı etkiler yapacak, elbette bunun siyasal sonuçları olacaktır. Fiyatları ABD’nin “ricası” ile aşağı çeken S.Arabistan’ın üzerindeki baskı artacaktır. Artık biraz daha netleşmektedir, büyük savaşlar ve devrimler periyoduna girdik. Emperyalizm böyle işler, bir yere ayar vermek isterken, başka bir çok yerin ayarın bozar, kendisi de sonunda bozguna uğrar.
Rusya’nın sorunu ne yapmak istediğine karar verememiş olması ve belli bir stratejiye göre hareket etmemesidir. Yani asıl mesele, ham petrol fiyatları, döviz rezervi, elbette faturanın üzerlerine yıkılacağı Rusya emekçilerinin dayanıklılığı (Olağan zamanlarda oligarkların daha fazla sömürme ihtiyaçlarına yanıt vermek için didinip duran Putin, şimdiki şartlarda birden bire Rusya işçi ve köylülerini memleketin efendisi ilan etti) falan değil, Rus ekonomi-politik aklının tutukluk halinin devam etmesidir. Rusya’nın onu bu tutukluktan kurtaracak bir vizyona ihtiyacı var. Bu vizyonun temel referansı 1917 olabilir. Rusya, “içi samanla doldurulmuş bir ayıya” dönüşmek istemiyorsa, Ekim 1917’nin gerisine düşemez. Düşmemesi gerekir. Bakın, Ukrayna’da Maidan’a indirilmiş faşist Banderist gruplar, onların bugün iktidarda bulunan sözcüleri ne diyorlar, “Maidan’la başlattığımız süreç 1990-91 anti-Sovyet devrimin devamıdır.” Mesele bu kadar açıktır.
Bugün Rusya’daki yönetici sınıfın tereddütünün asıl nedeni de buradadır. Yönetici sınıf neo-liberal kapitalist ekonomiden geri adım atmak istemiyor. Neo-liberal şartlarda ihtiyaç duyduğu yayılma ya da genişlemeyi temin etmek istiyor. Muhtemel bir adım, Çin’dekine benzer, etatizm şartlarında neo-liberal anlayışı sürdürmek olabilir. Yani neo-liberal ve neo-klasik iktisadın harmanlanmaya çalışılacağı, ya da bir alterasyon içinde kullanılacakları şartları sağlamak olabilir. 2006’dan beri bu yönde işaretler gelmektedir.
Rusya, bugün rakibi olan büyük güçlerin vaktiyle yapmış oldukları devrimlerin sağlamış olduğu bir ortamdan çıkmış olduklarını, o güçlerin bugünkü konumlarını ideolojik olarak söz konusu devrimlerin idellaeri sayesinde, o idealleri istismar ederek meşrulaştırmaya çalıştığını, bugünkü kendi konumununsa daha ileri bir devrimin kazanımlarını yitirmiş olmasıyla ilişkili olduğunu göremiyor.
Rusya’nın önemli bir avantajı İran, Çin ve Hindistan gibi bölgesinde yer alan büyük güçlerin kendisinin onlara duyduğu ihtiyaç kadar ve hatta belki Çin ve İran için konuşacak olursak, ondan daha fazla Rusya’ya ihtiyaçlarının olmasıdır. Bu bakımdan Putin’in son aylardaki ziyaretleri, temasları iyi hesaplanmıştır. ABD’nin bunları dikkate takip ettiği anlaşılıyor.
Mesela Temmuz ayında Putin Küba’yı ziyaret etmiş antlaşmalar yapmıştı. Küba, Rusya’ya deniz üssü, büyük bir elektronik dinleme istasyonu kurması için izin verecekti. Yine, Çin de Küba ile ilişkilerini geliştirme kararı almıştı. ABD’nin kuşatmak istediği iki ülke, Rusya ve Çin’in ABD’nin burnunun dibinde üsler, stratejik avantajlar elde etme olasılığı, ABD’nin Küba’ya uyguladığı, aslında epeydir ABD için bir anlamı kalmamış, ambargoyu kaldırma kararında etken olmuş olabilir. ABD’nin bir karşı hamlesi olarak görülebilir. Küba’nın bu sayede elde edebileceği ekonomik avantajlar, onun Çin ve Rusya ile ilişkilerinde ABD’nin tepkilerini dikkate almasını gerektirebilir. Aynı şekilde, Venezuela, Bolivya, Nikaragua, Ekuador gibi ABD’ye mesafeli ülkelere karşı daha temkinli davranmasına yol açabilir. Bekleyip göreceğiz. Şahsen, Castro hayattayken Küba’nın dış ilişkilerinde yanlış işler yapacağına ihtimal vermiyorum.
Küba, eğitim, sağlık gibi konularda çok önemli işler yaptı. Ancak devrimin yapması gereken ekonomik hamleler konusunda, yoksulluğun aşılması konusunda, SSCB’nin kendisine de zarar veren yanlış himayeci anlayışının da katkısıyla, gerekeni yapmadı. (Putin’in ziyareti esnasında, Küba’nın SSCB’ye 30 milyar doLar borcunun olduğunu öğrenmiş olduk. Bu Küba gibi küçük bir ülke için büyük bir rakam. SSCB’ye ekonomik olarak ne kadar yaslanmış olduğunun da bir göstergesidir bence). Diğer D.Avrupa ülkeleri için de benzer bir tespiti yapabiliriz. Elbette ambargo çok büyük zararlar verdi. Biz 70’lerin ikinci yarısında bunu kendi ülkemizde de yaşayarak gördük. Bunu anlamamız lazım. Gelgelelim başta SSCB olmak üzere diğer sosyalist ülkelere karşı da geniş bir ambargocu anlayış vardı. Küba, Sovyet desteğinin olduğu günlerde, bu önemli olanağı da kullanarak, makas politikasını devreye sokarak sanayileşmesini en azından kendi kendisine yetecek seviyede gerçekleştiremedi. Tarım ve turizme hapsoldu. Turizm girdiği her yeri olduğu gibi, Küba toplumunu da çürütüyor. Turizmi bir ekonomi olarak da görmemek lazım).
Herhalde, Küba Devrimi olduğu sıralarda SBKP’nin “proletarya diktatörlüğü” yerine “bütün halkın devleti”, “kapitalist olmayan yol” gibi anlayışları parlatmasının da olumsuz etkileri oldu. Küba ve Çin’de, SSCB’de NEP sonrası dönemde (sosyalizm kuruculuğu o dönemde başlamıştır) görüldüğü gibi, şiddetli sınıf mücadeleleri içine girilmemiş olması, bu iki ülkenin 1990’lardan itibaren “Doğu Bloku” ülkelerinin yaşadığına benzer toplumsal-sistemik altüst oluşlarla sarsılmamış olmasında rol oynamıştır. Hem Çin’de hem de Küba’da büyük toprak sahipleri, işbirlikçi büyük sermaye ve onların asker ve sivil bürokrasideki temsilcileri dışındaki eski rejimin egemen sınıflarına pek dokunulmamıştı.
Sınıfsal bir hesaplaşma olmadan sosyalizm kurulamıyor. Bu hesaplaşma devrim süreci içinde belli bir süre için ertelenebilir, ya da kapsamı dar tutulabilir. Ancak hesaplaşma gerçekleşmeden sosyalizmi kurmak mümkün değildir. Tek başına kamusal önlemler almak, kültürel atılımlar yapmak sosyalizm anlamına gelmiyor. Sosyalizm kuruculuğu temel olarak idari ve kültürel değil, toplumsal bir sorundur. İdari ve kültürel olan bu temel olanı gerçekleştirmek için araç işlevi görür.
NEP döneminden sonra süreç içinde SSCB’de küçük esnaf dahi tasfiye edilmiş, ( o dönem Rusya’sındaki Amerikalı gazetecilerin izlenimlerini, hatıralarını okumak çok yararlı) biraz ilerde tarımda kollektivizasyonla köylülükle hesaplaşılmıştı. Sosyalizm kuruculuğu sadece üstyapısal bir dönüştürme faaliyetine ve ekonomik alanda bir takım kamulaştırmalara, özel mülkiyetin sınırlandırılmasına tekabül etmiyor. Reel bir ekonomi, yani ülkeyi üzerinde taşıyabilecek gelişmiş bir sanayi ve tarımın yaratılmasıyla mümkün olabiliyor. Lenin’in, “elektrifikasyon=komünizm” eşitliğini bu bakımdan yorumlamak lazım.
Tekrar Rusya’ya dönelim. Bu çabalar yetmez. Saldırıya geçmek gerekir. Rusya ve İran, bugün Orta Doğu’da ABD ve müttefikleri adına “vekalet savaşı” yürüten cihatçıların karşısına bir güç koymalı, aynı zihniyete sahip grupların bölgede ve Avrupa’da ABD’nin müttefiki olan ülkelerde terör yapması için kullanmalıdır. Bu saldırgan emperyalist ittifakın zayıflaması için terör aracını incelikle kullanabilmelidir (Rusya’nın bunu görmüş olması gerekirdi. Gürcistan ve Suriye’de izlenen atak politika, emperyalizme geri adım attırdı). Emperyalistler ancak bu dilden anlarlar. Bölgede S.Arabistan, Katar, BAE gibi ülkelerin terörize edilmesi, emperyalistler ve müttefikleri arasında stratejik işbirliğini tartışılır hale getirecektir. Bu Arap petrol monarşileri orada öylece dururken İsrail’i alt etmek kabil değildir. Bu arkaik rejimli ülkeler İsrail’i kendi güvenliklerinin teminatı olarak görmektedirler.
ÇİN,İRAN, HİNDİSTAN
Kabul etmek gerekir, Çin ve İran’da devlet güçlü bir görünüm arzetmektedir. Gelgelelim, İran’da devrim halkın ekonomik beklentilerini, eşitlikçi bir toplum vaadini yerine getirememiş, tersine toplumsal, cinsel eşitsizlikler, popülist politikalar altında derinleşmiştir. Ülkede rüşvet, yolsuzluk kural haline gelmiştir. İran toplumunu sürekli olağanüstü koşullarda, teyakkuz altında tutmak olanaklı olmayabilir. Bir devrim ona katılmış insanların özlemlerini karşılayamazsa (eşitlik, adalet ve özgürlük kitleleri her gerçek devrimin taşıyıcısı yapan esas özlemlerdir), dahası geriye doğru sürüklenmeye başlarsa, restorasyon ve karşı-devrim kaçınılmaz olur. İran’ın anti-emperyalist tavrını bu olası emperyalist saldırı koşullarında halkın desteğini alarak sürdürmesi kolay olmayabilir (İran yönetiminin anti-emperyalizminin anti-kapitalist bir boyutunun bulunmadığını hatırdan çıkarmamak gerekir). Tabii bir de, teokratik bir devlet, kendisine göre tartışmasız daha demokratik olan laik devletten daha dayanıksız oluyor(Laiklik eşittir “demokrasi” demiyorum, laiklik olmadan demokratik toplum olamaz diyorum. Laiklik tartışmasız nüfusun tamamını ilke olarak kapsamına alabilme yeteneğine sahipken, teokratik bir yapı, tanım itibarıyla, sınırlayıcı ve dışlayıcıdır. Belli bir dine, bir mezhebe, onun gerektirdiği koşulları yerine getirmek suretiyle bağlı olanların devletidir. Yani nominal olarak müslüman ve şii olmanız dahi yetmez, mesela kadınsanız başınızı zorunlu olarak size dayatılan şekle göre örtmeniz gerekir) . Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlardan daha fazla etkilenmemek için Rusya ile siyasal ve ekonomik işbirliğini geliştirmesi gerekmektedir.
