Günümüz ülkelerinin jeo-ekonomi-politik konumu bugün oluşmamıştır. Tarihsel bir süreç içinde, toplumsal, çevresel iç ve dış siyasal mücadelelerin sonucu olarak şekillenmiştir. Ülkelerin toplumsal formasyonları, kültürel yapıları zaman içinde dönüşümler geçirse de, jeo-ekonomi-politik konumları, kayguları, öncelikleri yeni koşullarda, yeni görünümler altında devam edebiliyor. Devam etmesi için mücadele ediliyor. Jeo-ekonomi-politik belli bir coğrafya üzerinde tarihsel olarak oluşmuş uluslararası toplumsal-sınıfsal mücadeleleri, tanımsal olarak bağrında sınıfsal ilişkileri barındıran devletler arasındaki ilişkileri kat eder. Tarihsel- kollektif bilinç biçimlerine referans verir.
Emperyalist sistem içerisinde, emperyal güçler kendi çıkarlarına göre jeo-ekonomi-politik stratejiler oluşturuyorlar. Dinamik bir toplumsal-siyasal-kültürel mücadeleler alanı olarak jeo-ekonomi-politik stratejiler içerisinde öncelikleri, bu dinamizme bağlı olarak değişebilse de, ana stratejik konum, onu sürdürebilmek için belirlenmiş hedefler, emperyalist güçler istediklerini elde edemedikleri sürece, değişmeden kalıyor. Daha doğrusu, emperyal güçlerin bu hedefleri, direnişlerle karşılaşınca geriletiliyor, zorunlu olarak ertelenebiliyor, daha dolaylı şekillerde, farklı kombinasyonlar, görünümler altında her zaman gözetiliyor ama uygun şartların oluşmasına kadar bekletiliyor.
Bugünkü emperyalizmin kendisini bütünsel, programatik anlamda jeo-ekonomi-politik olarak ifade ettiği bir zamanda, 19.yy’ın sonlarından itibaren sistemin hegemonik gücü olan anglo-amerikan emperyalizmi dünya üzerinde hegemonyasını genişletmek, konsolide etmek adına stratejisini yetkin ve kalıcı bir şekilde belirledi. Buna göre, jeo-ekonomi-politik stratejinin pivot bölgesi, bir yandan, büyük hammade, ucuz işgücü, pazar olanaklarına; diğer yandan, sisteme rakip olabilecek olası güçlerin mevcudiyetine referans veren Avrasya idi. Şunu da söylemek mümkün: Modern “jeo-politik” coğrafi bir gerçeklik olarak Avrasya’nın ekonomi-politik anlamda sorunsallaştırılmasıyla ortaya çıkmıştır.
Avrasya, komşu coğrafyaları da, Balkanlar, Kafkasya, Yakın Doğu (Türkiye, İran, Suriye, Irak), Rusya, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Çin’i de içeren çok geniş bir alanı kapsıyor. Anglo-amerikan hegemonyası en az yüz küsur yıldan beri bu coğrafya üzerindeki emellerini gerçekleştirmek adına askeri olanları da dahil, bütün siyasal araçları kullanmaktadır.
İki büyük dünya savaşının asıl saiki, iki gecikmiş ülkenin, Almanya ve Rusya’nın, anglo-amerikan emperyalist hegemonyasını, ekonomik ve siyasal olarak tehdit eden güçler haline gelmiş olmalarıdır. Rusya bizatihi Avrasya coğrafyasının geniş bir kısmında yer alırken, Almanya bu bölgeyi kontrolü altına alma emelleri taşıyordu. Anglo-amerikan hegemonyası tarafından tanımlanmış geniş Avrasya coğrafyasında mevzi kazanıyordu. Söz konusu olan sadece dar anlamda siyasal nüfuz değildi. Mesela, Alman sanayi ürünleri kaliteleri itibarıyla İngiliz sanayi ürünlerini geride bırakmış, onları “ikinci sınıf mal” haline getirmişti. Yani Almanya ekonomik olarak da İngiliz ekonomisini tehdit eden bir güç haline gelmişti. Mesela, Almanca uluslararası mühendistik anlamda bilim dili haline gelmişti.
Özcesi, her iki rakip batılı kapitalist güç, Almanya ve Britanya için coğrafyanın en büyük sakini olan Rusya’nın şu ya bu şekilde aşılması ya da engel olmaktan çıkartılması gerekiyordu. Rusya söz konusu olduğunda Almanya ve İngiltere’nin çıkarları benzerdi. Çünkü her iki güç de Rusya’ya emperyalist bir mantıkla bakıyorlardı. Yani bir emperyalist “ortak akıl” dan hareket ediyorlardı (Bu “ortak akıl” ı iki emperyal gücün kullandıkları siyasal araçlarda da saptamak mümkün. Mesela, müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı coğrafyada “siyasal islamcılık” ı kullanmak gibi. Siyasal islamcılık ancak emperyalizmin aracı haline dönüşerek etkili bir siyasal oyuncu haline gelebilmiştir. Arkasından kapitalist-emperyalist finansman ve siyaseti çekerseniz, siyasal islam birtakım meczubun anakronik “asr-ı saadet” gevezeliğinin ötesine gidemez.
Bugün olduğu gibi dün de siyasal islam ya da ideolojik boyutuyla birlikte genel olarak islamcılık, egemen ulusal, laik yapıların, “tehdit”in etkisizleştirilmesi amacına hizmet eder (Mesela, Türkiye’de laik kemalist cumhuriyet kuruluyor, bir süre sonra ona karşı bir manifestoyla Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü zuhur ediyor. Biraz daha sonra Pakistan’da benzer islamcı hareketler oluşturuluyor) İslam coğrafyasını emperyalizme bağımlı arkaik feodal koşullara mahkum etmek ister. Bu bakımdan, emperyalizmin bu coğrafyayı “demokratikleştirme” iddiasını, arkaikleştirerek yönetmek olarak okumak gerekir).
Emperyalist “ortak akıl” dan hareket etse de, Almanya’nın aşılacak büyük bir engel olarak Rusya’ya öncelik vermesi, kendi çıkarlarından çok İngiliz çıkarlarına hizmet ediyordu. Her iki savaş da bunun emperyalist Alman stratejisi bakımından taktik bir yanlış olduğunu göstermiştir.
Rusya’yı çökertmek için önce Japonya, büyük maddi, askeri teşviklerle, anglo-amerikan emperyalizminin ittirmesiyle, 1905’te Rusya’ya saldırtılmış, Rusya’da devrimlere yol açacak ekonomik ve siyasal yıkımın koşulları hazırlanmıştı. Daha sonra, aslında anglo-amerikanlar karşısında, onu geriletilmesi bakımından, ortak çıkarlara sahip iki ülke, Almanya ve Rusya, Birinci Dünya Savaşı ile karşı karşıya getirilmiş büyük yıkımlarla sonuçlanan bir savaşa sürüklenmişlerdi. Anglo-amerikan diplomasisinin en önemli referanslarının başında, Almanya ve Rusya arasında bir ittifaka izin vermemek geliyor. Bunu bugün de net olarak görebiliyoruz. Birinci savaşın Alman-Rus episodunda, Rusya’da hiç hesapta olmayan bir siyasal sonuç ortaya çıkıyor: Büyük Sosyalist Ekim Devrimi.
Bu devrim çapına göre çok fazla kan dökülmeden gerçekleşmiş olmasına rağmen doğrudan emperyalist müdahale neticesinde doğan iç içe geçmiş iç ve dış savaş şartlarında milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Bilindiği gibi Britanya emperyalizmi önderliğinde yüz binden fazla asker ihtiva eden ABD, Fransa, Japonya gibi ülkelerin de dahil olduğu bir koalisyon gücü teşkil edilmiş, devrim Rusya’sına müdahale edilmiştir. Ülke işgal edilmiştir (benzer bir senaryo biraz sonra Türkiye’de de sahnelenecektir). Sadece Yunanistan’ın bu güce 25 bin civarında asker vermiş olduğu biliniyor (Rusya’daki işgal hali sona erince bu Yunan güçleri muhtemelen Anadolu’ya sevk edilmiştir). Yine bilindiği gibi emperyalist koro kendi sebep olduğu bu can kaybı, açlık, hastalık gibi trajik olayların sorumluluğunu Rus devrimcilerin üzerine yıkar. O bunu hep yapar. Bugün de yapmıyor mu?
