Haziran’dan Ekim’e…

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir çok Kürt yurttaşın bu ayaklanmalara katılmış olmasına rağmen olaylara destek veriyormuş gibi bir tavır almıştı. Yani “mış” gibi davranmıştı. 

O zaman Kürt siyaseti kontrol ettiği militan gücü devreye sokmuş olabilseydi, muhtemelen Haziran ayaklanması daha etkili olacak, hükümet belki o zaman düşecekti. Ancak Kürt siyaseti faşizan uygulamalar, dayatmalar, emperyalizmle bölge halkları aleyhine tertipler içerisinde olan hükümetle kirli bir işbirliğini sürdürmeyi, ayaklanan halk kitlelerin demokratik talepleri yanında yer almaya tercih etmişti. İki taraflı oynayan, çirkin, samimiyetsiz bir tavır sergilemişti.

Haziran halkı Kürtlere çözümün birlikte AKP rejimini yıkmakla mümkün olabileceğini anlatmaya çalışmış, Kürt siyaseti ısrarla hükümetten yana saf tutmakta direnmiş, Haziran’daki  çağrılara kulak asmamıştı.

Suriye’deki savaş, özellikle Hatay ilinde yoğunlaşan en sıcak ve olumsuz etkileriyle Haziran ayaklanmasının tetiklenmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. O zaman Kürt siyaseti “tarafsızlık” sahtekarlığı ile emperyalist siyasetle aynı frekansta hareket etmiş, Suriye halklarının emperyalizm adına misyon yüklenmiş cihatçı çeteler tarafından katledilmesini dolaylı bir şekilde desteklemişti. O zaman Kuzey Suriye’de, Kürt liderlerden Müslim’in oğlunun da aralarında bulunduğu, çok sayıda Kürt yine bu çeteler tarafından katledilmiş ancak bu işbirlikçi Kürt siyaseti izlediği yoldan, suç ortaklığından vazgeçmemişti.

Bugün bu izlenen siyasetin sadece Türkiye Kürtleri bakımından değil, bölge Kürtleri bakımından da acı sonuçları olan bir bumeranga dönüşmüş olduğu görülmektedir. Kobane ve oradaki direnişe destek amacıyla Türkiye’de yapılan protestolarda ortaya çıkan tablo bu gerçeği açığa çıkarmaktadır. PKK ve legal uzantıları tarafından izlenen ve “barış süreci” adı verilen kirli ilişkide en somut ifadesini bulan siyaset çökmüştür. En önce de Kürtlerin başına çökmüştür.

Nasıl Haziran öncesinde Suriye’ye saldırının Alevi halkın yoğun olarak yaşadığı Hatay’daki en dolaysız olumsuz etkileri ayaklanmada etken olmuşsa, bu kez de Suriye’ye karşı yeni savaş girişimlerinin planlandığı şartlarda, Kürt halkın yoğun olarak yaşamakta olduğu Kobane’deki vahşi saldırı ve kahramanca direnişin etkileri Türkiye’de yeni bir ayaklanmaya yol açmıştır.  Hükümetin  zaten elinin altında hazır beklettiği provokatif hamleleri bir bir ortaya sürmesiyle, ayaklanmanın bilançosu kanlı olmuştur.

Kürt siyasal grupları Kobane direnişinin yol açtığı infial karşısında önce Kürtleri sokaklara çağırmış, sonra onların sokaklarda provokasyonlara maruz kalmasını sadece izlemiş, bu kadar şiddete, hükümet elinden çıkmış provokasyona  ve can kaybına rağmen hükümetle hali hazırda sürdürdükleri kirli ilişkiyi devam ettirmek istediklerini de her vesileyle ilan etmişlerdir. Her iki ayaklanmanın da Suriye’yle ilişkili olmasına rağmen Kürt siyaseti hâlâ Suriye meselesini anti-emperyalist bir yaklaşımla tahlil etmeye yanaşmamaktadır. Oradan çıkıp bütün bölgeyi etkileyecek sonuçları olabilecek devrimci enerjiyi takdir edememektedir.

Kobane’de yaşanan vahşete rağmen (Bu arada, İran ve Suriye, IŞİD’in Kobane’de, muhtemelen Türkiye’den veya Türkiye üzerinden temin etmiş olabilecekleri kimyasal silahlar kullandığını iddia ediyorlar) bugün Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin bölgedeki ilerici halkların, bu arada mazlum Kürt halklarının da  çıkarları hilafına gerici emperyalist bloğa dahil olarak hareket etme kararlığında olduğu, yani IŞİD’le ittifak kurmaktan yana olduğu anlaşılmaktadır (Aslında PKK, sonradan bir tek IŞİD tarafından ciddiye alınacak bu fiili ittifak için çağrıyı, Öcalan’ın “Sünni İslam Birliği” talebini de içeren meşhur mektubuyla yapmıştı).