Çin, sosyalizm idealinden, sosyalist inşa programından pratik olarak vazgeçti. Rusya ve Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri gibi, olası sosyal tepkileri bastırarak, tamamen yukarıdan aşağı, devlet denetiminde bir kapitalistleşme sürecine girdi. Bu süreçte halk sınıfları arasındaki çelişkiler, eşitsizlikler arttı. Bugün Çin’de büyük bölgesel eşitsizlikler yaşanıyor. Dahası, Çin devleti bu eşitsizlikleri açığa çıkarttığı ucuz işgücü itibarıyla teşvik eden bir politika izliyor. Bir de hızlı sanayileşmenin yol açtığı çevresel olumsuzluklar var. Mesela Çin’de, bir çok yerde, içme sularının bile insan sağlığı bakımından ciddi riskler taşıdığını okuyoruz. Tamam, Çin devleti, ekonomisi nispeten güçlü ama sosyal olarak aynı şeyi söylememiz olanaklı değil. Çözülmeyi yaşamış eski sosyalist ülkelerdeki toplumsal hesaplaşma henüz Çin’de gerçekleşmedi. Kontrollü ama hızlı kapitalistleşme koşullarında, devlet, ÇKP nereye kadar kontrolü ellerinde tutabilecekler? Yani emperyalizmin bugünkünden daha ağır bir saldırısı altında içeride gecikmiş hesaplaşmaların gerçekleşmesi hem olası olumlu hem de olumsuz sonuçlarıyla mümkündür.
Şu sıralar Çinli yöneticiler, mesela bazı Balkan ülkelerini ziyaret ediyor, işbirliği olanakları araştırıyor. Bu aşamada oralardaki yatırımlar, ekonomik işbirliği Çin’e siyaseten önemli olanaklar sağlamaz, siyasal etkisini arttırmaz. Çin’in Rusya’ya daha fazla yönelmesinin, Hindistan, Vietnam, İran gibi ülkelerle işbirliğini güçlendirmesinin Çin için anlamlı siyasal getirileri olacaktır. Çin önce etrafını tahkim etmeli. Rusya ile beraber denizlerdeki gücünü arttırmalıdır. Emperyalizm ne zaman Rusya’ya saldırmışsa, onunla beraber Çin’e de saldırmıştır (örnekse, Kırım Savaşı ve Afyon savaşları; dünya savaşları) .
Şu ana kadar Çin, özellikle Ukrayna konusunda, o bildik pastoral üslubuyla hareket etmeye çalışıyor. Batı ve Rusya arasındaki çatışmayı, kendi adına kâra dönüştürmek istiyor. Bu sıralarda, petrol fiyatlarının düşmesi örneğinde olduğu gibi, Çin bu bakımdan avantajlar elde etti. Ancak Çin’de eksik olan, uzun vadeli düşünebilme kapasitesidir. Elbette basit ve kısa görüşlü bir anlayış, Batı ve Rusya kapışmasından Çin’in kazanç elde edeceğini düşünür. Doğrudur, ancak arkası yoktur. Tekrar pahasına, Rusya düşerse, Çin darmadağın olur. Ukrayna sorunu beklenenden erken patlayınca (Bunda Putin’in Ukrayna’ya mali yardım programını açıklamış olmasının rolü büyüktür. O zamana kadar Ukrayna konusunu AB’nin kontrolüne bırakmış ABD aniden paniğe kapıldı. Düğmeye erken bastı) , Çin de kaybetti. Ne kaybetti? Ukrayna sorunu patlatılmadan bir süre önce gazetede okumuştum, Ukrayna başkanı Yanukoviç, Çin’e Karadeniz’de, liman kolaylıkları, ayrıcalıkları sağlamak için görüşmeler yaptıklarını açıklıyordu. Sonuç bu bakımdan Çin’in aleyhine oldu.
Hatta şu son günlerde ortaya sürülen K.Kore-Sony meselesiyle ilgili haberlerden anlaşılabileceği gibi asıl hedef Çin’dir. Sony Pictures’ın başındaki isim ABD vatandaşı Amy B. Pascal’ın CIA ve Pentagon’la bağlantıları malum Wall Street oligarşisinin en seçme kuruluşlarından Rand Corporation ile olan ilişkileri açığa çıkartıldı. Bu komplonun Pascal’ın da içinde bulunduğu bir yapı tarafından tertip edildiği yine bu haberlerde iddia edildi. Bu arada hatırlatmak isterim, K.Kore internet bağlantısını Çin’in sağladığı olanaklarla temin edebilmektedir.
Bilindiği gibi, Hindistan’da iktidara gelmiş olan Hindu milliyetçi ve neo-liberal Modi yönetimi, son yıllarda özellikle Orta Doğu’da izlediği strateji nedeniyle, Batı’nın elindeki önemli kart işlevi gören müslümanlara karşı etnik temizliği destekleyen bir ideolojiyi savunuyordu. Dahası Modi’nin partisinin de dahil olduğu iddia edilen ve binden fazla Hint müslümanının öldürüldüğü olaydan da bu partinin hatta Modi’nin sorumlu tutulduğunu da biliyoruz. Aklımda yanlış kalmamışsa, Modi’nin ABD dahil, Batılı ülkelere girişi de yasaklanmış veya engellenmişti.
Bu yüzden olsa gerek, Modi iktidarı aldıktan sonra yaptığı bir açıklamada, önceliklerinin Rusya ve Çin’le ilişkileri geliştirmek olacağını beyan etmişti. Sonra da o doğrultuda somut adımlar atıldı. Putin’in ziyaretini bu açıdan da değerlendirmek gerekiyor. Dikkat edilirse, Rusya, Çin, Hindistan ve İran arasındaki yakınlaşmalar, Asya’nın batısında, alt kıtada bu ülkelerin lehine ve emperyalistlerin aleyhine olmak üzere gelişmektedir. Afganistan, emperyalistler için tam bir çıkmaz haline gelmiştir. ABD’nin fiili işgali altındaki Pakistan, ABD’nin ekonomik olarak bu ülkeye hiç bir şey vaat edememesi dolayısıyla Çin’le adeta olmazsa olmaz öneme sahip bir işbirliği içine girmiştir. Pakistan, Modi yönetimiyle koşulsuz işbirliğini savunmaktadır. ABD’nin şantajlarına rağmen bunları yapmaktadır. Pakistan’ın artık kaybedecek pek bir şeyi kalmamıştır. ABD yüktür, sırtından atmak için fırsat kollamaktadır.
Bir nokta daha, bugün emperyalistlerin vasallarına ya da vasallaştırmak istedikleri ülkelere, onların halklarına ekonomik olarak sunabilecekleri bir gelecek projesi yoktur. Yani bu bakımdan eski soğuk savaş dönemi olanaklarına dahi sahip değiller. Tersine, işleyen reel ekonomik yapıları, sosyal kazanımları da yerle bir ediyorlar. Mesela, önce Irak sorunu, şimdi Suriye ve Ukrayna sorunu Türkiye insanının ekonomisini altüst etmedi mi? Etmeyi sürdürmüyor mu?
Oysa, Rusya, Çin gibi ülkeler onlarla iyi ilişki kuracak ülkelere çok değerli ekonomik olanaklar sunuyorlar. Emperyalizmin tarihsel jeo-politik kaygularını, çok ciddi “jeo-ekonomi-politik” kaygu haline getiren çok önemli bir faktörden söz ediyorum. Mesele, Çin, Rusya, Hindistan, İran gibi ülkelerin siyasal, askeri güçlerinden ibaret değil, bu ülkelerin sahip oldukları ekonomik olanaklarla da alakalıdır. Hatırlayacak olursak, vaktiyle Thatcher da, SSCB’nin askeri gücünden değil, batılı halklar için “kötü örnek” olan kamucu ekonomik modelinden rahatsız olduklarını açıkça bir televizyon kanalında söylemişti. İşte bunun için “jeo-politik” değil, “jeo-ekonomi-politik” .
Rusya, Çin, içinde Türkiye nüfusunun iki katı kadar bir müslüman nüfus barındran Hindistan’ın, islamcı terör mağduru Pakistan’ın ve sünni islamcılığın dolaylı saldırısı altındaki İran’ın, emperyalizmin aracı olan, onun adına “vekaleten” savaşan sünni siyasal islamcılık karşısında ortak çıkarları var. Zaten fiilen bir ittifak oluşturmuş olduklarını da söylemek mümkündür. Oysa bu söz konusu islamcı siyaset emperyalizmin elinde tuttuğu ve sahaya sürebileceği en önemli siyasal kozdur. Emperyalistler bir kez daha hesap hatası yapmışlardır. Bu kadar geniş bir alanda yaratılan ve sürekli olarak kontroldan çıkan kaos, kaçınılmaz bir şekilde ABD imparatorluğunu ve müttefiklerini de içine çekecek, karşı cepheyi genişletecek, belki de emperyalistleri beklenenden önce yutacaktır. Emperyalizm bir dünya dengesi kurması olanaklı değildir. Amiyane tabirle, bir yeri yaparken, en az on yeri bozması gerekiyor.
Şimdi bakınız, tıpkı bir ülkede ilerici sınıfların bağlaşmasının, o ülkenin egemen gerici sınıfını tecrit etmeye yönelik bir sonuca hizmet etmesi gibi, dünya ölçeğinde de emperyalist olmayan, şu ya da bu çerçevede veya derecede anti-emperyalist olan ülkeler arasındaki ittifaklar da emperyalist ülkelerin tecrit edilmesine yol açar. ABD çok güçlü, hamleler yapıyor ama bu hamleleriyle, karşısında giderek genişleyen, genişlemesi muhtemel bir direniş bloğunun oluşmasını da sağlıyor. Bu yeni soğuk savaş ABD ve müttefiklerinin daha fazla tecrit oldukları şartlarda cereyan edecektir. Tarih kaldığı yerden devam ediyor. Edecek. Bu yüzyıl bir Amerikan yüzyılı olmayacak. Aradan geçen 15 yıl bu akıbeti daha da görülebilir hale getirmiştir. Bir on beş yıl sonra emperyalistler muhtemelen bugünkü konumlarının da hayli gerisine sürüklenmiş olacaklar.