Özetle şunu söylemek istiyorum: Rusya’da 1.D.Savaşı’nı, emperyalist müdahaleyle birlikte iç içe geçmiş iç ve dış savaşı (Rusya’da da, aynı Anadolu’da olduğu gibi, 1.Dünya Savaşı 1922’de son buldu. Hatta Sakhalin Adaları 1925’e kadar Japon işgali altında kaldı), ve nihayet 2.D.Savaşı’nı aynı emperyalist stratejinin kesintili aşamaları olarak görmek gerekir. SSCB’de sosyalist kuruculuk aşamasında iyice ayyuka çıkan sınıf mücadeleleri ve onun Parti’deki yansımalarını bu gerçeklik içinde birlikte değerlendirmek gerekiyor.
Bu çerçevede “tek ülkede sosyalizm” politikasının Lenin’in yeni şartlarda ortaya koyduğu bir politika olduğunu unutmamak lazım. Yani bu, Lenin’in sağlığında uygulamaya konmuş, ilk işaretleri Trotsky’nin çok katı bir şekilde muhalefet ettiği Brest-Litovsk da görülmüş, yeni leninist politika idi. Lenin’in ölümüyle bu politika Stalin önderliğinde başarıyla uygulanmıştır. Leninist “tek ülkede sosyalizm” siyasetini “stalinizm” olarak yaftalamak ne kadar yanlışsa, ona karşı öne sürülen (tarihsel olarak yanlışlanmış) “sürekli devrim” ya da “dünya devrimi” maceracılığını Trotskizmin yegane sermayesi olarak teşhir etmek de o kadar doğrudur. Trotsky tezinin tarihsel pratik olarak yanlışlandığını gördüğü için bu kez (tam da ondan beklenecek, bütün siyasal kariyeriyle tutarlık arz eden bir davranışla) emperyalistlerin işine çok yaramış patolojik “stalinizm” belagatına sarılarak siyasal iflasını dikkatlerden kaçırmak istemiştir. “Anti-stalinist” Trotsky salt retorikten ibarettir. Hatta onun kör, salt kendi egosuna dönük mantığını sürdüren sonraki Trotskistler farkında olmadan Hitler’in yok edilmesinden de “stalinizm” i sorumlu tutacak noktaya varıyorlar.
Bütün devrimler programlarını uygulamaya başladıkları andan itibaren sınıf mücadeleleri şiddetlenmeye başlar. Mesela Büyük Fransız Devrimi, ilk patlak verdiğinde sonraki evrelerine göre gayet mülayim bir seyir izlemişken, burjuvazinin iktidarı alma, kendi toplumsal-ekonomik programını uygulama kararlılığı, devrimciler arasında bölünmelere yol açmış, Danton devrimin sağını, emekçiler cumhuriyeti tasavvuruna sahip Hebert solunu temsil ederken en gerçekçi olan Robespierre ekibi burjuvazinin iktidarını gidebileceği son sınıra kadar taşımıştı. Bu süreçte sağın ve solun tasfiyesi kaçınılmaz olmuştu. Zaten devrimler de böyle bir işlev görürler. Devrim olağan, rutin olanın ilgası demektir.
Her devrim bir sınıfın devrini kapatıp başka bir sınıfın devrini başlatır. Sosyalist devrim ise buna ek olarak bütün sınıfların ortadan kalkacağı bir programa sahiptir. Ancak oraya kadar proletaryanın yönetimi altında olacaktır. Ekim devrimi sonrasında, sosyalizm kuruculuğu öncesinde, hatta sosyalizm hedefinden epey geriye düşülmüş şartlarda Lenin bir denge unsuru olmuştu. Bu henüz çatışma haline dönüşmemiş çelişkileri ihtiva eden bir denge haliydi. Sağın ve solun tasfiye sonrasına intikal etmiş bakiyelerinin Lenin’i ondan sonraki dönemden ayrı, steril bir konuma yerleştirmeleri bundandır. Oysa Lenin yaşasaydı, yani sosyalizm kuruculuğu onun önderliğinde tek ülkede uygulamaya konulsaydı, sonrakine benzer çatışmalar, tasfiyeler kaçınılmaz olacaktı. Tarzı, şekli bilinemezdi ama tasfiyelerin olması kaçınılmazdı. Aynı “dünya devrimi” konusunda olduğu gibi, leninizm pratik gerçekliklerden beslenerek teorik gelişimini sürdürecekti. Devrim-öncesi Lenin, leninizmle, devrim-sonrası Lenin ve leninizmi arasında mesafe olmaması mümkün değildi. Aksini düşünmek marksizm-leninizm metoduna aykırıdır. Böyle bakınca bugünkü bakiyelerin yaklaşımı, çarpıtma çabası bir yana, tamamen duygusaldır, devrimci metoda aykırıdır.
Ya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti yaşayacak ya da sınıf çatışmaları içinde aciz, yok olup gidecekti. Sovyet deneyiminde, Bukharin grubu sağı, Trotskistler solu temsil ediyorlardı (Tabii Stain’in veciz bir şekilde ifade etmiş olduğu gibi, soldan gidenin her zaman sağdan keskin bir dönüş yaptığını da unutmayacağız). Fransız Devrimi’ndeki Robespierre’in rolüne benzer bir işlevi gören Stalin ekibi olmuştur. SSCB’de Stalin devrini değerlendirenlerin bir çoğu bir devrimden söz edildiğini unutuyorlar ya da duymak istemiyorlar. O dönem Sovyet Cumhuriyetini, ABD, Fransa gibi ülkelerle karıştırıyorlar.
Şunu da ilave edeyim: Büyük Fransız Devrimi’nden Robespierre’i çıkartıp alırsanız, geriye pek bir şey kalmaz. Devrimin çağ açan büyüklüğü söz konusu dahi olamaz. Benzer bir tespiti Büyük Ekim Devrimi’nin Stalin’i için de yapmak gerekiyor. Bu bakımdan Robespierre ve Stalin arasında bir süreklilik olduğunu tespit edelim. Nitekim 1989 karşı-devriminin bugün dünyayı adeta sadece 1793’ün değil (Fransız Devrimi karşıtı liberaller ve muhafazkarlar, bilindiği gibi, gericiliklerini kamufle etmek için 1789’la değil, 1793’le sorunlarının olduğunu sık sık iddia etmişlerdir), 1789’un da gerisine düşürdüğünü ya da oraya doğru ittirdiğini gözlemliyoruz. 1789, 1793’e dönüşmese tamamlanmamış olurdu.1917’ye dönüşmese evrensellik iddiasını sürdüremezdi.
Demek ki, 1917’nin düşmesi, 1789’un da gerisine düşmek anlamına geliyor. Öyle ya, her tarihsel ya da çağ kapatıp, çağ açan devrim kendinden önceki devrimleri, devrimci mücadeleleri, kanı, terörü, acı türkülerini, zafer yürüyüşlerini, marşlarını birikmiş halde içerir. Bundan sonraki başlangıç noktamız 1917 olacaktır. Onun gerisinin 1917’siz bir anlamı, Ekim’den beri zaten yok. 1917 kendisinden önceki bütün tarihsel devrimlerin anlamını değiştirdi. 1917 olmadan artık onların gerçekçi bir tarihini yazmak kabil değildir. O devrimler de 1917 içinde kat edilmeden etkilerini sürdüremezler.
Bu son söylediğime dipnot olsun: Emperyalizm çağında Aydınlanma projesinin inkarını görmekteyiz. Yeni ortaya çıkan bir durum değil tabii. Burjuvazi bir zaman bayraktarı olduğu projeyi yarattığı vahşet şartlarında taşıyamazdı. Tanım itibarıyla burjuvazi hiç bir sürdürebilir evrensel idealin taşıyıcısı olamaz. Her gerçek evrensel insanlık ideali sınıfsızlığı, toplumsal eşitliği, toplumsal adaleti, bunların üzerinde yükselen özgürlüğü hedef edinmek zorundadır. Öyleyse, komünizm haline dönüşmeyen devrimci aydınlanma ideali kendisini burjuva karakteriyle dahi sürdüremez. Sürdürememiştir. Bugün bizatihi burjuvazi tarafından 1789’un gerisine ittirilme (bu ittirilmeye entelektüel hazırlık 1793’e saldırarak yapılmıştı), kanımca, ancak bu çerçevede açıklanabilir. Buradan hareketle “anti-stalinizm” in, anti-sovyetizm, anti-komünizm ve nihayet karşı-devrim olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu dipnottan sonra Stalin meselesine biraz daha devam edelim.
