Bir kez daha IŞİD hakkında

Ne zaman Rusya Suriye sorunuyla ilgili olarak diplomatik hamleler yapsa, emperyalistler Suriye’de ve onunla  ilişkili bölgede şiddeti tırmandırıyorlar. ABD’nin zamanı yok. Reel korkular, kaygular devreye girmedikçe (mesela İran’la nükleer konusunda olduğu gibi) diplomasi lafını dahi duymak istemiyor. Bugün Suriye’de artan cihatçı şiddetini,  onu kollamaya yönelik Türk ve ABD müdahalelerini bu bakımdan değerlendirmek gerekir. “Güvenli bölge” palavrası, IŞİD ve benzeri cihatçılar için güvenli bölgeler yaratmak anlamına geliyor. Bunu görmek lazım. Suriye ordusunun ve Suriye barış güçlerinin şartları lehlerine çevirmelerine izin verilmek istenmiyor.

Eğer emperyalistler için sorun IŞİD olsaydı, bir iki haftada kolları kanatları derhal kırılırdı. Tersine, ABD ve müttefikleri IŞİD (ya da El Kaide) konseptini daha da geliştirmeyi ve ona Avrasya coğrafyasında görev vermeyi planlıyorlar.

Bazı stratejistler IŞİD’i Timurlenk’in yüksek hareket kabiliyetiyle bir dönem Asya’yı, Avrupa’yı tehdit eden bir güç haline gelmiş ordularıyla kıyaslıyorlar.  IŞİD’i kullananlar sahip olduğu mekanize  hareket kabiliyetini arttırarak onu doğrudan Rusya coğrafyasına salmayı planlıyorlar. Rusya’nın bunun farkında olduğu açıktır. Hatta Rusya’yı son günlerde harekete geçiren en önemli saik bence budur.

Rusya, Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destekten şikayetçidir. Nitekim, geçen hafta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “sınır” operasyonları başlatıldığında, Rusya’daki Türk büyükelçi Rus hükümeti tarafından sert bir şekilde uyarıldı. Türkiye’ye yönelik üstü örtülü tehditler içeren uyarılar Erdoğan’a iletilmek üzere elçiye sunuldu(1)

Öte yandan, Suruç katliamı sonrasında Türkiye’nin, Suriye’ye karşı tek başına “oldu bitti” lere girmemesi konusunda bizzat Afrika’da bulunan Obama tarafından telefonla sıkı bir şekilde uyarıldığı biliniyor. Nitekim,  İncirlik Antlaşması bu sıkı uyarılar sonrasında imzalanmıştır. Kimi kaynaklar Obama’nın telefon görüşmesi sırasında Erdoğan’ı Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına kadar gidebilecek gelişmeleri tetiklememesi için uyardığını belirtiyorlar. Bu arada, yeni genel kurmay başkanın da  NATO’nun vereceği her emre amade olacağı bilinmelidir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu noktada geçerken, Suruç katliamının emperyalistler ve Türkiye için yaratmış olduğu işlevsel siyasal sonuçlara dikkat çekmek isterim.  Bunu “iç güçler” in mi yoksa “dış güçler”in mi yapmış olduğuna dair tartışmanın bu şartlarda bir anlamı yoktur. Bu her iki gücün epeydir  iç içe geçmiş olduklarını bir kez daha belirtmek isterim. Elde edilmek istenen siyasal sonuçlara odaklanmanın daha anlamlı bir iş olacağını düşünüyorum.

Şimdi konuya ilgi duyan herkes IŞİD’in ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, S.Arabistan, Israil, Katar demek olduğunu biliyor. Ancak sanki böyle değilmiş gibi davranılıyor, akıl yürütülüyor. Önce bu tespitin konulması gerekir. Aksi halde konuyla ilgili hiç bir analizin, önerinin manası olmayacaktır. Sözde IŞİD karşıtı koalisyonun ABD tarafından kurulmasından sonra IŞİD daha organize bir hale gelmiş, sahasını hem genişletmiş hem emperyalist isterler doğrultusunda sınırlar belirlemiş, şiddetinin dozunu arttırmıştır.