TÜRKİYE VE “PASİF DEVRİM”
Türkiye hem siyasal hem de ekonomik olarak kırılgan bir ülkedir. Sistemle neo-liberal entegrasyon bu kırılganlığı kural haline getirmiştir. Türkiye’nin AKP rejimi altında emperyalizme ekonomik ve politik olarak bağımlılığı artmıştır. Tarımını, emperyalist dayatmalar sonucunda teşviklerin kaldırılması, ekim alanlarına getirilen sınırlamalarla birlikte, dramatik olarak zayıflatmış, sanayisini hem kullanılan ithal girdiler hem de ürünlerini pazarladığı piyasalar anlamında çok daha fazla dışa bağımlı ve kırılgan hale getirmiştir. Bütçedeki ödeme dengeleri borç olarak sıcak para girişleri sayesinde çevrilir olmuştur.
“Anadolu sermayesi” adı altında “milli burjuva” yı bulmuş olduklarını sananlar, karşılarındaki vak’anın gayet dışa bağımlı, uluslararası finans sermayesiyle iç içe geçmiş olduğunu herhalde anlamışlardır. “İstanbul sermayesi” kadar gayri milli bir sermayeyle karşı karşıya olduklarını herhalde görmüşlerdir. Zaten Cumhuriyet tarihin en gayri milli hükümetini de onun için tüm güçleriyle desteklemişlerdir. Yani işbirlikçilik de “İstanbul sermayesi” nden hiç de geri de olmadıkları aşikardır. Üstelik bunların kültürel formasyonları nedeniyle yolsuzluklara, emek-gücüyle ilişkilerinde usulsüzluklere, istismara çok daha eğilimli olduklarını da biliyoruz.
Yeri gelmişken, yanlış olduğunu düşündüğüm bir kavramın ülkemizle ilgili olarak kimi sol çevreler tarafından yanlış kullanılmasına da itirazım olacak. “Pasif devrim” kavramı Gramsci’nin bir çok kavramı gibi sorunludur.
Gramsci’nin yazılarını okuduğum zaman çoğu kez onun marksist olmadığını düşündüğüm oluyor. Yanlış anlaşılmasın, onun dürüst bir proletarya devrimcisi olduğuna, proletarya davasına yiğitçe bağlanmış olduğuna kuşku duymuyorum. Ancak pratik niyet ve teorik izah arasında bazen mesafe olabiliyor. Gramsci’de bu mesafe barizdir. Kuramsal olarak Gramsci’de marksist kavramlar var ama marksizmle bağdaşmayacak kavramların – bazen metaforlar, eğretilemeler formunda- daha baskın oldukları açıktır.
Gramsci’nin şartlarından, onun kuşağından İtalyan devrimcilerin ülke solunda hakim olan İtalya’daki liberal gelenekten etkilenmiş Turaticilik ve Rusya’da ortaya çıkan devrim arasında kafalarının karışmış olduğunu düşünüyorum (Bizde pek tanınmayan, entelektüel tarzı itibarıyla Gramsci’ye çok benzeyen, onunla beraber Ordine Nuovo ve İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından olan Amadeo Bordiga’nın durumu da farklı değildir. Daha da sorunludur. Bilindiği gibi Lenin’e, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı broşürünü, “sol” çıkışlarıyla yazmayı ilham eden bu zattı. Trotskist konumlara savrulunca, partiden atıldı. Sonra Enternasyonal Komünist Partisi’ni kurarak, yanlış aklımda kalmamışsa, öldüğü 1970 yılına kadar partisinin başında kaldı. Bordiga’yı ne zaman düşünsem, aklıma yirmili yıllarda Stalin’le bir karşılaşmasında, Bolşevik Partisi’nin ülke yönetiminden ayrılmasını, SSCB’nin Enternasyonal tarafından yönetilmesini söylemesi geliyor.
İtalya batılı ama kapitalizmi gecikmeler nedeniyle diğer batılı kapitalist ülkelerdeki kadar gelişmemiş bir ülkeydi. Ülkede, diğer kapitalist ülkelerde görülmeyen derecede radikal bölgesel ekonomik ve kültürel farklılıklar yaşanıyordu. Hâlâ kırsaldan kentsele geçiş süreci hızlı bir şekilde devam ediyordu. Her neyse, bunları başka zaman konuşuruz.
Deniliyor ki, Türkiye’de bir “pasif devrim” yaşanıyor, ya da yaşanmıştır. Bununla anlatılmak istenen, ılımlı tabir edilen islamcıların yarım asırlık bir pasif devrim ( ya da “sivil toplum”un fethine yönelik “mevzi savaşı”) sürecinden sonra iktidarı almış olduklarıdır. Şimdi bakınız, devrim sınıfsal egemenlik ilişkilerinde bir değişiklik meydana gelmesiyle olur. Yani, bir sınıf egemen konumdayken bu egemenliğini vaktiyle egemen olana tabi olan başka bir sınıf lehine yitirir.
“Ilımlı islamcılar” ın iktidarı alması bu anlamda bir devrime tekabül etmiyor. İktidarda olan yine burjuvazidir. Üstelik eskisine göre emperyalist merkezlere neo-liberal entegrasyon sayesinde bağımlılığı daha da artmış, kontrol ettiği sermaye itibarıyla öncelenmemiş ölçüde büyümüş bir burjuvazinin egemenliği söz konusudur. Ilımlı islamcılar olsa olsa bu yeni şartlarda toplumsal rızayı restore ederek, burjuvazinin siyasal ve kültürel hegemonyasını din üzerinden takviye etmişlerdir. Sadece din üzerinden değil, ondan daha çok dini de içeren geleneği öne çıkartıp (AKP’nin bir çok söylemi salt dinsel değildir, mesela çok çocuklu aile, kadının konumu, “mahalle delikanlılığı” gibi temalar gelenek içinde değerelendirilmelidir. Bu bakımdan AKP’nin köyün değil, kasaba ve kentlerin kenar mahallelerinin sözcüsü olduğunu pekala söyleyebiliriz. Bu ikisinin kaçınılmaz olarak iki yüzlü tutuculuğuna kıyasla köy nispeten liberaldir), “eski rejim” in en demokratik olanları da dahil, ana kurumlarıyla beraber işe yaramazlığını, onun bizatihi sorunun kaynağı olduğunu işleyerek, işbirlikçi burjuvazinin ihtiyaç duyduğu yeni daha otoriter rejimi oluşturdular. Demokratik demagojiyle ( Bu demagojinin koordinatlarının AB merkezinde tespit edildiğini de biliyoruz. AB, AKP öncesinde, “insan hakları” ve “demokrasi” adına ülkemizde “müfettiş” tavırlı vekilleri aracılığıyla karargâh kurmuştu. Emperyalist vesayet rejimi olarak AKP rejiminin anti-demokratik, baskıcı, hukuk dışı, komplocu uygulamalarıyla birlikte AB’nin sırra kadem bastığını gördük. Artık emperyalist AB için amaç hasıl olmuştu) kamusalcı yapıları, demokratik kurumları, burjuva demokratik erkler ayrılığını tasfiye ederek, otoriter bir rejim yarattılar.
Hegemonya, yönetici sınıfın halk sınıflarıyla kültürel ve siyasal olarak bağlaşmasıdır. AKP rejimi yeni emperyalist entegrasyon koşullarında yönetici sınıfın ihtiyaç duyduğu hegemonyanın kurulmasına hizmet etmiştir. “Milli irade” teması halkın rızasının alınmasında, isterseniz, hegemonyanın kurulmasında etkili ama tamamen demagojik bir işlev görmüştür.
Malum, burjuvazi, emperyalizm ne zaman emekçi halkların yeryüzü zenginliklerini en aç gözlü şekilde çekip çevirmek için gözlerini karartsa, halkı gökyüzünün servetleriyle meşgul etmeye çalışır.
Neo-liberal dönem öncesinde devlet teşvikleriyle desteklenen tarımsal ekonominin çözülmesiyle daha büyük kitleler halinde kentlere göç eden köylülerin, KİT’lerin elden çıkarılmasıyla işsiz kalan ya da avantajlı çalışma koşullarını yitiren kent emekçilerinin, sosyal devlet anlayışının erezyonuyla zarar gören geniş bir emekçi kitlesinin neo-liberal koşulların sürdürebilmesi bakımından yeniden hegemonya kapsamına alınması gerekiyordu. Yani söz konusu halk kesimlerinin yeni şartlara adapte edilmesine ihtiyaç duyuluyordu. Zaten soğuk savaşın en erken dönemlerinden itibaren emperyalistler ve vasalları tarafından sürekli el altında tutulan “Ilımlı islam”, hükümet olunca böyle bir işlevi burjuvazi ve soğuk savaşın sonrasında işgalci programını hayata geçirmek için harekete geçmiş emperyalist bağlaşıkları adına yerine getirmiştir.
Bu noktada, emperyalist taleplerin altını tekrar çizmek gerekir. Siyasal islam Batı kapitalist emperyalizminin dünya egemenliği kurmakta kullandığı bir araçtır. Emperyalizmin himayesi olmazsa, siyasal islam çöker (Zaten hep vurguladığım gibi, kökten dincilik modern bir olgudur. Hiç bir din kendi içinden, nasıl laikliliği çıkartamazsa, kökten-dinciliği de çıkaramaz. Bunlar dışarıdan müdahalelerle dinsel alana empoze edilirler. Günümüz kökten-dincilikleri emperyalist dünya siyasetinin bileşenleri olarak görülmelidir. Sonra, bugün bazıları kökten dincilik demiyor, kurnazca “şeriat” diyorlar. Böylece onu bir “hak” talebi olarak sunuyorlar. Bir an için kabul edelim. Pekiy “şeriat” doğrudan ibadetlerle, ibadet veya “vicdan özgürlüğü” yle ilgili bir konu mudur? Elbette hayır, siyasal ve idari, hukuksal boyutları olan bir taleptir. Bir rejim talebidir. )
Ne Saddam’ı, ne Kaddafi’yi, ne Mübarek’i siyasal islam yıktı. Emperyalizm istedi, organizasyonu yaptı, her olanakla desteklediği islamcıları, hiç de mevzi bir savaşa ihtiyaç duyulmadan kazanılmış “sivil toplum”u kullandı, yıkıldılar. Bugün Suriye’de emperyalizmin arkalaması olmasın, orada bir tane bile islamcı militanın tutunamadığını görürsünüz. Eğer emperyalizm istemeseydi, Türkiye’de AKP rejimi kurulabilir miydi? Kaldı ki Türkiye’de yaşanan süreç de çok açıktır. Bir islamcı molla ABD denetiminde, ABD’nin sağladığı parasal olanaklarla ABD’de oturuyor, açıkça “ABD’ye hizmetlerinin dokunduğunu” belirtiyor. ABD’nin talimatlarını yerine getiriyor. CIA ile birlikte kurduğu örgütüyle yürüttüğü operasyonlarla, yeni kurulan rejimin önünü açmakta, buldozer rolü oynuyor. Öyleyse, bir devrim söz konusu değil. Devrimin pasifi de olmaz. Ancak elbette, evrimler de devrimler gibi tarihsel vak’adırlar.