“Kişilik kültü” deyip işin içinden çıkan 20.Kongre her şeyden önce marksizm-leninizmin yöntemiyle bağdaşmayan bir tespit yapmıştır. Tabii bunun da bir sınıf tavrı olduğunu ihmal etmeyeceğiz. 20.Kongre Sovyet yönetiminde Bukharinci küçük-burjuvazinin etkisini hissettirdiği bir faaliyet olmuştur. Daha doğrusu Bukharinciliğin, onun üzerinde yükseldiği “gölge ekonomi” nin önünü açmıştır. Bu bahsi kapatırken, 20.Kongre’nin bol keseden “rehabilitasyon” vaadinin de bu Kongre’yi etkisi altına almış anlayışa uygun olduğunu belirtmek isterim. Hırsızları, sabotörleri, casusları, sahtekarları affedebilirsiniz. Bunu anlarım. Ancak devrimci mücadelede yapılan politik yanlışların rehabilitasyonu olmaz. Kabul edilemez.
Stalin’de yanlış olan, günlük ihtiyaçlardan doğan uygulamaların ya da taktik müdahalelerin haklı çıkartılması adına marksizm-leninizme kuramsal, ilkesel dayanaklar göstermek için başvurulması, eylem kılavuzu olması gerekenin, sözünü ettiğim anlamıyla, ideolojik araç haline getirilmiş olmasıydı. Lenin bunu yapmazdı. Politika üretmek için kullanmakla, politikayı haklı çıkarmak için kullanmak,isterseniz, propaganda için kullanmak arasındaki mesafenin açılmasına Lenin izin vermezdi. Birincisi, yaratıcılığa; ikincisi, doğmalaştırmaya kapı aralar. Reel olanı, reel gerekçelerle haklı çıkarmak anlaşılır ve kabul edilebilir. Hatta kuruculuk faaliyeti içinde böyle bir ihtiyacın ortaya çıkmaması mümkün değil. Ancak reel olanın, reel uygulamanının teori gereği olduğunu, ilkeselliğini iddia etmek kabul edilebilir değildir. Propaganda amacıyla marksizm-leninizmden istifade edilebilir tabii ama marksizm-leninizm salt bir propaganda malzemesi derekesine indirilemez. Üstelik bir bumerang haline dönüşmesi de mümkündür. Marksizm-leninizm bilimsel temeller üzerinde yükselir. Onu ideolojikleştirmek yanlıştır. Yanlıştır çünkü skolastik bir davranıştır. Kılavuz olması gerekeni, İncilleştirmemek gerekir.
Hay allah, nereden nereye geldik? Neyse haydi kaldığımız yerden devam edelim.
Bu arada, geçerken şunu da bir parantez içi not olarak belirtmek isterim: Anglo-amerikan emperyalizmi denilirken Fransız emperyalizmini buna tabi bir güç olarak görmek gerekir. Fransa ta 3.Napolyon’dan beri, İngiliz siyasetine tabi olmuştur ( Elbette Fransa’da İngilizseverliğin düşünsel kökleri çok daha eskidedir. Pekala onu Montesquieu ile başlatabiliriz. Bu düşünsel köklerin siyasal konumlar üzerinde etkili olduğunu ihmal etmememiz gerekir). Amiyane tabirle, kendi adına racon kesebilecek bir güce sahip olamamıştır.
Bu bahse biraz daha devam edelim, ilk kapitalist dünya savaşı egzersizi olarak görülebilecek, Napolyon savaşları sonrasında Fransa siyasal olarak giderek tamamen Britanya etkisi altına girmiştir. Anglo-fransız saldırganlığının ilk yetkin ifadesi olarak değerlendirilmesi gereken (yine bir dünya savaşı formuna sahip) Kırım Savaşı, o arada Çin’e karşı Afyon Savaşları ile birinci ve ikinci dünya savaşları arasında saldırgan failleri ve emperyalist hedefleri bakımından bir süreklilik vardır. Yakın geçmişteki Çin-Hindi, Vietnam, Afganistan savaşları, bugünkü Ukrayna, Tibet, Çin Türkistan’ıyla ilgili emperyalist politik tasavvurlar ve tasarruflar bu bağlam içine oturtulmadan anlaşılamaz. Burada emperyalist jeo-ekonomi-politiğn sürekliliğini de tespit edeceğiz.
İkinci Dünya Savaşı da esas olarak anglo-amerikan emperyalizminin yazdığı bir senaryonun uygulamaya konulmasıdır. Tıpkı birincisi gibi bu ikincisi de anglo-amerikan politikasıydı. Her ikisinin de asıl çarpışan, düşmanlaştırılan güçleri Rusya ve Almanya olmuştur. Bu bakımdan her iki savaşı da sahadaki baş oyuncuları itibarıyla bir Alman-Rus savaşı olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Anglo-amerikan emperyalizmi, Avrupa’da bugünkü gibi, kendi kontrolünde bir birlik oluşturma gayesine sahipti. Nazilerin 3.Reich projesine bunun için destek verdiler. 3.Reich bir Avrupa Birliği kurma girişimiydi. Ve bu girişim, egemen ulus-devletlerin birliğini değil, bugün gerçekleştirilmiş olduğu gibi, Avrupa’nın bağrında eşitsiz bölgeler yaratak, Almanya’nın ekonomik çıkarlarına hizmet edecek şekilde bir bölgeler birliğini öngörüyordu. Nitekim bugün AB’de, 4 motor tabir edilen bölgenin olduğu biliniyor (Baden-Wuttemberg, Rhone-Alpes, Lombardiya ve Katalonya). Bugün emperyalist think-tanklerden Japon Ohmae’nin “sınırsız dünya” derken kast ettiği de gelişmiş bölgeler arasında gelişmemiş olanlar aleyhine bir birliktir. Eşitlerin eşitliğidir. Öyleyse, Naziler ve Hitler, anglo-amerikan emperyalizminin global hegemonya tasavvurları bakımından aykırı bir olgu ve tip değildir. Tersi doğrudur. Anglo-amerikan aleminin Stalin’e yönelik öfkesini bu bakımdan da anlamak mümkün oluyor.
Avrupa’da bu tür her birlik girişimi Rusya’nın etkisizleştirilmesini öngerektirir. Rusya’yı bu proje önünde bir engel olarak görür. Her “avrupa birliği” projesiyle birlikte Rusya siyasal olarak sorunsallaştırılır. Aynı bugün olduğu gibi. Churchill’in, Kennan’ın anılarını; Dulles birader hakkında yazılanları okursanız, Nazi fikriyatıyla bir sorunlarının olmadığını anlarsınız.
Nazi Almanyası, ekonomik ve siyasal olarak çöküşün yaşandığı koşullarda, anglo-amerikan sermayesinin parasal desteğiyle yaratılmıştır (Sadece 1924-1929 yılları arasında ABD’den Almanya’ya aktarılan para 63 milyar altın Mark kadardı. Almanya’yı Alman ordusunu yeniden kuran sermayenin yüzde yetmişe yakını ABD menşeliydi. Hemen hemen bütün bildik Alman firmaları, daha doğrusu Alman sanayisinin büyük bir kısmı, Siemens, AEG, Opel, Volkswagen, IG Farben ABD tekellerinin, finans kuruluşlarının kontrolü altına girmişlerdi. Hatta büyükbaba Prescott Bush bu parasal trafikte rol üstlenmiş, yahudilere karşı bazı kirli akçalı işlere bulaşmış olduğu iddiasıyla 1943’de mahkemeye bile verilmişti. Avukatı da sonradan CIA başkanı olacak Nazi Allen Dulles idi). Bu desteğin temel nedeni, Almanya’yı SSCB’ye saldırtmaktı. 3.Reich adı altında Avrupa Birliği’ni oluşturmak için hareket eden Nazi Almanya’sı, İtalya ve Japonya’nın aralarında kurmuş oldukları ittifaka “anti-Komintern” adını vermiş olmaları tesadüf değildir. 3.Enternasyonal’e karşı 3.Reich. Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında akdedilen 1938 Münih Antlaşması, Almanya’yı doğuya, yani SSCB’ye saldırtma amacı taşıyordu.
Chamberlain ve Daladier bu gayeyi hasıl etmeye yönelik bir ortak diplomasi yürütüyorlardı. Stalin yönetimi bu diplomasiye büyük bir taktiksel öngörü olarak olumlanması gereken 1939 Münih Paktı ile yanıt vermişti. Münih Paktı sadece SSCB’ye savaşa hazırlık olanağı vermemiş, Nazilerin işgal stratejilerinde, aralarında Fransa’nın da bulunduğu Avrupa ülkelerine öncelik vermelerine neden olmuştu. Önce Batı’ya sonra SSCB saldıran Almanya, Batı ülkeleriyle SSCB’yi kaçınılmaz bir ittifaka zorlamıştı.