Bu arada, Erdoğan ailesinin IŞİD sayesinde temin ettiği ekonomik çıkarlara ve onunla olan ekonomik ilişkisine dikkat çekmeyen bir analiz de Türkiye IŞİD ilişkilerini kavramak bakımından eksik kalacaktır. Erdoğan, ailesinin ekonomik çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında tutarlı bir ilişkinin olması gerektiğinin farkındadır.

Bu sözde IŞİD karşıtı koalisyonun başına ABD adına atanan kişi önde gelen bir neocon olan general John Allen’dir. IŞİD’in bütün organize faaliyetleri onun tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’yi “güvenli bölgeler” konusunda teşvik eden de Allen’dır.

Esasen Obama, Allen’ı bu göreve Pentagon’un büyük baskısına karşı koyamayarak atamıştı. Suriye ve Irak’taki bir çok gelişmede bu generalin dayandığı iktidar kliklerinin (dış bakan Kerry de bu kliklere dahildir) Obama’yı bypass etmeleri söz konusudur. Mesela son gelişmeler Obama’nın Afrika gezisine rast getirilmiştir. Bu Iran’la varılan nükleer antlaşmaya karşı bir hamle olarak da görülebilir.

Yani hep söylediğim gibi ABD yönetimi yekpare bir yapı değildir. Ancak farklı içerikleriyle, öncelikleriyle  bu yapının tümü emperyalisttir, saldırgandır. Bunda hiç bir tereddüdün olmaması gerekir.

Rusya’nın son hamlesi, öncekilerine göre daha geniş bir Esad’lı koalisyonu öngörmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda Suriye sorunu etrafında kağıtların bir kez daha yeniden karılması söz konusu olacaktır. Böyle bir karılma oyuncular arasında ve içinde de yeni kopuşları, saflaşmaları getirebilecektir. Mesela Suriye Kürt hareketi Esad’a yakınlaşarak anti-Amerikan bir çizgide konumlanabilir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin Türkiye’deki de dahil, genel olarak Kürt hareketi için önemli sonuçları olur. Anlamlı ayrışmalar gündeme gelebilir. Sonuçta Kürt siyasetine tutunmuş Türk sol siyasetleri bir kez daha hiza alırlar. Zaten şimdiden bunun işaretlerini tespit edebiliyoruz.

Kürt siyaseti, PKK izlediği çizgiyle adeta kendi kendisini içine hapsettiği bir labirent örmüştür. Gerilla savaşı tehditiyle desteklenen “barış süreci” nin bugün geldiği noktada PKK’nin (daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi) askeri hareket kabiliyeti gayet sınırlıdır. Teröre başvurması kendi coğrafyasında dahi meşruiyet alanını daraltacak sonuçlar doğuracak, legal Kürt siyasetinin kazanmış olduğu mevzilerin yitirilmesine veya zayıflamasına neden olabilecektir. Karşılıklı olarak milliyetçiliklerin yükselmesine katkı yapacaktır.

Artık “barış süreci” nden sonra silahlı mücadele başlatmak kolay olmayacaktır. PKK, ama en çok da Kandil kanadı, bu sürece dahil olarak, zaten ta baştan beri var olan siyasetsizlik, programsızlık sorununu daha da takviye etmiş, hareket üzerinde ilerici bir vizyonu bulunmayan işbirlikçi burjuva siyasal etkilerin ağırlığının artmasına neden olmuştur. “Esir önderlik” şartlarında Kürt siyaseti zaten arızalı olan siyasal cevvaliyetini tamamen yitirmiştir. Oyun kuruculuğu, beyin görevini emperyalistlere vererek kendi kendisini depolitize etmiştir. Bunun askeri kanat üzerinde de olumsuz etkilerinin olmaması mümkün değildir.  Bugün Kürt siyasetinden yükselerek Türk sol çevrelerini de etkisi altına alan (son örneği HTKP’dir) oportünizmi bu açıdan da okumak meşrudur.