Gramsci marksist teorik çerçeveyi, devrimci diyalektiği ihmal ettiği ölçüde savruluyor. Belki orijinal bir şeyler söylemek adına, devrim,restorasyon, karşı-devrim kavramlarını , Avrupa ve İtalyan tarihinden hareketle, birbirleriyle harmanlıyor. Mesela hatırladığım kadarıyla, İtalya’daki faşizmi de “pasif devrim” olarak izah ediyordu. Faşizmi bu bağlamda bir restorasyon olarak görüyordu.
Tamam, şunu anlıyorum: Daralmış kitleler, bir çıkış arayışında, bir kurtarıcı beklentisi içinde olabiliyorlar. Böyle bir çıkışa rıza göstermeye hazırlanıyorlar. Yönlendiriliyorlar. İlave etmek gerekir ki, bu yönlendirme solu düşmanlaştırmadan da olmuyor. Ancak bütün bu hazırlıklar kapitalist düzene yeni bir yön vermek ya da düzeni tekrar rayına oturtmak adına yapılıyor.
“Pasif devrim” kavramı hiç bir şekil içinde uygun olmuyor. Burjuva sınıfsal içeriği ihmal etmek gibi bir işlev görüyor. “Pasif devrim” kavramı, Gramsci’nin bu kavram aracılığıyla açıklamak istediği örnek olayları (mesela İtalya’daki faşizmin, 19.yy’da genel olarak B.Avrupa’da görülen bir “pasif devrim” olarak liberalizmin taşıdığı anlam gibi bir anlamının olduğunu söyler) açıklama yeteneğine sahip değil.
Gramsci’nin yarattığı kavramsal karmaşa içinde, aklımda kaldığı kadarıyla ya da anladığım kadarıyla Gramsci, bu kavramla daha çok bir restorasyonu, ya da bir tür restorasyon ve karşı-devrim sürecini anlatmak istiyor. Eğer böyleyse, restorasyon ve karşı-devrim kavramlarının ne kusurları ya da kifayetsizlikleri var? Bunların her ikisinin de akşamdan sabaha meydana gelmediğini söylemeye gerek var mı?
TÜRKİYE, RUSYA VE EMPERYALİZM
Emperyalistlerin Rusya’ya karşı başlattığı kampanya, bu ülkeyle çok önemli ticari ilişkilere sahip olan Türkiye’yi orta vadede belki Rusya’dan daha olumsuz etkileyecektir. Türkiye’yi yöntenler siyaseten ABD’nin sözünden çıkmanın kendileri için ve tabii Türkiye için nelere mal olacağını gayet iyi biliyorlar. Gelgelelim ekonomik olarak Rusya’ya çok ihtiyaçlarının olduğunu da biliyorlar. Emperyalistler ise ısrarla müttefiklerini Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlara katılmaya çağırıyorlar.
Bu şartlarda Türkiye “güney akım” projesinin arkasında siyaseten duramaz. Durmak için direnirse, ABD tarafından üzeri çizilir. Bunu göze alamaz. Sonra Suriye ve Irak’ta emperyalistler yeni bir hamle hazırlığı içinde olacaklarının işaretlerini veriyorlar. Rusya diplomasisisnin tam bu aşamada Suriye’de taraflar arasında barış görüşmelerinin yenilenmesi çağrısını yapmış olması da tesadüf değildir. Gaye, diplomasiyi bir kez daha öne çıkartarak Batı kamuoyunu bölmektedir.
ABD yönetimi içindeki kimi gruplar tarafından IŞİD bahanesiyle NATO olanaklarının eskisinden çok daha fazla bir şekilde devreye sokulması, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bir kısmında “tampon bölge” oluşturulması önerilerinin yeniden değerlendirilmekte olduğunu gazetelerden okuyoruz. Zaten son zamanlarda ÖSO üzerinden IŞİD’e (IŞİD nerede başlıyor, ÖSO nerede bitiyor kestirmek mümkün değil. Bu ikisinin gerçekten iki ayrı ve farklı oluşum olmadığı açık) NATO silahlarının ulaştırılmakta olduğu Avrupa medyasında işleniyor. Her halikârda, bütün bu senaryolarda Türkiye’ye vazgeçilemez bir rol verileceği malumdur. Türkiyesiz olmaz. Şimdi bu koşullarda Türkiye’nin tekrar emperyalizm tarafından zımnen “baş düşman” ilan edilmiş Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmesine izin verilmesi beklenemez. Rusya da bunun farkında olmalıdır. Yine Rusya, Türkiye’nin ne kadar kırılgan bir konumda olduğunu görmektedir. Türkiye sakal-bıyık mesafesi arasında sıkışmaktadır.
Türkiye Cumhuriyet döneminde ne zaman ekonomik darboğaza girmişse, gözlerini ABD’nin itirazlarına rağmen Kuzey’e çevirmiş, ancak bu bakışların sahipleri çok geçmeden cezalandırılmışlardır. Tabii bu cezayı almalarında başka etkenler, özellikle önemli iç etkenler de var. Ancak bütün bu etkenler arasındaki ortak bağlantı noktası, emperyalizmin hizmetine koşulu olmaktı. Hatırlarsak, hoyrat liberal-popülist ekonomik deneyimleri iflas edip, “döviz sıkıntısı” başgösterince, önce Menderes, sonra Demirel SSCB’nin kapısını çalmışlar, bir süre sonra her ikisi de askeri darbelerle iktidarlarını yitirmişlerdi.
Bu arada, Atatürk devrindeki SSCB ile ilişkiler de zorunluluktan kaynaklanmıştı. Ancak henüz Ekim Devrimi’yle şiddetlenmeye başlayan soğuk savaş Türkiye’yi 1929 Bunalımı yüzünden tam olarak etkisi altına alamamıştı. Eğer 1929 Bunalımı çıkmasaydı, muhtemelen Türkiye daha o yıllarda “tampon devlet” olmaktan “vasal devlet” olmaya geçecekti. Dünya Bunalımı patlamasaydı, muhtemelen daha yirmili yılların sonunda (Dünya bunalımı sırasındaki Serbest Fırka deneyimi bunun işareti olarak görülebilir. Ancak o şartlarda bu deneyimin gerçekçi olamayacağı görülmüştü) Türkiye, 46 sonrasının, 50’lerin Türkiye’si gibi olacaktı.
Tarihsel olarak bakıldığında Rusya ve Türkiye son üç yüz yılda sadece iki ülkenin de emperyalizme karşı savaştığı, devrimlerini yaptıkları bir dönemde, 20’li yıllarda, yan yana gelip, güç birliği yapmışlardır. Bu bakımdan bugün Türkiye, içinde yer aldığı uluslararası bağlamda Rusya ile işbirliği vaadinin arkasında duramaz. Ancak her iki ülke halklarının emperyalizme karşı yeniden devrimci bir savaş verme zorunluluğu da var. İki ülkenin ayakta kalabilmesi için başka bir çıkış yolu görünmüyor. Ancak devrimci koşullar bu iki ülke halklarının bir kez daha güç birliği yapmasını temin edebilir. Bugünkü durumda, iki ülkenin bir kez daha emperyalizm tarafından birbirlerine düşmanlaştırılması beklenmelidir.
46 sonrasında Türkiye’nin yer aldığı uluslararası bağlam, cumhuriyet kadrolarının işin başından beri öngörmüş oldukları bağlamdır. Bundan İnönü’yü sorumlu tutmak, Atatürk’e sol misyon yüklemek isteyen siyasal çabalar bakımından elbette anlaşılırdır. Ancak kesinlikle gerçek hilafına, çarpıtma gayreti olarak görülmelidir. Zaten İnönü de kendisine ne zaman sorulmuşsa, aynı tutarlılık ve açıklık içinde, bu iddiaların doğru olmadığını belirtmiştir. (Şimdi aklıma 64’de Yön’de Avcıoğlu’yla; 68 veya 70’de Milliyet’te Abdi İpekçi’yle yapmış olduğu mülakatlar geliyor).
Şunu da geçerken belirtmem gerekiyor: Emperyalistlerin siyasal ideolojiler karşısındaki tavırlarını onların jeo-ekonomi-politik kaygularından ayrı düşünmek doğru olmaz. Elbette komünizm onlar için kabus ya da son anlamına geliyor. Gelgelelim, Rusya’daki komünizmle, Küba’daki komünizm, ayrı ayrı alındıklarında emperyalistler için aynı büyüklükte bir korkuya tekabül etmeyecektir( Komünizm dünya sistemi haline gelmeye başladığında bu tür bir kıyaslama elbette manasını kaybetmiştir) . Bugün Rusya’da anti-komünist, neo-liberal bir rejim var, ama emperyalizmle soğuk savaş devam ediyor.
Bir de, ne zaman Rusya’ya karşı bir hamle söz konusu olsa, Türkiye şu ya da bu kapsamda, ama ciddi şekilde etkileniyor. Bunun nedeni, bu iki ülkenin aynı jeo-ekonomi-politik bağlamda yer almakta olmasıdır. Osmanlı’nın 18.yy’dan itibaren bütün büyük savaşları esas olarak Rusya ile olmuştur. Hatta Lale Devri reformları ve sonraki reform girişimlerinde Rus etkisi veyahut itkisi vardır. Rusya’nın modern bir devlet olarak yükselişi, Osmanlı’da Rusya ile rekabet kaygusunu öncelikli hale getirmiştir. Yani Osmanlı yenileşme hamleleri bu bakımdan savunmacı bir karaketere sahiptir.
Tabii bugün Osmanlı’ya nesnel olarak bakamayan bir kısım tarihçiler, bu hamleleri tamamen Osmanlı’nın kendi iç dinamiğiyle izah etme eğilimindeler. Elbette bu diyalektik, global bir bakış değil. Benzer bir savunma, Tanzimat’da, sonra yakın zamanda, AB’nin bastıra bastıra Türkiye’ye imzalattığı “Kopenhang kriterleri” yle ilgili olarak da yapılmamış mıydı? Devlet katında, “biz bunları yapacağız ama Avrupa istediği için değil, gerçekten ihtiyacımız olduğu için” diyenler çoktu.