Yani 39 Paktı Almanya’nın izolasyonuna yol açmıştır. Oysa, 38’deki Münih Antlaşması Almanya dahil emperyalist devletlerin kendi aralarında SSCB’ye karşı bir ittifakı anlamına geliyordu. Sovyet diplomasisi, bütün Avrupa’nın yıkılması, savaşın çok daha uzun sürmesi, süreğen bir istikrarsızlık halinin konsolide edilmesi gibi sonuçları olabilecek bir hamleyi önlemiştir. Stalin diplomasisi bu emperyalist hamleyi SSCB’ye bir paratoner işlevi yüklemek pahasına boşa çıkarmıştır.
Çok önemli bir müdahaledir. Savaş sonrası Avrupa’nın tarihinde en uzun sürmüş ekonomik ve siyasal istikrarın, barış ve sosyal-demokrasi döneminin diplomatik manada kurucu hamlesidir. Stalin Avrupa’yı adeta ipten almıştır. 39 Münih Paktı’nı asıl bu bakımdan okumak gerekir.
Geçerken, Nazi kuvvetleri sadece Almanlardan oluşmuyordu. Başta Fransa olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinden ihmal edilemeyecek sayıda gönüllü lejyoner Nazi birliklerinin saflarında yer alıyordu. Mesela cephede ve cephe gerisinde olmak üzere yüz binden fazla Fransız lejyoner Nazilere hizmet veriyordu. Yani Fransa söz konusu olduğunda, sadece yurtsever, anti-faşist bir direniş yoktu. Nazi ordusu saflarında faşist, anti-komünist bir direniş de vardı. Hatta bir çok yerde, mesela Berlin’de, Kızıl Ordu’nun ilerleyişi karşısında en çetin direniş bu lejyoner birlikler tarafından veriliyordu.
Bu Avrupa gönüllülerini bir araya getiren tarihsel emperyal Avrupa Birliği düşüncesiydi. Bunu bu birliklerin kendilerine seçtikleri isimlerden de anlamak mümkün. Örnekse, bir Fransız lejyoner birliği (ki sayıları on binden fazlaydı) “Şarlman Alayı” olarak anılıyordu. Doğusu (Almanya) ve batısıyla (Fransa) Frank İmparatorluğu fikrini (yani Avrupa Birliği de demek mümkün) yeniden canlandırma imasını taşıyordu. Görüyorsunuz jeo-politik stratejiler tarihsel olarak nasıl bir süreklilik arz edebiliyor. Adeta tarihsel olarak oluşmuş bir “kollektif bilinç” e referans veriyorlar.
Sovyetler Birliği’nin 2.D.Savaşı’ndan sonraki ikinci kuruluşuyla birlikte konumunu konsolide etmesi karşısında, emperyalistler söz konusu temel stratejilerini, SSCB’yi kuşatmak şeklinde revize ettiler. Sosyalist bloğu kendi içinde bölmek bu stratejisinin ayrılmaz bir etabı olarak görülmüştür. 90’ların başında sosyalist dünya sisteminin çökmesiyle birlikte vaktiyle rafa kaldırılmış olan planlar tekrar uygulamaya konulmuştur.
Büyük Avrasya coğrafyasında (“BOP” denilen “Büyük Orta Doğu Projesi” ni aslında “Büyük Avrasya Projesi” olarak okumak gerekir) vaktiyle Rusya’ya dayanan, Rusya’nın etki alanında yer alan devletlerin belli bir sıralamayla birer birer çökertilmesine öncelik verilmiştir. Afganistan’daki Necibullah yönetimi, Irak’taki Saddam yönetimi, Libya’da Kaddafi yönetimi, ve nihayet Suriye’de Esad yönetimi hedef olarak seçilmiş, eski Sovyet coğrafyasında, birbirleriyle bağlantılı bir şekilde içinde yer aldıkları jeo-ekonomi-politik konum, sahip oldukları demografik özellikler yüzünden sürekli olarak emperyalist baskılara, etkilere maruz kalmış ve bu bakımdan SSCB ve Rusya için her dar boğazda en kırılgan noktalar haline gelmiş, Baltık ülkeleri, Gürcistan, Ukrayna gibi ülkeler, Rusya’nın etki alanından kopartılmak istenmiştir (ABD dış politikasına yöne verenlerin başında gelen stratejist Brzezinski bir keresinde, ” Ukrayna, Rusya’dan kopartılırsa, artık Avrasya ülkesi olmaktan çıkar” demişti. Elbette bunun özgün bi fikir olduğunu söyleyemeyiz. Daha önce Naziler aynı tespiti yapmışlardı.).
Saldırgan batı emperyalizmine karşı her zaman etrafında bir cordon sanitaire oluşturarak korunma anlayışına sahip olmuş Rusya’nın bu politikasına darbe vurmak adına kendisi için son derece önemli, birbirlerini coğrafi olarak tamamlayan söz konusu ülkeler, Rusya için bu işlevi göremez hale getirilmek istenmiş, bunda ancak kısmen başarılı olunmuştur.
Arnold Toynbee’nin dediği gibi, Rusya’nın kendi etrafında bir güvenlik çemberi oluşturma kaygusu tarihsel deneyimlerinden kaynaklanan kendini korumaya yönelik bir tür doğal reflekstir (Afganistan’a müdahalesinde de bu refleksi görmek mümkündür. Daha önce Yalta’da, komünistlerin sağlam mevziler kazanmış oldukları Yunanistan’ın kontrolünün, Rusya tarafından, Polonya’nın kontrolü karşılığında İngiltere’ye bırakılmış olmasında da bu anlayışı görürüz). Yine Toynbee, Batı’nın Rusya’yı çevreleme amacınınsa, Rusya’yı yok etmeye yönelik olduğunu, dolayısıyla onun bu doğal refleksinin anlaşılır olduğunu ilave ediyor.
Anglo-amerikan emperyalizminin bu yeni kuşatma planı üç yerde, Gürcistan, Suriye ve Ukrayna’da beklemediği bir direnişle karşılaşmış, evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Hedef seçilmiş bütün ülkelerde nerede, nasıl ve ne zaman bitirileceği kestirelemeyen, kontrolü de giderek güçleşen, dahası anglo-amerikan emperyalizminin müttefik güçleri içinde de yarılmalara, görüş ayrılıklarına hatta kamplaşmalara yol açan bir kaos hali vardır. Emperyalist cepheyi ekonomik ve siyasal olarak olumsuz şekilde etkilemekte olan kaos halinin devamı ve anti-emperyalist güçlerin direnişlerinin (bu ikisinin birbirlerini koşullayacakları da açıktır) mevzi kazanması emperyalist blok içindeki çelişkileri kaçınılmaz olarak derinleştirecektir. Bunun işaretleri zaten epeydir açık olarak verilmektedir. Emperyalistlerin dünyayı tamamen fethetme adına başlattıkları saldırı, kuşatma hamlesi, giderek onun için bir varoluş sorunu, varlığını sürdürme sorunu haline gelmektedir.
Avrasya coğrafyasının iki büyük ülkesi, Çin ve Rusya’nın hegemonik güçler karşısında çıkarları ortaktır. Emperyalist kuşatma bu iki ülkeyi işbirliği ve dayanışma içinde olmaya zorlamaktadır. Rusya’nın askeri gücüne dayanan siyasal etkisini, Çin’in, Birinci Dünya Savaşı öncesinin hızlı sanayileşen Almanya’sını çağrıştıran ekonomik, endüstriyel atılımını geri püskürtmek batı emperyalizminin temel hedefidir (Geçerken, bugünkü anglo-amerikan emperyalizminin ilk sanayileşme hamlesi, Çin, Rusya, Türkiye vs ülkelerin sanayilerinin, tarımlarının ta o zamandan anglo-amerikan kapitalizmi lehine çökertilmesi pahasına gerçekleştirilmiştir. Bu söz konusu yıkım gerçekleştirilmeden veya başka bir ifadeyle bu ülkeler sisteme bağımlı hale getirilmeden “sanayi devrimi” yol alamazdı. Hem Çin hem Rusya ancak devrimlerle bu sitemden koparak dünya gücü haline gelebilmişlerdir. Bunun da altını çizmek isterim. Emperyalist sistem içinde kalarak emperyalizme karşı koyamazlardı. Bugün de böyledir.Emperyalizm kendisini sürdürebilmek için özellikle Çin ve Rusya’ya gem vurmak zorundadır) Emperyalizmin saldırgan kuşatma politikası, bu iki ülkeyi öncelikle bulundukları coğrafyaya hapsederek, dünyanın geri kalanından izole etme stratejisi, bu iki ülkeyi her geçen gün güçlerini birleştirmeleri için teşvik etmektedir.