NOTLAR:

(1) Yazıyı yazdıktan bir gün sonra bazı medya organlarında Rusya’nın Türkiye’ye karşı sert bir tepki vermemiş olduğuna dair Rus hükümeti kaynaklı açıklamalar yer aldı. Ancak aynı gün aynı kaynaklarda gerek Rusya başbakanının ve gerekse Rus dış bakanlığı çevrelerinin Türkiye’nin IŞİD ve Suriye konusundaki davranışlarıyla ilgili olarak dile getirdikleri sert eleştiriler de yer buldu.

Tweetle

Tekrar askeriye meselesi

Galeri

Bu yazıda “askeri vesayet” hakkında üç örnek vak’adan söz edeceğim. Bu yazıyı esinleyen, geçenlerde youtube’de izlediğim bir grup Amerikalı sol liberal aydının tartışması oldu. O tartışmada yer alan aydınların hemen hepsi, “ne işimiz var Afganistan’da, niye Amerikan halkının refahını temin … Okumaya devam et

HEBDO katliamı sonrası değerlendirmeler

Galeri

Charlie Hebdo katliamı sonrasında kimi sol çevrelerde, artık ABD’nin islamcı terörü beslemeyeceği, desteklemeyeceği, hatta islamcıların defterini düreceği yolunda bazen açık kimi zaman örtük şekillerde dile getirilen bir iyimser beklenti oluştuğu görülüyor. Bu beklentiye AKP hükümetinin deliğe süpürüleceği ihtimali de eşlik … Okumaya devam et

Son uluslararası gelişmeler, Türkiye

Galeri

Burada her zaman izlediğim bir yöntem,  iç siyasal gelişmelerleri, dış siyasal gelişmelerden, Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslararası bağlamdan koparmadan analiz etmeye çalışmak olmuştur. Yine aynı yöntemi izleyerek, özellikle de  Rusya’dan hareketle Türkiye’deki son gelişmelere bakalım. Daha önceki yazımda belirtmiş olduğum gibi, … Okumaya devam et

Emperyalizm uzlaşmaktan teslimiyeti anlar

Galeri

Günümüz ülkelerinin jeo-ekonomi-politik konumu bugün oluşmamıştır. Tarihsel bir süreç içinde, toplumsal, çevresel iç ve dış siyasal mücadelelerin sonucu olarak şekillenmiştir. Ülkelerin toplumsal formasyonları, kültürel yapıları zaman içinde dönüşümler geçirse de, jeo-ekonomi-politik  konumları, kayguları, öncelikleri yeni koşullarda, yeni görünümler altında devam … Okumaya devam et

Haziran’dan Ekim’e…

Galeri

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir … Okumaya devam et

Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle

 

Restorasyondan karşı-devrime bir misyon partisi olarak CHP

Haziran ayaklanması, sadece AKP hükümetine karşı değil, iktidar ve “muhalefet”iyle birlikte AKP rejimine karşıydı. Burjuva demokrasilerinde, bir siyasal rejim sadece müesses hükümetten oluşmaz, görünüşte onun karşısında olan bir de müesses “muhalefet” i vardır. “Muhalefet”  partileri de  AKP rejiminin asli bileşenleridir. AKP hükümetinin üzerinde durduğu sacayağını, CHP-BDP-MHP oluşturmaktadır.  Gezi’ye katılanlar arasında CHP’ye oy vermiş, oy veren insanlar çoğunluğu teşkil etmekteydiler. Ancak orada sadece AKP iktidarına değil, onun “müesses” muhalefetine de karşıydılar. CHP’ye sempati ile bakmıyorlardı. İktidarı ve muhalefetiyle rejimi alaşağı etmek istiyorlardı.  Bunu tespit etmek gerekir.

Haziran kendiliğinden bir ayaklanmadır, ancak katılımcı halk sınıflarının sezgilerini iyi okumak gerekir. Gezi’deki halk, AKP hükümetinin mevcut “resmi” muhalefet üzerinden yıkılamayacağını, sorunun hükümet değil, rejim sorunu olduğunu kavramıştı. Orada bu “resmi” muhalefet partilerinden hiç birisinin telkinleriyle hareket edilmemiştir. Haziran halkı onların hepsine mesafeli olmuştur. Dahası, CHP ve BDP gibi partilerin istismarına da karşı çıkmıştır. Bu partiler ve Haziran muhalefeti arasında örgütsel, programatik bir ilişki yoktur.