Bu siyaset tutarsızdır, oportünist, gericidir ve tabii ahlaksızdır. Dikkat edilirse bir kez bile bu ağızlardan “hükümet istifa” talebi duyulmamıştır. Talep ettikleri emperyalizmin silahlı gücü NATO’ ya bağlı Türk ordusunun Kobane’deki IŞİD’i bombalaması, hatta örtük hedefi ne olursa olsun Suriye’ye sırf bunun için bir kara harekatı yapmasıdır. Kürt siyaseti girdiği gerici yolda bugün buraya kadar gelmiştir. Talep ettikleri gibi bir askeri operasyonun bölgenin bütün ilerici halkları için ne anlama geleceğini elbette gayet iyi bilmektedirler. Bu arada, Kobane’deki duyarlılıkları da oradaki Kürt hareketinin PKK ile olan siyasal yakınlığı yüzündendir tabii. Başka bir yerdeki, yani  kendilerinden olmayan Kürtlerin maruz kaldıkları kötü muamele onların ilgi alanına girmemektedir. Öbür mazlum halkların lafını bile etmeyelim. “Bir halkı ezen başka bir halk özgür olamaz”, doğru. Ancak başka halkların ezilmesi, gericileştirilmesi için ezen halklarla işbirliği yapan bir halk da özgür olamaz. Özgürleşemez.

Türkiye’de bugünkü şartlarda, “hükümet istifa” talebi dahi devrimci bir talep olarak görülmelidir. Hükümet ya bir devrimle ya da darbeyle düşecektir. Devrimle düşebilmesi, Haziran ve Ekim’in bir araya gelmesi, ortak bir önderlik ve program altında güç birliği yapmasıyla olanaklı olabilir. Aksi halde devrimcilerin, ilericilerin bastırılması, direndikleri yerlerde büyük kayıplar vermeleri kaçınılmazdır.

Böyle dağınık, yalıtık, önderlikten yoksun kalkışmanın olası bir sonucu da emperyalist NATO’nun bir kolu olan TSK’nın darbe yapması olabilir. Bu halde devrimci, ilerici hareketin maruz kalacağı saldırı muhtemelen daha da büyük olacaktır. Unutmayalım, AKP 12 Eylül faşizminin sivil idaresidir ama TSK gelirse o da aynı şeyin askeri idaresi olacaktır. Hiç kuşkusuz Mısır’daki darbe ve onun uluslararası camiada karşılanma biçimi TSK’yı daha da cesaretlendirmiştir. Orta Doğu sorununa Türkiye’nin giderek daha çok dahil olmasıyla veya dahi edilmesiyle birlikte TSK’nın  yönetimde, alınan kararlarda ağırlığını attırmak isteyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir.

Haziran’da gerilememizin elbette gericilik için ilerleme anlamına gelecek sonuçları olacaktı. Biz mevzi yitirirken AKP gericiliği mevzi kazanacaktı. Bunu biliyorduk. Bununla beraber önemli olan mümkün olduğunca safları bozmadan, dağıtmadan, dağılmadan gerilemekti. Ancak örgütsüzlüğümüz bu temeninin gerçekleşmesini engelledi. Kitlesel derinliği olmayan, bütün özverili çabalarına rağmen bir çoğu bir klüp görüntüsünü henüz aşamamış bu sebeple de kırılgan yapıda olan, özneleri ağırlıklı olarak kentli  olan örgütlerde çözülmelere tanık olduk.

Yani başka bir ifadeyle,  Haziran’ın,  ayaklanmanın özneleri olarak bize yönelik sonuçlarından birisi de örgütsel balonların patlatması olmuştur.  Ancak bunu uzun erimde, fiilin her iki anlamında da saflaşma olarak görmek, abartılı bir iyimserlik olarak görülmemelidir. Şimdi, öznelere dönük benzer bir gelişmenin, özellikle son on yılda öznelerinin çoğu milliyetçi bir siyasal söylemle beslenmiş, çoğu arkaik anlamda hiyerarşik feodal kültüre sahip köylülüğe referans veren  Kürt siyasal yapıları içinde de görülüp görülmeyeceğini göreceğiz.

Bu son ayaklanma vesilesiyle, Kürt siyasetinin büyük kitleleri harekete geçirme yeteneğine sahip olmakla birlikte onları somut talepler ve hedefler doğrultusunda yönlendirme, kontrol etme olanaklarına sahip olamadığını gözlemledik. Militanların yer yer karşılarındaki gruplar gibi ilkel, ilkesiz, provokasyona açık milliyetçi güdülerle hareket ettiklerini gördük. Yani örgütsel manada Kürt siyasetinin niteliksel yönünden çok nicel değerine vurgu yapmak isabetli olacaktır.

Elbette bunun sorumlusu da, kitlesini bu düzeyde tutmaktan, milliyetçiliğe yaslanmaktan menfaat temin eden Kürt siyaseti olmalıdır. Kürt siyaseti soldan uzaklaştıkça aydınlanmacı kaygularını da kaybetmiştir.Şimdi Kürt sosyalistlerinin üzerlerindeki ölü toprağını silkeleyerek Kürt siyasetine tekrar ağırlıklarını koymaları gerekiyor. Kürt ulusal hareketi, ulusal ittifakı içinde siyasal bağımsızlıklarını  ilan etmek durumundadırlar. Bu aşamadan sonra tekrar  Türkiye sosyalist hareketini oluşturma çabalarına katkı vermeleri gerekiyor.