Çin’in büyümek, gelişmek için ihtiyaç duyduğu başta petrol, gaz olmak üzere hammadde ihtiyaçlarını temin ettiği ve ürettiği sanayi malları için pazar işlevi gören ülkelerde kaos yaratılmak istenmekte, aynı zamanda, Çin’in içeriden bölünmesi için şartlar hazırlanmaya çalışılmaktadır. Tibet ve Doğu Türkistan sorunları etrafında emperyalist oyunlar sahnelenmektedir(Pek yakında Rusya’da, Çeçenistan meselesinin yeniden alevlendirilmesine de hazır olmak lazım. Suriye ve Irak’taki cihatçı teröristler arasında Çeçen, Gürcü,Çinli müslümanların sayısının artması bir tesadüf olmasa gerektir). Çin sanayisinin ham petrol, mineral girdilerini temin eden Afrika ülkelerinin hepsinde emperyalist operasyonlar çerçevesinde kaos politikaları izlenmesi tesadüf değildir. Ham petrol söz konsu olduğunda, Libya, Sudan, Nijerya gibi ülkeler Çin’in önemli ticaret partnerleridir. Bağdat’ta Maliki yönetiminin, İran’daki rejimin hedef alınmasında, başka şeylerin yanı sıra, bu yönetimlerin Çin ve Rusya ile olan ekonomik ilişkilerinin etkisini ihmal etmemek gerekir.
Bu çerçevede, IŞİD, Şam yönetiminden önce Bağdat yönetimini devirmek için devreye sokulmuştur. ABD, Irak’ta kaybettiği savaşı, bu kez, IŞİD sayesinde yaratmayı düşündüğü fırsatlarla kazanabilmeyi ummaktadır. IŞİD gökten inmemiştir. ABD’nin elinde El Kaide denilen, ta Sovyet-Afgan Savaşı günlerinde temelleri atılmış bir para militer “kaynak” organizasyonun belli bir ihtiyaca göre, belli bir momentte oluşturulmuş bir versiyonudur. Bir bakıyorsunuz, El Nusra oluyor, bir bakıyorsunuz ÖSO, ve sonra IŞİD, ve belki tekrar ÖSO veya başka bir şey… Mesela, Suriye’ye saldırı başlatıldığında, bir çok cihatçının Libya’dan Suriye’ye, Türkiye üzerinden sevk edilmiş olduğunu biliyoruz. Hatta Bingazi’de öldürülen ABD büyükelçisi, öldürülmeden önceki son görüşmesini söz konusu cihatçıların Libya’dan Suriye’ye sevki konusunda Türkiye büyük elçisiyle yapmıştı.
ABD’nin şimdi tercih ettiği bu “vekalet savaşı” nı hedef seçtiği bütün bir alanda kontrol etmesi mümkün değildir (ABD, Irak’ı doğrudan işgal ederek varmayı umduğu sonuçlara ulaşamadı. Başarılı olamadı. Üstelik bu işgalin kendisine büyük bir mali külfet getirmiş olduğunu gördü. Obama dönemini Bush döneminden ayıran önemli bir stratejik fark, doğrudan işgal yerine daha önce Afganistan’da SSCB’ye karşı başarıyla uygulanmış “vekalet savaşı” yöntemine geri dönülmesi olmuştur .
Ancak bugünkü dünya şartları farklıdır. Mesela dünün SSCB karşısındaki Çin ve İran gibi çok önemli iki müttefiki bugün ABD’nin hedef seçtiği ülkeler arasındadır. Bir de ilginç bir not, Afganistan’daki strateji Beyaz Saray’ın en silik, en zayıf başkanlarından biri olan Carter döneminde uygulamaya konmuştu. Bugünkü Obama da zayıflık ve siliklik bakımından Carter’a en çok benzeyen başkandır. Tabii her ikisi de aynı danışmanın, Brzezinski’nin telkinleri doğrultusunda hareket ettiler. Sonuncusu hâlâ da ediyor). IŞİD’in ve diğer emperyalist- lejyoner savaşçıların şimdiye kadar ki aksiyonları da bunu kanıtlamıştır. ABD, önünde sonunda askeri olarak müdahale etmek zorundadır. Başka türlü kendi yarattığı kaosu sonlandırması olanaklı değildir. Ancak böyle bir müdahalenin de nerelere kadar uzanıp, nelere mal olacağını kestirmek zor olmasa gerektir. ABD’nin böyle bir müdahaleden sağlam çıkması kabil değildir.
Bu arada, K.Afrika’dan Pakistan, Hindistan ve Çin’e kadar emperyalizmin vurucu güçleri olarak islamcılığın,cihatçılığın teşvik edilmekte olmasının Batı Avrupa için de bir takım olumsuz sonuçlarının olacağı kesindir. Hatta en önce buradaki göreli istikrar ağır bir darbe alacaktır. B.Avrupa’da müslüman nüfus göçler sayesinde kontrolsüz bir şekilde artacaktır. Bunun bugünküne kıyasla daha ağır sosyolojik, siyasal sonuçlarının olacağını tahmin etmek güç olmasa gerektir. Avrupa toplumları giderek terörize olacaklardır. Bu şartlarda, AB’nin ABD’ye siyasal bağımlılığının daha da artması beklenmelidir.AB’nin kendi iktidarına sahip bir siyasal oyuncu olma arzusu gerçekleşmeyecektir. Zaten şimdiden gerek Rusya’ya karşı alınan tavırda ve gerekse bölgemizde süren “vekalet savaşları” dolayısıyla bunun emarelerini görebilmekteyiz.
Ukrayna’da, Kiev’de bulunan, militan gücünü Nazi grupların oluşturduğu yönetim de IŞİD’den, El Kaide’den çok farklı değildir. Üstelik “Ukrayna sorunu” bir dünya savaşına yol açma potansiyeline sahiptir. Faşist Kiev yönetiminin elinde nükleer silahlar vardır. Muhtemelen anglo-amerikan emperyalizminin stratejistleri Almanya ve Rusya’yı bir kez daha kafa kafaya tokuşturma hesapları da yapmaktadırlar. AB’nin ABD’nin ısrarıyla Ukrayna sorununda etkili bir siyaset izlemesi, özellikle Almanya’nın inisiyatif alması önemli göstergelerdir. Dikkat edilirse, Alman emperyalizmi Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da, Suriye’de pek hevesli görünmediği aktif emperyalist siyaseti, Ukrayna’da büyük bir hevesle yerine getirmektedir. Sanıyorum bu, en yukarıda tarihsel jeo-ekonomi-politikle ilgili olarak söylediklerimi destekleyen bir olgudur.
Tekrar karşı cepheye dönecek olursak, öncelikle Çin ve Rusya’nın kapitalist ülkeler olduklarını, emperyal hevesler içinde olduklarını tespit etmek gerekir. Hem Çin hem de Rusya anglo-amerikan hegemonyasına tabi mevcut neo-liberal emperyalist sistemin bileşenleridir. ABD-Japonya-AB emperyalizminin alt birimleri olarak görülebilecek ülkelerdir. Bu iki ülkenin emperyalist olduklarını söylemek doğru olmaz. Şu halleriyle bu sistemin işleyişinin dışına çıkmaları da mümkün değildir. Sistemin kendilerine karşı koyacağı olası yaptırımlardan olumsuz olarak etkilenecekleri, etkilenmekte oldukları açıktır.
Yani çekişme, emperyalist sistem içinde, bu sistemin dominantları olan ABD-Japonya-AB ile halen domine edilmiş konumda bulunan Rusya ve Çin arasındadır. Elbette bu bileşenlerin her birinin bir diğeriye görece ikincil öneme sahip çıkar çatışmaları söz konusudur. Ancak şu halde öne çıkan ABD-Japonya-AB bloğuna karşı emperyalist sistemin alt birimleri, bileşenleri olarak Rusya ve Çin’in benzer konumdaki ülkeleri de yanlarına alarak bloklaşma çabasıdır. Çatışmanın ana ekseni burasıdır.