Rusya’daki gelişmeler genellikle zıt, bazen de koşut bir biçimde Türkiye’de bir takım gelişmelere yol açıyor. Önceki soğuk savaşta, iki ülke zıt kutuplarda yer alıyorlardı. Ancak Rusya çökünce, Türkiye’de de “düşman SSCB” temasını merkezine almış emperyalist taleplere göre kurulmuş mevcut yapı çöktü. Eski haliyle aletin kullanışlılığı kalmamıştı. Son kullanma tarihi dolmuştu.
Bugünkü Türkiye yönetimi, eski soğuk savaş sonrasında emperyalizmin bölgesel stratejisine hizmet edebilecek şekilde dizayn edilmiştir. İpleri doğrudan ABD emperyalizminin ellerindedir. Dünkü yöneticiler için de durum farklı değildi. Farklı olan şartlar ve o şartlara göre emperyalistlerin talepleriydi. Uluslararası alanda göreli bir denge hali vardı. Yoksa emperyalizme hizmet bakımından bir anlayış farklılığı yoktu. Hatta eskiden de, hizmet ettikleri emperyalistlerin talepleri karşısında çok daraldıkları vakit “van minüt” çekerlerdi. Mesela o zaman bunu, “yeni bir dünya kurulur; Türkiye orada yerini alır” diyerek yaparlardı. Tabii aynı bugünkü “van minüt” gibi kuru sıkı bir hamasetti. Bir kez emperyalist sistemin vasalı olmayı kabul ettiniz mi, emperyalizmden başka bir dünyanız olamıyor.
Bugün Türkiye’de AKP mi Cemaat mi tartışmaları ilerici bilinen ve ilerici geçinen kesimleri bölmüş durumda. Neden bölünüyorlar? En önemli nedeni, daha önce bir kaç kez belirtmiş olduğum gibi, tartışan öznelerin genel olarak sınıfsal-siyasal konumları itibarıyla aynı mantıktan hareket ediyor olmalarıdır. Bunların kapitalist düzenle bir sorunları yok. Aralarındaki ayrılıklar da esas olarak kapitalist politikaların uygulanma şekline değgin yaklaşım farklılıkları olarak görülmelidir.
DÜZEN, REJİM, CHP
Bir düzen, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel bir komplekstir. Rejim kavramı bu düzenin yürütülme şekline tekabül eder. Son tahlilde siyasal bir icra sorunudur. Rejim bir formdur, içeriğin kendisi değildir. Bugün Türkiye’de kapitalist burjuva düzeni vardır. Bu düzen görünürde demokratik-parlamenter bir rejim tarafından çekip çevrilmektedir. Formu budur.
Olağan koşullarda bu tür bir burjuva rejimi kendisini iktidar ve muhalefet olarak somutlaştırır. Müesses rejimin müesses iktidarı ve müesses muhalefeti olarak. Burada söz konusu olan aslında tek bir düzen partisidir. Çünkü bütün bu müesses rejim partileri ve yan örgütleri düzenin ve rejimin işlemesini öngörürler. Bunu her şeyin üzerinde tutarlar. Dahası varoluş nedenleri böyle bir kayguyu sahiplenmelerini gerektiriyor.
Devrimci görünenle yetinmez, görünenin altındaki gerçek ilişkileri, bağlantıları, olguları tespit eder. Görünenden devrimci bakış açısı çıkmaz, küçük-burjuva öz-doyum malzemesi çıkar. Proletarya devrimcisi görününden içeriye doğru giden eylemli bir bakışa sahipdir. Küçük burjuva seyircidir. Tatmin için seyir yeterlidir.
Türkiye’de 90’lı yılların sonlarından itibaren mevcut düzen yeniden yapılandırılırken (12 Eylül rejimi emperyalist sistemin talebi olan neo-liberal yeniden entegrasyon yolunda ekonomik alt yapıyı hazırlamış, bunun için sadece solu tasfiye etmemiş, sağa da bir “balans ayarı” çekmiştir. Bugünkü siyasal tablonun ilk şablonu 12 Eylül’ün erken bir döneminde çıkartılmıştı zaten. Ancak eski soğuk savaşın henüz sona ermemiş olması, egemen sınıf bloğu içindeki fraksiyonlar arasındaki çekişmeler nedeniyle ileri geri adımlar atılmak zorunda kalınıyordu) burjuva “demokratik-parlamenter” şablona göre sağ ve sol, olası iktidar ve muhalefet kombinasyonları da dizayn ediliyordu. Elbette bu süreç sadece dıştan müdahaleyle değil, dışarıyla bağlantılı işbirlikçi burjuva sınıfı ve onun asker-sivil bürokrasisi, organik aydınları tarafından yönlendiriliyordu. Şu ya da bu ölçüde de halk sınıflarının direnişiyle karşılaşıyordu tabii.
Özcesi, modern burjuva demokratik rejimler her zaman açık veya örtük koalisyonlar halinde var olurlar. Bu koalisyonlar sadece ayrı ayrı iktidar koalisyonları, muhalefet ittifakları olarak görülmemelidir. Hatta düzen söz konusu olduğunda böyle bir algı salt illüzyondur. Müesses düzenin, müesses muhalefetleri ve iktidarı (veya iktidar koalisyonu) arasında kurulmuş daha geniş bir koalisyon, ya da isterseniz, burjuva demokratik siyasal sistem vardır.
Bu basitçe düzenin siyasal partileri arasındaki işbirliğine indirgenemez. Düzenin bütün kurumlarını kat eder. Elbette bir birlikten söz ediyoruz ama bu diyalektik bir birliktir. Çelişkilere çatışmalara referans verir. Devlet zaten bu çelişki ve çatışmaların alanıdır. Bu çelişkilerin çeşitliliği, şiddeti, egemen sınıf bloğunu teşkil eden fraksiyonların birbirleriyle ve emekçi halk sınıflarıyla mücadeleleri içinde belirlenir. Devrimciler için önemli olan, bu tabloyu analiz ederken yanılsamayla gerçeği birbirine karıştırmamak olmalıdır.
Burjuva düzeni işleyişi sırasında her zaman illüzyonlarla kendisini dışa vurur. Tabii düzen illüzyondan ibarettir demek istemiyorum. Hiç bir düzen tebaalarına bir şey vermeden, salt negatif bir icraatla sürdürülemez. Her düzen bu bakımdan pozitif, üretici olmak zorundadır. Ancak bu üretici faaliyet bizatihi illüzyonlarlar halinde algılanır. Öyle algılanması gerekir. Çünkü düzen salt maddi bir olgu değildir, anlamlara referans verir. Anlamlar yaratmadan, özneleri için kendisini anlamlı kılmadan yaşayamaz.
1946’dan sonraki “yeni Türkiye” esas olarak devlet içindeki egemen koalisyonu ihtiva eden CHP tarafından kurulmuştur. Dincilik dahil bütün önlemler, anlamlar CHP’nin öncülüğünde ve katkılarıyla alınmıştır, yaratılmıştır. Yani siyasal ve kültürel hegemonyanın kurucusu CHP’dir. DP onun içinde hep var olmuş başlıca koalisyon ortağıdır. 27 Mayıs, Menderes-Bayar ikilisini görevden almış ama DP zihniyetini sürdürmüştür. 27 Mayıs’ın bütün hükümetlerinde DP ağırlığı barizdir. CHP, hegemonyayı yeniden oluşturmanın aracı olmuştur. Düzen adına “milli irade” illüzyonunu olanaklı kılan bir araç işlevi görmüştür.
CHP’nin AKP’li dönemde de benzer bir kurucu işlevi olmuştur. CHP olmadan AKP rejimi kurulamazdı. Sürdürülemezdi. Haziran ayaklanması sırasında AKP’ye en çok CHP yardımcı olmuştur. Cemaat’in esas olarak devlet kurumlarındaki, medyadaki yapılanmasına dayanarak yerine getiremeyeceği araç rolünü CHP üstlenmiştir. Hiç kuşkusuz, “17 Aralık süreci” CHP’nin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiştir. Öncesinde Kılıçdaroğlu ABD’ye çağrılmış, bilgilendirilmiştir. Seçim stratejisi, hatta adaylar konusu orada belirlenmiş olmalıdır. Kılıçdaroğlu’nun o seçim kampanyası sırasındaki performansı dahi Cemaat’ten almış olduğu gazla ilişkili olmalıdır. Cemaat’in muhalefete geçmesiyle, CHP muhalefetinin de takviye edilmiş olduğu açıktır. Kılıçdaroğlu’nun o tarihten sonra adeta maskesi düşmüş,”Cemaat”in(CHP’deki) İmamı” görüntüsüyle ortaya çıkmıştır.
CHP’nin Cemaat ve AKP gibi, emperyalist merkezin kontrolünde bir parti olduğunu ihmal etmeyelim. Son belediye seçimlerinde CHP’nin tespit ettiği ve bir çoğu geleneksel CHP çizgisinin de sağında bulunan adayın bu merkezler ve onların içerideki işbirlikçileri tarafından telkin edilmiş olduklarınden şüphe duymamak gerekir. Adeta CHP seçmeniyle alay edilmektedir. Bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Çiller’in dış bakanı Karayalçın kaşarının bu kez İstanbul’da ısındırılması tesadüf olarak görülmemelidir.
Gaye, Tayyipsiz bir AKP rejimidir. Yani AKP rejimi, faşizm, emperyalizm uşaklığı, hırsızlık, yolsuzluk AKP-CHP-MHP-HDP’nin ortak oldukları bir prodüksiyondur. Bugün diğerlerinin, AKP’den rahatsızlıkları aslında emperyalistlerin duydukları rahatsızlığın yansımasıdır.Bu partiler, hem emperyalizmle hem de AKP ile kirli ilişkiler içindedirler ve buradan çıkmaları kabil değilidir. Tersine daha fazla pisliğe batmaları beklenmelidir. Bunlarla bağlaşma, ittifak olmaz.
“CHP atatürkçülüğü”, “MHP milliyetçiliği”, “HDP milliyetçiliği”, “Aydınlık ulusalcılık” ı bu rejimin payandalarıdır. Bunlara dokunanın kirlenmemesi mümkün değildir. Bunlar mevcut rejime şu da bu derecede, rejim sürecinin şu ya da bu momentinde entegre olmuş bileşenlerdir. Bir siyaset hakkında karar onun anlık tavırlarına bakılarak verilemez. Niyetler ve eylemler arasında mesafe de olabilir. Böyle bir karar ancak tarihsel-sosyal bağlamda verilebilir. Bu bakımdan, bugün gericiliğe payanda işlevi görüyorsanız, “biz dün ilericilik adına şu şu hizmetleri yapmış, kendimiz feda etmiştik” demenin bir anlamı olmayacaktır.