Bugünkü Kürt siyaseti sosyalist teoriyi çeşitli “komünalist” anarşizan fantazilerle ambalajlayarak kendi küçük burjuva milliyetçiliğini kamufle etme gayreti içindedir. Bir yandan da Türkiye sosyalist hareketini, sosyalist aklı “bundist” tasavvurlarıyla zehirlemeye çalışmakta, etnik-ulusalcı niyetleri doğrultusunda örgütsel olarak bölmeyi planlamaktadır. Türkiye sosyalistlerinin Kürt siyasetinin bu planlı gericilik değirmenine su taşımamaları gerekir.

Mevcut işbirlikçi Kürt önderliği iflas etmiştir. Tayyip’le işbirliği demek, IŞİD’le işbirliği demektir. Artık Türkiye çapında ortak bir önderliğe ihtiyaç vardır. Şimdiki önderliğin “vitrin malzemesi” olarak şu ya da bu çıkarların temin edilmesiyle satın almış olduğu “Türk sosyalistleri” ile Türkiye sosyalist hareketi haline gelinemez. Bizatihi bu anlayışın kendisi samimiyetsiz ve sahtedir. İşbirlikçi, milliyetçi konumuyla bugünkü Kürt siyasetinin taleplerine göre rotalarını tayin eden “vasal” sol siyasetler de aynı derecede oportünisttirler.

Solculuğun kıstasını bugünkü Kürt önderliğinin çizgisini olumlamak olarak görenler, devrimci solu ve solculuğu sinikçe inkar etmektedirler. Proletarya siyaseti, ulusal sorun siyasetinin kuyruğuna bağlanamaz. “Demokratik devrim” ya da “milli demokratik devrim” iddiasında olanlar, demokratik devrimin “ulusal demokratik”  kazanımları, ulusal kurtuluşu ihtiva ettiğini, ancak onlara indirgenemeyeceğini unutuyorlar. Böyle bir devrimin en geçerli demokratiklik kıstası da, en önce sosyalizm perspektifi olanlar açısından tabii, proletarya hareketiyle, işçi sınıfıyla olan ilişkileridir. Proletarya hareketini bastıran, işçi sınıfının sömürülme olanaklarını, her ne form altında olursa olsun, geliştiren demokratik devrimler, proletarya hareketi tarafından desteklenmezler. Ne burjuvazinin ne de proletaryanın zayıflığı iddiası böyle bir siyasal konumun savunma mekanizması gibi kullanılamaz. Kaldı ki böyle bir zayıflık da, özellikle burjuvazi için söz konusu değildir. Bu konumun, tek bir izahı olabilir: burjuvazinin gerici,işbirlikçi eğilimleri, niyetleri. Emperyalizm çağında burjuvazi kaçınılmaz olarak gerici bir sınıftır.

Bugünkü Kürt siyasal yapıları içinde elbette samimi, tutarlı sol eğilimliler, sosyalistler vardır. Gelgelelim, bunların şu an itibarıyla Kürt siyasetini belirlemekten vazgeçtik, etkileme kapasitelerinin dahi olmadığı açıktır. Olanaklı olanla gerçek olanı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu kişi ve grupların proletaryanın çıkarlarını,  sosyalist hedefleri feda ederek burjuva, küçük-burjuva milliyetçi siyasetin peşlerine takılmaları aynı zamanda hem ihanet hem de intihar anlamına gelir.

Emperyalizm çağında ulusal kurtuluş hareketleri, belli özgül durumlarda, proletarya devrimlerini tetikleme potansiyeline sahip olabilirler. Ancak bunun tersinin gerçekleşmesine de hizmet edebilirler. Proletarya devrimleri bakımından olumlu potansiyele sahip olan ulusal kurtuluş hareketleri sadece anti-emperyalist bir içeriğe sahip olanlardır. Proletarya devrimcileri böyle ilerici karakterdeki ulusal kurtuluş hareketlerini desteklerler. Bugün bölgemizde görüyoruz, emperyalizm “renkli devrimler” halinde ambalajladığı, kendisinden yana, kendisiyle işbirliği halinde, kendi çıkarlarına hizmete amade, “demokratik devrimler”,  “ulusal kurtuluş devrimleri” meydana getirme olanaklarına sahiptir.

Burada söz konusu olan, emperyalizm içindeki çelişkilerden, emperyalistler arasındaki çelişkilerden istifade ederek pozisyon kazanmak değil, doğrudan doğruya onunla işbirliği halinde, emperyalist siyasetin bir aracı haline gelmektir. Öyleyse, ulusal demokratik bir hareketin gerçekten öyle olup olmadığının ölçütü, onun anti-emperyalist olup olmadığıdır. Böyle bir konumun delili laflar değil, izlenen somut siyasettir. Kavgada tutulan, konumlanılan  yerdir. “Köprüyü geçene kadar” anlayışının kaçınılmaz akibeti bumerangtır. Bu açıdan, Kobane olayı  işaret fişeği işlevi de görmektedir. Son olarak, meşhur meseldir: Fille yatağa girilmez.

Tweetle

 

Bir cevap yazın