ABD-Japonya ve AB’nin geriletilmesi, sistemin genel olarak geriletilmesi ve tabii onu alt etmeye yönelik devrimci olanakların takviye edilmesi anlamına gelir. Rusya, Çin ve onlarla birlikte hareket etmesi muhtemel sisteme göre alt birim özelliği taşıyan diğer ülkelerin desteklenmesi, emperyalist sistemin, onun saldırgan, anti-demokratik, aydınlanma karşıtı işgalci hegemonik güçlerinin zayıflatılması, dünyanın bir çok yerinde anti-emperyalist devrimci direniş olanakların güçlendirilmesi gibi bir işlev görür. Böylece sisteme dahil olan, ihtiva ettikleri halkların sistemin nispeten en ağır mağdurları olduğu ülkelerde emperyalist zincirin kırılma olasılığını arttırır. Kısacası, proletarya siyasetinin çıkarınadır.
Rusya izlediği ekonomik politikalarla kendisini en az son on beş yıldan beri tedarikçi bir ülke konumuna düşürmüştür (Mesela, 2006 rakamlarına göre gayri safi milli hasılasının en az yüzde altmışını petrol ve gaz satışlarından temin ediyordu). Enerji hammadddesi, mineraller ve metaller satmakta, mamül sanayi ve tarım ürünleri satın almaktadır. Rus ekonomisi büyük ölçüde ham petrol ve doğal gaz fiyatlarına duyarlıdır. Ukrayna sorunu ortaya çıktığı sıralarda, Rusya’ya karşı alınan en önemli ekonomik yaptırım kararı, ABD’nin müttefiki S.Arabistan’la anlaşarak ham petrol fiyatlarını düşürmesi olmuştur. Petrol ve gaz fiyatlarındaki düşüş Rus ekonomisini iyice kırılganlaştırmaktır.
Tabii emperyalist batı ülkelerinin izledikleri emperyalist yaptırım politikalarının çoğu zaman çelişkili sonuçları olabilmektedir. Mesela bu son örnekte, petrol fiyatlarının düşürülmesi, ekonomik olarak, öncelikle bir başka hedef ülke olan Çin’in işine yaramaktadır. Rusya’ya karşı izlenen emperyalist politika açısından ekonomik olarak olumlu etki yaratsa da, Çin’e karşı izlenen politika bakımından sonuç olumsuzdur. Bir başka olumsuz sonuç, petrole olan bağlılığı dolayısıyla ABD dolarının değerinin düşme olasılığıdır. Son olarak, ham pertolün ucuzlaması, ABD’de “kaya gazı” gibi alternatif enerji kaynaklarına yapılan yatırımların zarara dönüşmesi gibi bir ekonomik sonuç da yaratır. Ham petrol fiyalarının keskin bir düşüş yaşamasıyla birlikte tabii petrol kağıtlarının fiyatları sert bir şekilde düşecektir. Wall Street bu zararlardan olumsuz etkilenir (Herhalde S.Arabistan ham petrol fiyatlarını düşürme karşılığında ABD’den “kaya gazı” gibi alternatif enerji kaynakları için yapılan yatırımlardan vazgeçmesini istemiştir). Kayıplara uğrar. Yani ABD’nin yaptırım araçları bir süre sonra bir bumerang haline dönüşebilir. Bu arada, Rusya ve Çin’le ihmal edilemeyecek derecede önemli ekonomik ilişkileri bulunan AB ülkelerinin maruz kalacağı etkiler de var. İleride Rusya ve Çin’in etkili karşı atakları ABD, AB ve Japonya arasındaki ilişkileri nahoş hale getirebilir.
Evet doğru, ekonomik olarak Rusya Çin’e göre daha fazla kırılgandır. Ham petrol ve gaz fiyatları en önemli gelir kaynağıdır. Sıcak paraya, uluslararası para piyasalarına bağımlılığı ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Ekonomisinde emperyalist finansal merkezlerle iç içe geçmiş oligarkların oyuncu olarak rolleri büyüktür. Özellikle bu son nokta Rusya ekonomisinin en zayıf tarafıdır. Tamam. Rusya zarar görüyor. Görmeye devam edecek.
Bunun nedeni, Gorbaçov ve Yeltsin reformlarının, Deng Çin’indeki reformlara nazaran bir stratejiden yoksun olmasıydı. Rusya’da gözü kara olarak bir karşı-devrim süreci başlatılmak istenmiş ( gözü kara devrimin karşı devrimi de gözü kara oluyor dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız), bunun için de öncelikle politik yapının çözülmesinden işe başlanmıştır. Devlet dağıtılmış, hızlı ve toplu bir özelleştirme kampanyasıyla, yabancı sermayeyle bağlantılı mafyatik oligarklar eliyle bankaların, kamu teşebbüslerinin yağmalanması sağlanmıştır. “Batılı danışmanlar”ın yazdıkları reçeteye uygun olarak “şok terapi” yürürlüğe konulmuştur. Başarısız askeri müdahale girişimi karşı-devrimcilerin bu devleti çözme eğilimini güçlendirmiştir. Oligarklar bu şartlarda oluşan otorite boşluğundan çıkmışlar, sadece ekonomide değil, politik alanda da güçlerini çok arttırmışlardır. Süreç Sovyet halkları için tam bir trajedi olmuştur. Tahminlere göre altı milyon civarında Sovyet insanı hayatını kaybetmiştir. Dünyanın ikinci büyük endüstriyel gücü yağmalanarak etkisiz hale getirilmiştir.
Çin’deyse her zaman ve halen amiyane tabirle yoğurt üflenerek yenmektedir. Orada tarihsel olarak işler hep ağırdan alınır. Çin, Kültür Devrimi ve SSCB deneyimlerini iyi okumuştur. Tiananmen olayları ayrıca uyarıcı olmuştur. Çin, öncelikle (Sovyetlere göre sınıfsal olarak daha karmaşık ve kırılgan olan) siyasal yapısını konsolide etmek yoluna gitmiş, bu sağlam yapıyla ekonomik reformları, devleti devre dışı bırakmadan, devlet kontrolünde yapma olanağı bulmuştur. Yani politik yapıyı çözmek şöyle dursun, tersine takviye ederek refomlarını yürütmek istemiştir. Tiananmen olayları sonrasında partideki hızlı liberalleşme yanlıları, liberal entelletüeller partiden ve ülkeden ihraç edilmiş ya da başka şekillerde devre dışı bırakılmışlardır. Politik olarak tek sesli bir görüntü vermek Çin yönetiminin büyük önem verdiği bir konu olmuştur. Geçiş süreci yavaş, kontrollü ve devlet denetiminde olmuştur. Özelleştirmeler yerine devlet ve özel girşimin melezlenmesi tercih edilmiştir. Reformlar esas olarak ekonomik alanla sınırlı tutulmak istenmiştir. Bu arada, Rusya’dakinden farklı olarak büyük stratejik öneme sahip kamuya ait bankacılık sektörünün yağmalanmasına izin verilmemiştir. Bundan başka, doğrudan devlete rakip siyasal güçlerin ortaya çıkması da engellenmiştir. Bununla beraber kapitalist girşimcilerin partiye dahil olabilmesi için düzenlemeler yapılmıştır. Geçiş süreci toplumun emekçi alt katmanlarını devre dışı bırakmış ama giderek güçlenenyer yer burjuvalaşan orta katmanlarla palazlanan büyük burjuvaların inisiyatiflerini arttırmalarına olanak tanımıştır. Her iki ülkede uygulamaya konulmuş olan süreç, emekçi sınıfların üzerindeki yükü ağırlaştırmış, bölgesel eşitsizlikleri derinleştirmiştir.
Putin Rusya’sı yakın zamanlara kadar” jeo-politik” ve “ekonomi politik” arasındaki sıkı bağlantıyı somut bir şekilde kavrayamamıştı. Şimdilerde, şartların dayatmasıyla Çin’in daha yirmi küsur yıl önce izlediği yöntemi uygulama gereği duymaktadır. Çin halen güçlü merkantilist vurgularıyla korporatif-teknokratik bir görüntüye sahip devletçi kapitalizmi yer yer neo-liberal önlemlerle harmanlayarak uygulamaktadır. Rusya’nın da giderek ağırlaşan kuşatma şartlarında bu yola girebileceği öngörülebilir. Sanıyorum bu süreğen kriz şartlarında bu tür kapitalizmin çok daha geniş bir coğrafyada uygulama alanı bulmasıyla mevcut emperyalist sistem içindeki kapışma giderek şiddetlenecektir. Hatta biraz ileride “tekelci-devlet kapitalizmi” tartışmaları yeniden gündeme gelebilir.