Esasen benzer gelişmeler, neo-liberal vahşi kapitalist anlayışın uygulamaya konulduğu başka ülkelerdeki protesto gösterileri ve ayaklanmalar sırasında da görülmüş, eski “resmi” muhalif anlayışlar üzerinden gidişata karşı çıkılmasının doğru olamayacağı, sorunun genel olarak siyasal düzen sorunu olduğu, katılımcıların geneli tarafından kavramsal olarak olmasa da,  pratik olarak ifade edilmiştir. Yerleşik reformist sol anlayışların, klasik liberal demokratik siyasetin karşı çıkılan düzenin bileşeni olduğu sokaklar tarafından tespit edilmiştir.  Ancak alternatifler yaratılamadığı için söz konusu “muhalif” anlayışların seçimler aracılığıyla varlıklarını sürdürmesi olanaklı olmuştur. Halklar inanmadıkları partilere, sırf alternatiflerini yaratamamış oldukları için oy vermeye devam etmişlerdir. Oy verdikçe de, en sağ politikalar adına, bizzat bu muhalif görünümlü partiler tarafından yönlendirildiklerini fark etmişlerdir.  Bu partiler gerici düzenin paratonerleri gibi bir rol üstlenmişlerdir.

İzninizle burada bir parantez açacağım. Şimdi deniliyor ki, “yok burjuvazi kendisine, devrimine ihanet etti ” . Bu saptama yeterince açıklayıcı değil.  Neden kendisine ihanet ediyor, soru budur. Mesele şu: Burjuvazi ve kapitalizm tarihinin her döneminde ilerici, aydınlanmacı bir rol oynamıyor. Kimi devirlerde çok gerilere, gericiliğe savrulabiliyor. Daha doğrusu o, maddi çıkarlarının gerektirdiği kadar ve gerektirdiği zamanlarda ilerici, demokratik, devrimci olabiliyor. İlericilik kapitalizmin, burjuvazinin alameti farikası değil. Emperyalizm çağındayız, öyleyse, bunun tam tersi gerçekliğe uygun olmaktadır. Burjuvazinin artık ilerici bir rol oynaması kabil değildir. Gericidir.Parantezi kapattım.

Haziran’a dönersek, kısacası, kitleler neyin ve neyle olmayacağını genel olarak anlamışlar, ancak neyin, nasıl olabileceği konusunda tutarlı, yapılabilir bir siyasal tavır ortaya koyamamışlardır. Elbette genel olarak marksist solun ezilmiş, etkisizleştirilmiş olmasının kitlelerin bu tercihi yapamamış olmasında katkısı olmuştur.

Türkiye’de bu sorun en azından 1946’dan beri açık olarak yaşanmaktadır. Türkiye solu gerici düzenin payandası CHP’ye tıkıştırılmak istenmiştir. Öncesi şöyle dursun, çok partili siyasal hayata geçilirken, solun önünü kapatacak her türlü önlem bizzat CHP hükümetleri tarafından alınmış, Demokrat Parti hükümetleri tarafından eski rejimden devir alınan bu yaklaşım konsolide edilmiştir. Yani bu bakımdan bir süreklilik net olarak  tespit ediliyor.

O zaman İnönü yönetimi, emperyalizmle entegrasyon, kapitalist – emperyalist politikaların kayıtsız koşulsuz uygulanabilmesi adına, anti-komünist bir söylemle genel olarak solculuğu karalayan, gayri-meşrulaştıran bir anlayışı kurumsallaştırmıştır. Evet anti-komünizm, sadece komünizmin değil, genel olarak sol düşmanlığının paketlendiği ambalajdır. Komünizm karşıtlığı, bütün sol muhalefetin ezilmesi, itibarsızlaştırılması adına yapılır. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Anti-komünizm veya açılımı olan sol düşmanlığı her zaman en gelenekçi, en dinci, en ırkçı ideolojilere başvurularak yapılır. Bizde de o zaman, İnönü yönetimi bir yandan dinciliği, “amerikan milliyetçiliği” ni topluma empoze ederken, diğer taraftan, sol düşmanlığını telkin etmiştir. Bu ikisi birlikte, CHP yönetimi zamanında kurumsallaştırılmış, DP hükümetleri devrinde konsolidasyonu gerçekleştirilmiştir.