Bu AKP rejimi, CHP,MHP, HDP gibi partileri, devlet kurumları içinde yuvalanmış, daha doğrusu uzun yıllardan beri yuvalanmasına izin verilmiş Cemaat’i, ihtiva eden geniş bir “yeni düzen” koalisyonudur. Tabii her koalisyon gibi çelişkilere referans veriyor. Güçler arası ilişkiler değişebiliyor.Koalisyon içi dengeler bozulup, yeniden kurulabiliyor. Koalisyonun “muhalif” kanadı sopa işlevi görebiliyor. Bazen iktidara bir stepnenin hazır bekletildiği hatırlatılıyor. Bir dönemde birbirlerine yakın olanlar bir başka duruma geçildiğinde uzaklaşabiliyorlar. Yani kağıtlar şartlara göre, emperyalist merkezlerin, onlarla bağlantılı sermaye gruplarının taleplerine, bunlar arasındaki iç mücadelelere göre yeniden karılabiliyor. AKP’nin ayakta durmasını, iktidarı tutmasını sağlayan güçler, gerek duyduklarında CHP’yi sopa gibi gösteriyorlar. Tayyip’in CHP öfkesinde bu halin de payı olmalıdır.
Haziran ayaklanması bu koalisyonun bütün çelişkilerini ayyuka çıkarmıştır. Şimdi çözülme süreci yaşanıyor. CHP,MHP, Cemaat bir tarafta, AKP, PKK-HDP diğer tarafta yer alıyorlar. Daha doğrusu, kendi özel gündemi bakımından HDP tarafı artan manevra kabiliyetiyle bu çatlağı kendi çıkarına kullanma hesapları yapıyor.
CHP ile ilgili olarak bir ilave yapmam gerekiyor. CHP, 1970’lerin sonunda faşizm yükselirken kendisine yapılan cepheleşme çağrılarını da reddetmişti. O çağrıyı yapanlar, CHP’nin burjuva düzeninin partisi olduğu gerçeğini ihmal ettiler. Partinin burjuva sınıfıyla organik ilişkisini dikkate almadılar. Parti içindeki anti-faşist sol öğelere bakarak CHP’nin olumlu bir yanıt verebileceğini düşündüler.
Bugün de CHP’ye çağrı yapanlar boş bir beklenti içindeler. CHP temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarını gözetir. Bunu görmek gerekir. CHP’nin iktidar partisi olmaması, muhalefet görüntüsünde olması bizi aldatmamalıdır. CHP muhalif misyonuyla geçmişte olduğu gibi bugün de, düzene şu ya da bu derecede muhalif halk sınıflarını, düzeni korumak ve kollamak adına, kontrol altında tutmak işlevini yerine getiriyor. İçinde bazı solcu vekillerin, yöneticilerin olması da bu misyon ve işlevin iyi bir şekilde yerine getirilebilmesi içindir. Yani düzen ve CHP arasındaki ilişkiyi, CHP’nin bu işlevini pratik olarak yerine getirmesi sırasında da tespit etmek gerekir. Yanlış beklentiler içinde zaman kaybetmemek lazım. Bu arada, geçmişteki halk cephesi deneyimlerini de dikkatle incelemek, o deneyimlerden istifade etmek lazım.
KÜRT SİYASETİNİN HALİ PÜR MELALİ
Yukarıda CHP için söylediklerim, benzer ve farklı gerekçelerle Kürt siyaseti için de geçerlidir. Bu bir ulusal harekettir. Sadece PKK’dan, Kandil’den ibaret değildir. Bugün içindeki burjuva ve küçük burjuva öğlerin etkinliğinde “fırsatlar” yakalamıştır. Bunları kullanmak istediği, bundan vazgeçmeyeceği açıktır. Bu yolda gidebildiği yere kadar gidecektir. Bu yol, düzenle, emperyalistlerle işbiliğinden geçmektedir. Bunu görmemek için çok saf olmak lazım. Elbette olası bir cephe platformu da Kürt siyaseti açısından “fırsat” gibi görülecek, orada da “en azından bir gölgemiz bulunsun” anlayışıyla hareket edilecektir. Bunu tahmin etmek için keskin bir öngörü yeteneği gerekmiyor.
“Seçim ittifakı” üzerinde odaklanmak, hesapları ona göre yapmak, en iyi durumda eskiden olduğu gibi doğrudan ya da dolaylı, malum Kürt ve Türk siyasetleri arasındaki bağlaşmayla sonuçlanacaktır. CHP’nin böyle bir ittifaka dahil olmayacağının kesin olduğunu da düşünürsek… BHH’nin paspas haline gelmesine izin vermemek gerekiyor.
Şunu artık göreceğiz, PKK-HDP gerici örgütlerdir. Öcalan’ın 2013 Mart’ındaki mektubu bunun açık olarak ilan edilmesiydi. Esasen ABD’nin bölgeye ilk doğrudan müdahalesinin gerçekleştiği bir zamanda Kürt siyaseti gerici tarihsel referanslarına geri döneceğinin işaretlerini vermişti. O şartlarda silahlı mücadeleyi sürdürmek ancak ABD’nin izniyle mümkün olabilir, ya da ABD’yi de hedefleyen bir mücadele olabilirdi. Birinci şık tercih edilmişti. Bugün gelinen noktada, emperyalistlere dayanarak varlığını sürdürüyor olmak bakımından PKK ve IŞİD arasında, özellikle emperyalistler açısından, anlamlı bir farklılık yoktur.
Ben devrimciyim, lafa değil, eyleme, reel olana bakarım. Lafımı esirgeme ihtiyacı da duymam. Irak’ta Suriye’de sadece Kürtler değil, Araplar, Yezdiler, Hıristiyanlar, Aleviler, Şiiler, Ermeniler de katledildi. Halen de ediliyorlar. Bunun sorumlusu emperyalistlerdir. Emperyalistlerle işbirliği yapanlar da bu cinayetlerden sorumludurlar. IŞİD’i Kürtleri öldürmeye başladığında, “katil” ilan etmek, en yalın şekliyle siyasal ahlaksızlıktır. Bu Orta Doğu’daki kirli emperyalist oyuna gönüllü olarak dahil olmuş Kürt siyasetine devrimci bir karakter atfetmek, devrimcilere saygısızlıktır. Bu haliyle bu siyasetin süslü “demokratik” “liberal-anarşist” laf salatasının devamında daha da sağ konumlara savrulacağına şüphe duymamak gerekir. Şimdi çıkıp, “efendim ama Kürt siyasetinde, CHP’de, İP’de iyi adamlar da var, (ne demekse) gerçekten solcu olanlar da var” diyerek siyasette tavır belirlenmez. Böyle bir mantık, değerlendirme solcuların tarzı olmamak gerekir. “İyi adamlar” her yerde olabilir. Öznelerle, onların açık veya olası niyetleriyle değil, somut siyasetle meşguluz.
Öte yandan, son zamanlardaki Şeyh Sait, Seyid Rıza etrafında yapılan tartışmalarda Kürt siyasetinin yerleşmiş olduğu siyasal konum da bu gericileşmenin açık bir göstergesidir. Bu figürleri ve temsil ettikleri davayı Tayyip de savunuyor. Bu adamları Tayyip’in de savunuyor olmasının hem demagojik bir boyutu var (pekala bir zaman sonra milliyetçi bir belagat içinde onlara karşı da çıkabilir) hem de bu figürlerin feodal, dinci, “eski düzeni” ihya etme gayesi taşıyor olmaları dolayısıyla irticai bir boyutu var. Bu bakımdan da Kürt siyaseti için bugünkü rejimle bir uyuşma söz konusudur. Bu CHP için de geçerlidir. Her iki siyasetin de tutarlı bir çizgi boyunca anti-emperyalist tutumu sürdürememelerinin ortak bir nedeni, daha önce bir çok kez söylemiş olduğum gibi, ta en başından anti-feodal bir konuma sahip olmamalarıdır.
Artık devrimci solcuların devrimci-demokratik Kürt taleplerini, Kürt hareketini değil ama hakim Kürt siyasetini düşman kampın bileşeni olarak görmeleri gerekir. Aksinde ısrar, sol harekete zarar verir. Kimse kendisini aldatmasın. Zaten bugün Kürt siyaseti kitlesel tabanını da büyük ölçüde gericileştirmiştir.Yani ilericilik, devrimcilik iddiasındaki bir hareketin kitlesi değildir. HDP,MHP,AKP tabanları arasında entelektüel bakımdan anlamlı bir kalite farkı yoktur.
CEPHE ÇABALARI
Öncelikle ne önceki “sol cephe”, ne de şimdiki “BHH” ile yapılmak isteneni anlamamış olduğumu belirtmek isterim.Yazılanları, bildirleri okuyorum ama net olarak anlatılmak isteneni kavrayamıyorum. Bunun sadece benim anlama kapasitemle ilgili bir sorun olabileceğini de sanmıyorum. Bu çabaların içinde olan arkadaşların kafalarının da net olmadığını düşünüyorum. Olabilir, ancak bu hale süratle son vermek gerekir.
Bunun önemli bir nedeni, bu oluşuma katkı yapan örgütlerin henüz bir kulüp havasından çıkamamış olmalarıdır. Bir liderlik söz konusu değil. Her kafadan bir ses çıkabiliyor. Bu şartlarda gerçek bir leninist parti haline gelmeyi ötelemiş olursunuz. Sürekli ertelenmiş ayrışmalar ortamı içinde hareket ederseniz ve biraz zorlu virajda ayrışmalar başlar. Böyle bir durum her zaman gerçek bir leninist parti için de olanak halinde vardır, fakat bu olanağı bir liderlik altında (elbette burada liderlikle kastın idari, hiyerarşik bir olgu olmadığı anlaşılmalıdır) kısıtlı halde tutmak mümkündür. Liderlik için de cesaret lazım. Neyse. Bu örgütlerin bu hallerini kaçınılmaz olarak birlik veya cephe platformlarına da taşıyacakları açıktır.
Ne yapmak için birlik, cephe ya da her neyse? Son günlerde yazılanları okuduğum zaman kafam karışıyor. Seçim ittifakı gibi görenler var. Belli bir program etrafında eylem birliği olması gerektiğni savunanlar var. Ancak program nedir? İzleyebildiğim kadar, programı bir tür burjuva demokratik çerçeveyle bağlamak isteyenler var. Bunun ağırlıklı bir eğilim olduğu izlenimi ediniliyor. “Kürt siyasetini kazanmak” başlıca kaygu olarak sunuluyor.