Şimdi Rusya batı ülkelerinin kısıtlamalarından doğan ekonomik açığını Çin’le ticari ilişkilerini geliştirerek telafi etmeye çalışmaktadır. Rusya tarihsel, jeo-ekonomi-politik gerçekliğini unuttuğu ya da ihmal ettiği için batılı kapitalist ülkeler karşısında geniş bir manevra alanına sahip değildir. Çin’deki devlet kapitalizmi pratiğinin en kırılgan yanı hem sermaye ve hem de hammade/ mamül madde ithal ve ihracı bakımından uluslararası pazarlara, özellikle emperyalist blok ülkelerine bağımlı olmasıdır. Çin sadece iç pazarına dayanarak bugünkü büyümesini sürdüremeyeceğini görmektedir.Çin ekonomisini ihracata dayalı bir büyüme stratejisine göre kurgulamıştır.
Bir de tabii bugüne kadar dünya çapında uygulama deneyimlerine baktığımızda, kamu ve özel sektörün özelin egemenliğini öngören karma bir model içinde işlemesinin ekonomik ve sosyal olarak çarpık sonuçları olmaktadır. Mesela özel okul ve devlet okulunun, özel hasteneyle devlet hastanesinin bir arada karma bir model içinde işletildiği şartlarda her ikisinden de verim alınamıyor. Bunu bugün ülkemizde de net olarak gözlemliyoruz. Özel olan kamunun altını kendi lehine oyup, onun sırtında semirmeyi amaç ediniyor. Yine bu şartlarda yolsuzluklar adeta rutin uygulamalar haline geliyor. Polisiye önlemler çare olamıyor. Mevcut yapı bu hali teşvik ediyor. Mesela benzer bir durum SSCB’de NEP döneminde de gözlemlenmişti. Sosyalist kuruluş biraz daha gecikmiş olsaydı, belki de hiç olanaklı olmayacaktı.
Rusya ve Çin hâlâ net olarak ne yapmak istediklerine karar verememişlerdir. En önemlisi, bu iki ülke bugün hareketlerine, kararlarına yön verecek bir ideale, bir “büyük fikir”e sahip değildirler. Büyük bir fikir, ideal olmadan büyük bir hareket, büyük bir hamle olmaz. Ortak siyasal hareket motivasyonu düşer.
Bununla beraber, iki ülkenin emperyalist batı ülkeleriyle son on beş yirmi yıldaki gibi bir ilişki içinde olmaları da artık olanaklı değildir. Bence bu son yaptırımların Batı için en ahmakça sonucu, Rusya ve Çin arasındaki ekonomik ve siyasal bağlaşmayı güçlendirmek olacaktır. Rusya ile Sovyetler’in çöküşünden sonra oluşturulan “emperyalist barış” ilişkileri yerle bir olacak, 1989 öncesine geri dönülecektir. Bunun AB için de ağır ekonomik ve siyasal sonuçlarının olacağını birlikte göreceğiz. Tekrar pahasına, Rusya’yı “petrol fiyatları” kırbacıyla uysallaştırma fikri kaçınılmaz bir bumerang haline dönüşecektir. Sanıyorum, 2015 yılınin ilk yarısından itibaren ABD tekrar ham petrol fiyatlarının yükseltme girişiminde bulunacak, bunun üzerine, AB halkları ciddi bir şekilde ABD’ye artan bağımlılığı ve NATO konusunu tartışmaya başlayacaklardır. Hali hazırda ABD politikalarının ne kadar yönsüz, belirsiz, kararsız olduğu, ABD yönetimi içinde her kafadan bir sesin çıktığı, mesela bir kanat cihatçılarla savaşılmasını isterken, başka bir kanadın cihatçıları desteklemekten yana olduğu (Mesela son yıllarda aynı finansal kesimlere dayandıkları için birlikte hareket eden neo-con, pro-İsrail, malum çevreci örgütler, ve tabii eşcinsel örgütlerini bunların arasında anmak gerekir) açık olarak görülüyor. Bariz bir iktidarsızlık hali gözlemleniyor. Artık olanı biteni “en son başkanlar duyuyor” . Batı’nın bu seferki Rusya seferinin kendisi için faturası ağır olacaktır. Yeni bir dünya düzeni o noktadan yükselecektir.
Bugün gelinen noktayı kestirememiş veya önemsememiş olmaları Çin ve Rusya için önemli bir kusurdur. Ne Rusya ne de Çin dünya emperyalist sisteminin bileşenleri olmayı sürdürerek, neo-liberal kapitalist politikaları izleyerek anglo-sakson hegemonyasını kırabilirler. Kuşatmadan sıyrılamazlar.Hem Çin hem de Rusya halen anglo-saksonlarla uzlaşabileceklerini düşünmektedirler. Uzlaşma elbette olabilir fakat ağır bedel ödenerek. Bu ülkeler sıradan ülkeler haline gelmeyi, ABD’nin vasalları haline gelmeyi kabullendiklerinde uzlaşma sağlanır. Yani her iki ülke de, tarihsel jeo-ekonomi-politik çıkarlarına ihanet etmeleri halinde, kısacası teslim olduklarında uzlaşı olur.
Emperyalizmle uzlaşma demek ona teslim olmak demektir. Emperyalizmin uzlaşmadan anladığı teslimiyettir. Emperyalistler emperyalist emellerinden vazgeçmezler. Ancak bir direnişle geriletebilirler. Ne Libya’dan, ne Suriye’den, ne Irak’tan, ne Ukrayna’dan, ne İran’dan, ne Küba’dan vazgeçerler. Avının etrafında saldırma anını kollayan vahşi bir hayvan gibi beklerler, etrafında dönüp dururlar. Geriletildiklerinde kendilerini bir süre için unuttururlar. Zamanın geldiğini düşündüklerinde tekrar saldırırlar. Onu ancak güçle, onun yöntemleriyle durdurmak mümkündür. Onunla barış içinde birlikte yaşanmaz.
Öncelikle bütün araçlarıyla emperyalist siyasetin meşruiyeti inkâr edilmelidir. Bu iki ülke emperyalist oyunlar, hamleler karşısında “ilkeli” davranmak adına birbirlerine destek olmamak gibi büyük bir yanlışı yapmamalıdırlar. Emperyalizm ne kural, ne ilke tanır. Her durumda kendisinin haklı, her şeyin kendisinin hakkı olduğunu düşünür. Bunu da genellikle “siyasal liberalizm” mantığını, dilini devreye sokarak yapar. Bu zokayı tekrar tekrar yutmamak gerekir. Bu iki ülkenin emperyalistler karşısında ortak ekonomik önlemlerle desteklenen atak, ortak bir siyasal strateji, ortak bir dil geliştirmeleri elzemdir. Rusya mutlaka uluslararası hukuka, kendi hukukunun üzerinde yer veren antlaşmalrdan imzalarını geri çekmelidir. Emperyalistler tarafından kendi lehlerine olarak dayatılmış uluslararası ticari antlaşmaları tanımadığını ilan etmelidir. Uluslararası finans kuruluşlarının ülkedeki para hareketlerinde tam denetimi sağlamalı, sıcak para hareketlerini sınırlamalıdır. Bütün bu önlemler, Rusya ekonomisinin yükünü bir süre biraz daha ağırlaştırır, ancak sağlam reel ekonomik temellerin atılması için teşvik edici bir rol oynar.
Enformasyon ve kommünikasyon alanlarında karşı bir ağırlık oluşturmaları lazımdır. Bu çok önemlidir. En eski emperyalist anlayışlardan birisi şudur: Eğer insanların düşünme, akıl yürütme şekillerini belirleyebilirseniz, onlara çıkarlarınızı realize etmek için yapacağınız her şeyi kabul ettirebilirsiniz. Böylece istediğiniz şekilde reaksiyon vermelerini temin etmiş olursunuz. Gelişmiş batılı kapitalist ülkelerdeki felsefi, bilimsel faaliyetleri, bu emperyalist anlayış doğrultusundaki işlevselliklerini dikkate almadan değerlendiremeyiz.
Anglo-amerikan emperyalizmi bakımından tarihsel olarak barbarlıkla yaftalanan bir “düşman Rus” imajı vardır. Bu imaj elbette sözünü ettiğimiz emperyalist jeo-ekonomi-politik kaygulardan ayrı olarak düşünülemez. Emperyalizmin çıkarlarına taş koyan çarlar, siyasal figürler, bolşevizm, Stalin, şimdi Putin üzerinden Rus ve Rusya karşıtlığı emperyalist medyada sık sık işleniyor. Bu Rusları düşmanlaştırma yaklaşımı emperyalizmin sahneye çıkmasından itibaren her devirde vardı.