Öncelikle burjuva demokratik çerçevenin bugün geri dönme, bir süreliğine dönse de, sürdürülebilme olanağı yok. Önce kapitalizmi anlamak lazım. Kapitalizm sürekli genişlemek, dolayısıyla yayılmak zorunda olan bir sistem. Bunu yaparken bütün siyasal, hukuksal, kültürel ayak bağlarından, artık kendisine dar gelen önceki çerçevelerinden kurtulmak ister. Bentleri aşar. Modern jeo-ekonomi-politik de (Mesela Çin ve Rusya’nın kuşatılması) bu dinamik göz ardı edildiğinde anlaşılamaz. Bu dinamik içinde bütün kapasitelerini, yeteneklerini, kaynaklarını da tüketir. Bu bakımdan feodalizmden çok antik köleciliğe benzer. Genişler, yayılırken, sadece asli niteliklerini değil, çelişkilerini, defolarını, zayıflıklarını da yayar. Büyütür. Onun için tek değer sürekli büyümesi gereken paradır. Onun dışında her şey (mesela, demokrasi, laiklik), bu amacına erişirken kullanacağı bir araçtır. Ulus-devlet formuna, sosyal-devlet anlayışına, seküler yapılara, erkler ayrılığına, vaktiyle kendisinin kurmuş olduğu eğitim-öğretim anlayışlarına vs saldırır. Sürekli kendi kendisini tüketen ve tükettikçe barbarlık sınırlarını kat eden, sürekli kendi içindeki hiyerarşileri tasfiye edip yeniden ama her defasında daha da daraltılmış bir taban üzerinde yeniden kuran, evlatlarını yemekten kaçınmayan bir dinamizden söz ediyoruz. Kapitalizm çağının bütün büyük savaşları bu dinamizmden çıkmıştır. Kapitalizmin krizi denen şey aslında bu dinamizmin tamamen kontrolden çıkması, sistemi bütün holistik kayguları bir yana atıp vahşice yemeye girişmesi halidir. İsterseniz, azma halidir. Bu bakımdan bugün sürmekte olan bunalım onun tarihinin en büyük bunalımıdır. Yine bu bakımdan bir uygarlıklar çatışmasından değil, kapitalist uygarlığın çürüyüp sönme sürecinden söz edilmesi gerekir.
Kapitalizm, burjuva demokratik çerçeveyi ya yerini almak istediğ sistemi tasfiye ederken ihtiyaç duyduğu toplumsal ittifaklar için kullanır. Veyahut geçmişte de olduğu gibi, halk sınıflarının direnişi karşısında geri çekilmek ihtiyacı duyduğunda, zorunlu ama geçici bir “sulh” aşaması olarak görür. Yani hegomonya kurmak için araç işlevi görür. O çerçeve içinde duramayacağını bilir. Bu bakımdan kapitalizmin önüne “burjuva demokratik” bentler çekmeye çalışmak bir işe yaramaz. Yani sürdürebilir değildir. Onu imha etmeye yönelik bir strateji gereklidir. Asgariden hareketle azamiyi elde etme şansımız çok zayıf. Azamiyi baştan onun karşısına koymamız lazım. Çünkü onun dinamizminde asgari olan hiç bir şey yoktur. Tanım itibarıyla azamidir. Onunla onun koşullarını, saiklerini idrak edemeyen bir anlayışın savaşması olanaklı değildir. Modern tank savaşında süvariyle savunma yapmak ilkellik olur.
Proletarya devrimcilerinin “burjuva demokratik” ya da salt aydınlanma çerçevesi veya söylemiyle toplumsal hegemonya kurması olanaklı değildir. Kurduğunuzu sandığınız yerde çok geçmeden bunun bir bumerang olduğunu anlarsınız. Tayyip’in sıkıştıça kaçınılmaz olarak dozunu arttırdığı islamcılığına, “hakiki islam”la karşı çıkmak gibi bir şeydir bu.
Şimdi bu şartlarda, Batılı emperyalist ülkelerdeki konformist “sol” anlayışlara referans vererek yola çıkmak ahmaklık olur. Bu “sol” bir AB’cilik olur. Önce bir siyasal zihniyet devrimi yapmadan, sosyalist devrim gerçekleştirilemiyor. Bolşevik Devrimi’ni giden yol, “Ne Yapmalı?” devrimiyle açılmıştı. Lenin, o zaman batılı konformist solculara itiraz etmişti ( Bu bakımdan “tek ülkede sosyalizm” siyasetinin “Ne yapmalı?” dan çıkan bir öngörü olduğunu söylemek pekala mümkün).
Birlik, cephe tartışmalarının yapıldığı bir zamanda, mevcut gerici haliyle Kürt siyasetine karşı tavır, birlik, güç birliği adına bir ölçüt işlevi görmelidir. Bir ayağı gericilerle işbirliğinde, öbür ayağı böyle bir birlik içinde olunamaz. Kabul edilemez. Elbette pragmatik, ulusalcı Kürt siyaseti Türkiye solu içinde, sol birlik olanaklı olabilirse, onun içinde de etkisini sürdürmek isteyecektir. BHH’yi böyle bir bundist stratejinin platformu haline getirmemek gerekiyor. Yoksa, bırakalım her geçen gün kendi etnik gündemine daha fazla gömülen HDP, EMEP ve ÖDP arasında hiç sona ermemiş koalisyon devam etsin.
Yeni ilerici Türkiye’yi bu oluşumların dışında kalanlar, bunlarla işbirliği yaparak kirlenmemiş olan güçler, Haziran halkı kuracaktır. Bu kurucu irade ancak bir devrimle ortaya çıkabilir.
SEÇİM SORUNU
Türkiye’de bu şartlarda seçimlere katılmak düzenin arabasına koşulmak gibi bir sonucu kabullenmek anlamına geliyor. Hayır, emekçi halkı devrimden başka çıkış yolunun olmadığına ikna etmek gerekiyor. Seçimlere koşularak bunu yapabilmek mümkün değildir. Kaldı ki her seçim, giderek genişleyen boyutlarda, görülmemiş ölçüde şaibelerle gerçekleştiriliyor. Seçim barajı da malum.
AKP rejimi, ekonomik, siyasal ve kültürel yapılarda her geçen gün artan tekelciliğiyle demokratik alanı son derece daraltmıştır. Hiç bir demokratik muhalefet olanağının bu sürekli daraltılan alanda kendisini realize etmesi mümkün değildir. Bu şartlarda parlamento muhalefetinin konu makeni olmaktan gayri bir işlevi olması olanaklı olamaz. Yine bu şartlarda, AKP rejiminin tekel kurduğu alanın dışında bir iktidar odağı haline gelmek zarureti vardır. Seçim oyununa dahil olarak bu gayeyi gerçekleştirmek mümkün değildir. Tersine, mevcut koşulların konsolidasyonuna hizmet edilmiş olunur.
Sol olarak geçmişte yaptığımız bir yanlış Haziran’dan sonraki seçimlere katılmak olmuştur. Elbette o zaman protestonun izahı güç olacaktı ama bu güçlüğe teslim olmamak gerekirdi. Bugün baktığımızda o seçimin AKP’ye hayat öpücüğü işlevi görmüş olduğu anlaşılıyor. O zaman Haziran ruhuna uygun olan, onu tamamlayan bir davranış seçimleri protesto etmek olurdu. Haziran halkı meydanlarda bu rejimi bütün bileşenleriyle birlikte açık bir şekilde ret etmemiş miydi? Haziran halkının bu seçimlere katılması, onun geriletilmesi gibi bir işlev görmüştür.
Kılıçdaroğlu Haziran başında Taksim’e geldiğinde o büyük kalabalıkta kimseden bir ilgi görmemişti. Oradaydım. Tanık oldum. Etrafındanki beş on kişiyle birlikte yüz bulamayınca (kalabalıktan kendisiyle tokalaşacak bir adam bile bulamadı) çekti gitti. Ancak seçim sırasında Haziran halkını istismar etme olanağı buldu. Bu adam kesinlikle dürüst değil. Uluslararası oligarşi onu kullanıyor (Mesela, cumhurbaşkanlığı seçimleri için malum iç ve dış merkezler Tayyip’in karşısına koyacakları adayı önceden belirlemişler, Kılıçdaroğlu sanki böyle bir şey yokmuş gibi, “demokratik” bir görüntü vermek adına partileri ziyaret ederek, bir aday belirlemeden önce görüş alışverişinde bulunduğunu iddia ediyor. Yalan söylüyor. Tayyip ta başından niyetinin ne olduğunu yeri geldikçe açık açık söylüyor. Hem Baykal hem Kılıçdaroğlu sürekli yalan söylüyorlardı. Söylemeye devam ediyorlar. “Truva atı” işlevi görmenin gereği tabii).
Seçimler için ittifak yanlıştır. AKP rejimini alaşağı edecek devrim için ittifak zarurettir. Haziran hareketini, bütün bileşenleriyle birlikte AKP rejimi altında idare edilen düzene karşı başlıca muhalefet odağı, devrimin öznesi haline getirmek gerekir. BHH’nin Syriza’laşmasına mani olunmalıdır. Bu rejim çökmeden seçimlere iştirak rejim için bir kez daha hayat öpücüğü işlevi görebilir. Bu rejimi demokrasi oyununda yalnız bırakalım. Seçim ittifaklarının sonucu, son belediye seçimlerinde Ankara’daki ittifakın sonucundan farklı olmayacaktır. Her seçim CHP’nin suni muhalefet rolünü parlatmaya yarıyor. CHP üzerinden rejim kendisini meşrulaştırıyor. Rejim için “milli irade” CHP sayesinde olanaklı olabiliyor. Son on yılda her seçim CHP’nin sol adına Truva Atı rolüne soyunmasına hizmet ediyor.
Son on yıldan beri her seçim CHP’yi daha da gericileştiriyor. Partinin kıyısında köşesinde hâlâ kendisine yaşam alanı bulabilen sol emareler de siliniyor. Sürekli gericileşen, AKP’leşen bir CHP seçimlerle parlatılıyor. Buna tekrar izin vermeyelim. AKP’yi geriletmek için CHP’yi de geriletmenin gerektiğini düşünüyorum. Son 10 yılda her seçimde, AKP CHP’nin katkılarıyla büyüdü. CHP’nin daha da gerilemesi sol talep ve arayışı takviye edecektir. Aksi halde, seçimler solun bir kez daha “CHP beklentisi”ne katkı yapmasına ve dolayısıyla patinajına devam etmesine hizmet edecektir. Bir kez daha CHP’nin sol adına kendisini başlıca muhalefet odağı olarak sunmasına yardoımcı olmayalım.
CHP seçmenine CHP’nin bir “truva atı” olduğunu anlatabilmek için önümüzdeki seçimleri (şartlar böyle devam ettiği sürece) protesto edelim, ama bunu yaparken alternatif devrimci sol bir platform oluşturalım. Birlik, cephe, adı her ne olacaksa, bunun için lazım. Haziran halkınının bizatihi kurucu irade olduğunu ilan etmemiz lazım. Yani BHH seçime daha güçlü katılmak için değil, Haziran halkını kurucu irade haline getirmek için araç olmalıdır. Bu gayeyi hasıl etmek seçimlere katılarak değil, tersine kazananı önceden belli seçim oyununu inkar ederek mümkün olabilir.