SSCB’nin çözülmesinden sonra Stalin karşıtı kampanyanın hız kesmeden devam etmesi, onun adının “yeni Rusya” nın rejimiyle olumsuz anlamda bir süreklilik arz ediyormuş gibi sunulması manidardır. Hiç kuşkusuz son yüz küsur yılda emperyalizme en büyük ve en kararlı darbeyi, “tek ülkede sosyalizm” siyasetiyle birlikte Stalin yönetimindeki SSCB vurmuştur. Bu yüzden, esas olarak Batı solu içinde yuvalanmış, işbirlikçi Trotskyist, “yeni-sol”, “post-marksist”, “anarşist” alçakların ve tabii eski sosyalist dünyadaki revizyonist eğilimlerin de katkılarıyla “canavar Stalin” imajı yaratılmak istenmiştir.
Bırakalım nispeten uzak sayılabilecek bir geçmişi, şu son on yılda ABD’nin BOP operasyonlarında hayatını kaybedenler milyonlarla ifade ediliyor. Sadece Suriye’de emperyalist saldırıda hayatını kaybedenlerin sayısı iki yüz bine yaklaşıyor. Yerinden, yurdundan, işinden gücünden olan insanlar, sadece Suriye’de en az 3 milyon kişi olarak tahmin ediliyor. Irak’ta 5-6 milyon. Bunlar nüfusları 20 milyondan biraz fazla olan ülkelerdi. Bu zulmün, emperyalist alçaklıkların lafı edilmiyor, genel olarak yalandan ibaret Stalin muhabbetine devam ediliyor. Bunun için ideolojik mücadele büyük bir öneme sahiptir. Emperyalizmin ideolojik saldırılarını en az onun kadar şiddetli bir şekilde püskürtmek elzemdir.
Çin’de henüz kuluçka aşamasında, Rusya’da gelişmiş bir halde olan emperyalist burjuvazi, oligarklar elbette bu iki ülkeden Batı’nın kendilerinden beklediklerinini yapmasını istemektedirler. Yani teslimiyeti arzulamaktadırlar. Rus oligarkların esas iş ilişkileri, parasal bağlantıları gelişmiş batılı kapitalist ülkelerledir. Bu sermaye grupları tanım itibarıyla politiktirler. Mesela, Putin yönetiminin ekonomik-siyasal beklentilerine yanıt vermemesi durumunda onunla birlikte hareket etmekten kaçınır, ona karşı dönerler. Dolayısıyla “politik olan”, “politik olmayan” (yani politikayı Putin yönetimine bırakan) sermaye ayrımı yapmak ahmaklık olur.
Çin’e gelince, orada yönetim henüz oluşma aşamasındaki benzer güçleri şimdilik kontrolü altında tutabilecek durumdadır.Bununla birlikte, Çin ekonomisinin temel büyüme dinamiğinin olmazsa olmazı olan ithal ham madde girdileri, üretime yönelik yabancı sermaye yatırımları, mallarını ihraç ettiği pazarlar ve dış ticaret fazlasını değerlendirdiği parasal kurumlar itibarıyla manevra alanının sınırlı olduğunu tespit etmek lazım. Özellikle son üç dinamik bakımından emperyalist hegemonik güçlere olan bağımlılığına işaret etmemiz lazım. Rusya’ya göre avantajı, sıcak para hareketlerine tabiyetinin onunki kadar önemli olmaması ve henüz işbirlikçi kapitalist bir sınıfın (kontrol ettikleri sermayeler itibarıyla çok önemli kapitalistlerin olduğu görülüyor ama bunlar henüz somut ifadesini siyasette bulan bir sınıfsal bütünlük teşkil etmiyorlar) teşekkül etmemiş olmasıdır. Ancak bu şartlar devam ettiğinde teşekkül etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Rusya’nın vakit kaybetmeden başta merkez bankası olmak üzere bankaları, büyük enerji şirketlerini, madenlerini kamulaştırması, finans sektörünü, finans hareketlerini devlet kontrolü altına alması gerekmektedir. Dış ticaretin tamamen devletleştirilmesi, Batılı ülkeler dışındaki ülkelerle ticarete ağırlık verilmesi, medya üzerindeki kontrolle batılı emperyalist güçlere karşı işleyen bir enformasyon ve propaganda sistemin oluşturulması zarurettir. Bir yandan da sosyal ve kamusal politikaları uygulamaya koyması, halk sınıfları nazarında yönetime olan desteği arttırmak gibi bir işlev görecektir.
Şimdiki halde, Rusya’da emperyalist politikalardan yana güçler (bunlar ağırlıklı olarak ekonomik alanı kontrol etmektedirler) ve ulusal ve kamusal çıkarları gözeten güçler (bunlar daha çok iç ve dış siyaset alanında ve askeriyede etkindirler) yönetimi birlikte paylaşmaktadırlar. Ancak bu halin artan emperyalist saldırılar karşısında sürmesi kabil değildir. Rusya ya batıcı güçlerin kontrolünde emperyalizme teslim olacak, ya da ulusal egemenliği, ulusal çıkarları ve kamucu kayguları öne koyan güçlerin bayrağı altında direnecektir. Bunun için de Rusya’nın yeniden 1920’lerin sonundan itibaren başlatılan sanayileşme hamlesine benzer planlı üretim seferliği içine girmesi, merkantilist politikalara dönmesi gerekecektir.
Anti-kapitalist-emperyalist, demokratik-kamusalcı referansları olmayan, salt milliyetçi bir hamasete dayanan geleneksel Rus siyasetinin, sonuçları itibarıyla batıcı anlayışın yol açacağı olumsuz sonuçlardan farkı olmayacaktır. Rusya’yı Çarlık dönemi ufku tekrar karanlığa, gericiliğe götürür.
Rusya’nın aydınlık geleceği Ekim Devrimi ufkunu sahiplenmekle gerçekleştirilebilir. Çarlık rejimi altında Rusya geri kalmış, emperyalizm tarafından çökertilmiş; Sovyet rejimi altında gelişmiş, emperyalizme ağır bir darbe vurmuştu. Dünyanın ikinci büyük gücü haline gelmişti. Ülkenin Ekim Devrimi ufkunu yitirmesiyle birlikte yeniden emperyalizmin oyuncağı olunmuştu. Rusya karşısında emperyalizmin jeo-ekonomi-politik stratejisi ve o doğrultudaki hamleleri nasıl tarihsel olarak belirlenmişse, Rusya için de bu stratejiye, hamlelere başarıyla direnme, yanıt verme şekli onun tarihsel geçmişinde mevcuttur. Rusya’nın bu bakımdan yeni bir şey keşfetmesi gerekmiyor. Etrafında eski Sovyet cumhuriyetleriyle ekonomik ve askeri entegrasyonunu tam olarak sağlamalıdır. Özellikle Belorusya, Ukrayna’dan sonra emperyalistlerin hamle yapabilecekleri yer olmaya adaydır. Belorusya ile askeri entegrasyon mutlaka sağlanmalıdır.
Rusya ve Çin birbirlerine muhtaçtır. Birinin düşmesi öbürünün de düşmesi anlamına gelecektir. Bu her şeyden önce tarihsel jeo-ekonomi-politik bir gerçekliktir. Tarihin devam ettiğini unutmamak gerekiyor. Bu iki ülke aralarındaki iktisadi ve siyasi bağları güçlendirmeden maruz kaldıkları kuşatma tehdidini kıramazlar. Emperyalizm karşısında caydırıcı bir güç odağı, üçüncü ülkeler için bir çekim merkezi haline gelemezler.
Son olarak şunu da belirtmek istiyorum, bu ülkeler hangi tercihi yaparlarsa yapsınlar sosyalist bir devrime yol açacak çok önemli ve çok diri fay hatları üzerinde yer aldıkları için bu hatlarda kırılma olasılığını arttıracaklardır. Bugün bu iki ülkedeki yönetimlerin bu kadar kararsız davranmalarında, emperyalizmle uzlaşma gayreti içinde olmalarında tekrar bir devrim olasılığının veya korkusunun önemli bir payı vardır.
Hiç şüphesiz Avrasya sadece emperyalist strateji için değil, direnişler, sosyalist devrimler için de pivot bir coğrafyadır. Batı coğrafyası sürekli karşı-devrimlerle sürekli gerilerken, başta büyük Avrasya olmak üzere onun dışında kalan dünya devrimci sıçrama basıncı altındadır.