Şunu dikkate almak lazım: Bu şartlarda her seçim, rejim açısından üzerindeki basıncı atan supap işlevi görecektir. Oysa bizim için bizatihi bu basınç devrimci olanaklar taşıyor. Zaten onu berkitecek bir etkinlik içinde bulunmuyor muyuz? Bulunmamız da gerekmiyor mu?
Cumhurbaşkanlığı seçiminin protesto edilmesi halktan beklenmedik bir destek bulmuştur. İşte kitle çizgisi budur. Doğru siyaset, doğru talep demektir. Doğru talep ve doğru siyaset, iktidar demektir.
PARTİ, ÖRGÜTLENME VE “KİTLE GREVLERİ”
Örgütlenme meselesine gelince, örgüt, öncü örgüt gereklidir. Ancak örgütü bir fetiş nesnesi haline de getirmemek gerekir. Örgütü öncelikle kanlı-canlı bir araçsal nitelik olarak görmeliyiz. Niceliğin desteğini almak, daha doğrusu niceliği yönlendirmek bu nitelik sayesinde mümkündür. Geniş bir örgütsel ağa sahip olup, büyük kalabalıkları içerebilirsiniz, ama örgütsel yeteneğiniz, kapasiteniz zayıf olabilir. Önemli olan örgütsel yetenektir.
Örgüt bir araçtır. Devrimci örgütler her zaman niceliğe değil, niteliğe referans verirler. Avrupa’da bir dönem bir çok komünist partisi yüzde yirmilerin üzerinde oy alıyor, sendikaları, gençlik gruplarını kontrol ediyordu, ne oldu? Devrim mi yaptılar? Tersine, daha fazla insandan oy almak adına ideolojik ve siyasal konumlarından tavizler vererek,yanlış ittifaklara dayanarak oportünizm, revizyonizm içinde çürüdüler, eriyip gittiler. Böyle bir metod için kaçınılmaz olan sonu hazırladılar. Şöyle bir anlayış var, “insanlar gelecek partimize üye yazılacaklar, böylece nicel olarak güçleneceğiz, ondan sonra bizi görecekler”, bu doğru değil!
Bakınız, Haziran’da kimi mevcut örgütler üyelerini olaylara sevk ettiler. Ancak hepsinin örgütsel yetenekleri sınırlıydı. Basit bir örnek vereyim, gazı yiyince örgütsüz olan büyük kitleyle birlikte darmadağın geri kaçılıyor, kimsenin kimseden haberi olmuyor. Mobil telefonlarla haberleşiliyordu. Yani örgütlülerin durumu örgütsüzlerden farklı değildi. Bir planları, yani uygulayabildikleri bir planları, stratejileri yoktu, nasıl geri çekilecekler, nasıl saldıracaklar ? Anlatabiliyor muyum? Zaten o yüzden iş o kadar uzadı ( O sıralarda olaylar başlayalı 8-10 gün olmuş, bir taksiyle bir yerden başka bir yere gideceğim, taksi şoförü başlarda bizi desteklediğini söylüyor, ancak artık işi çok uzattığımızı, işin tadını kaçırdığımızı, böyle “gaz ye kaç geri gel, tekrar gaz ye kaç” bu iş değil, ne yapacaksanız bir an önce yapın, işimiz gücümüz var” diye ilave ediyordu) Örgütsel kabiliyet bu planlara sahip olup, onları uygulama anlamına geliyor. Bu halinizle yüzbinleri meydanlara sevk etseniz ne olacak?
Sonra bütün devrimler kendiliğinden hareketler halinde başlar. Kendiliğinden hareketler, ya da kendiliğinden “kitle grevleri” her zaman teşvik edilmelidir. Devrimci parti bir kez ortaya çıktıktan sonra bu ayaklanmaları yönlendirme, belli taleplere kanalize etmek gibi bir rol üstlenir. Önceden davetiye çıkartarak, randevuleşerek ayaklanma, devrim olmaz. Bir çok kişi geçen Haziran, yıldönümünde yani, tekrar benzer olayların olacağını sandı. Olur mu öyle şey?
Emperyalizm koşullarında devrimler doğuracak fay hatları hareketlenir, üzerlerindeki enerji birikimi ve kırılganlıkları artar, ancak depremler gibi ne zaman patlayacaklarını öngörmek mümkün olmaz. Tahmin edilebilir ama kesin bir tarih verilemez. Fay hattı da genellikle bir kerede kırılmaz. Bu bakımdan devrimci öncü partisi duyarlılığı yüksek sismik bir merkez gibi hareket etmek zorundadır. Partinin bu duyarlılığını arttırmak önemli bir görev olmalıdır.
Devrim, aynı Haziran’da olduğu gibi, ” geliyorum” diyerek kendiliğinden ayaklanmalar halinde, kendiliğinden “kitle grevleri” halinde ortaya çıkacaktır. İşte öncü bu anda devreye girerek ön alacaktır. Örgütlü hareket bu andan sonra sürekli olarak bu ana hazırlanmış olan öncünün çabasıyla mümkün olabilecektir. Hazırlıklı olmadan olmaz. Ne istediğini bilen, ne yapması gerektiğini daha iyi bilir. Hazırlık evresi mutlaka kitle içinde, onunla yakın temas halinde, iç içe geçirilmelidir. Böylece onun hissiyatı, özlemleri, talepleri parti tarafından kavranabilecek, kitle harekete geçtiğinde parti bu hissiyatın ete kemiğe büründüğü bir merkez olacak, kendisini kitlenin özlem ve taleplerinin bayrağı haline getirebilecektir. “Örgütlenme, örgütlenme” deyip kulağın üstüne yatmaktansa, mevcut olanların yeteneğini arttırmak çok daha anlamlı değil midir?
Mesela, Bolşevikler, Menşeviklere, SR’lara göre küçük sayılabilecek, üye sayısı az bir grup olmalarına rağmen kitleyi hissetme kapasitesileri yüksekti. Kitleye en yakın partiydi. “Barış ve ekmek” talebini yükselterek kitleyi ve iktidarı kazandılar.
İşte örgütsel yetenek dediğim budur. Bu yeteneği kazanmak kitle içinde, ondan kopmadan, onun gerisine düşmeden, onun bir adım önünde, ama onun önünden de koşmadan yürütülecek çok disiplinli bir çabayı gerektiriyor.
Özellikle bugünkü gibi sendikaların, kitle örgütlerinin, meslek örgütlerinin etkisizleşmiş olduğu şartlarda kendiliğinden kitle hareketlerinin önemi artıyor. Öncü bunları teşvik etmelidir. Parti aygıtlarını “üye kayıt bürosu” olarak görmemek lazım. Sürekli örgütlenme çağrısı, yan gelip yatmanın kamuflajı olmamalı. Tabii bunun legaliteyi abartmakla da bir ilişkisi var. Devrimci mücadelede esas olan leninist partidir. Başkaca hiç bir şart ve araç mutlaklaştırılmamalıdır.
Devrimci bir hedefi olan hareket içindeki insandır. Onun elinde devrimci siyaset de öyledir. Statik, yapısalcı bir anlayıştan kurtulmak lazım. Yapısalcı kafa marksizmin diyalektik yöntemiyle bağdaşmaz (Hatta 50’lilerden itibaren SSCB’nin, ve belli bir konsolidasyon seviyesine ulaştıktan sonra Avrupa komünist partilerinin kaçınılmaz olan bu statikleşmeyi kabullenmiş olmalarının izleyen yenilgiyi davet etmiş olduğunu da söyleyebiliriz. Diyalektik akli cevvaliyetten eser kalmamıştı. Teori el altında orada duruyordu ama yöntem kaybedilmişti. Yöntemi kaybeden yönünü kaybeder. Teoriyi de kaybeder. Marks’ın devrimci diyalektiği yoksa marksizm-leninizm de yoktur. Bu bakımdan, yeri gelmişken, yapısalcı ve analitik marksizm olmaz. ) Kitabi bilimsel ilkelerimiz, yol göstericilerimiz var, tamam, kabul ama bir süreç olarak sosyalizm kervanının büyük ölçüde yolda düzüleceğini de öngörmek lazımdır.
ÖNCELİKLİ OLAN SOSYALİZM MÜCADELESİDİR
Son olarak, bugün Aydınlanma mücadelesini sosyalist mücadelenin önüne koymak doğru değildir (Bir de şimdi buna marksist literatürde hiç bir yeri olamayan, burjuva sosyolojisinden alıntı, uyduruk bir “modernite” veya “demokratik modernite” kavramını ilave derek telaffuz edenler çıktı). Sosyalizm tanımsal olarak aydınlanmacı değerleri, en başta laikliği kat eder. Bugün başta laiklik olmak üzere bütün bir aydınlanmacı anlayışa karşı gerici faşist bir savaş açılmış olduğu vak’adır. Ancak bununla mücadele bildik burjuva demokratik çerçevede ve burjuva demokratik ideolojik çağrışımlara referans verilerek yapılamaz. Yukarıda da söylemiş olduğum gibi, bugün Cumhuriyet, laiklik gibi talepler ancak sosyalizm bayrağı altında verilecek bir mücadeleyle kararlı ve tutarlı olarak gerçekleştirilebilir. Önceki rejime referans verilerek, ihyacı (mesela Aydınlık çevresinin anlayışı, Yalçın Küçük gibilerinin anlayışı) bir programla emperyalist burjuvazinin değirmenine su taşırız. Unutmayalım, AKP rejimi, “kemalist rejim” in ruh ikizidir. Onun içinden çıkmıştır. Kemalist rejimin özellikle son 60 küsur yılına baktığımızda, aralarındaki sürekliliği net olarak tespit ediyoruz. Her iki rejim de aynı emperyalist vesayet sisteminin bileşenidirler. Emperyalist sistemin, farklı dönemlerindeki farklı taleplerine göre dizayn edilmişlerdir.
Geriye dönerek değil, ileriye giderek gericiliği tasfiye edebiliriz. 1917 olmasaydı, 1789’un bütün devrimci kazanımları daha o zamanlarda yok edilecekti. Öyleyse bugün 1917’nin gerisine düşemeyiz. 1789, inkarın inkarı olarak 1917’de içkindir. 1917’den sonra 1789’u, 1917’den hareketle anlayabiliriz. Başka bir ifadeyle,1917, 1789’a bakmadan kendisini tanıyamaz. Ancak 1917’den sonra da 1789, 1789’daki anlamını taşıyamazdı.
* Bu yazı 17-27 Aralık 2014 tarihleri arasında yazıldı.