Otuzlu yılların sonlarına doğru  devreye sokulan restorasyon tamamen kültürel ve siyasal anlamdadır. Öncesinde bir sosyo-ekonomik devrim söz konusu olmadığı için restorasyonu da söz konusu değildir. Burada şunu da söylemem lazım: Burjuva devrimleri, sınıflı toplumu ortadan kaldırma, sınıfları tasfiye etme amacı taşımazlar. Yani eşitlikçi, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip değildirler. Esas olarak, burjuva sınıfının iktidarını sağlayarak, burjuva toplumu yaratma gayesi güderler. Bu bakımdan sadece dar ekonomik hedefleri yoktur.  Siyasal ve kültürel hedefler de taşırlar. Devam edelim,  Bayar’ın başbakanlığı ve İnönü’nün milli şefliği devrinde kültürel, siyasal restorasyon yeni bir ivme kazanmış, sonra DP’nin karşı-devrimci sonuçları olabilecek hamleleriyle sağlama alınmıştır.

60’lı yıllardaki sol uyanış karşısında, önce  İnönü, onun yetersiz olduğu görülünce, Ecevit CHP’si tekrar devreye girmiştir. Bu kez anti-komünizm,  sulandırılmış bir solculuğun ihyası aracılığıyla yapılmıştır. Sosyalist solun önü kesilmek istenmiş, terörize edilmesi için koşullar hazırlanmıştır. CHP kitlelere, “ya benim içimde, benim kadar solcu olacaksınız, ya da gayri-meşru olacaksınız” diyordu. Düzenin CHP’sinin bu defa ki rolü, sosyalistlerin, sadece Türkiye’de değil, dünyada dişleriyle, tırnaklarıyla, acıyla, kanla itibar kazandırmış oldukları sol siyaseti, burjuva düzeninin çıkarları adına,  iç etmek, piç etmekti.

CHP’nin bu anti-sol çizgisinin, farklı dönemlerde,  emperyalizmle entegrasyonun gerektirdiği koşullara göre geliştirildiğini tespit ederiz. CHP, AKP rejiminin konsolidasyonu adına her katkıyı yapmıştır. Bu basitçe bir Baykal,  Kılıçdaroğlu meselesi değildir. Sorun, bir burjuva düzen partisi olarak CHP’dir.  CHP’nin misyonu budur. CHP farklı bir şekilde davranamazdı. Davranamaz. CHP’nin bir burjuva düzen partisi olduğunu unutmamak gerekir. CHP’nin ilk entegrasyonu kendisinin başlatmış olduğu kapitalist emperyalizmle bir sorunu yoktur.

O kadar öyle ki, daha Cumhuriyet’in başında, Osmanlı’dan devreden kapitülasyoncu anlayışı aynen hatta daha da cazip hale getirerek sürdürmüştür. O zaman Osmanlı idaresinden cumhuriyet devletine intikal eden bir çok tekel hakkı (örnekse, demiryolu, benzin, tuz, kibrit vs), devlet tarafından yerli tüccar temsilcileriyle birlikte emperyalist ülke şirketlerine, bugünkü AKP yönetiminin kamu mallarını peşkeş çekmesiyle kıyaslanabilecek şekilde, devredilmişti. Bu sayede ülkede devlet sırtından “yandaş” sermayedar devşirme ve tabii kaçınılmaz olarak yolsuzluklar, kamu mallarını, olanaklarını istismarlar, iç etmeler dramatik ölçülerde artmıştı.

Devam etmeden önce,  skolastik tarihçilik anlayışından kaynaklanan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Tarihi, toplumsal sınıfların mücadeleleri görüş açısından değil de, siyasal organizasyonların birbirleriyle soyut, teorik olarak kurgulanmış didişmeleri olarak gören yaklaşım, bu organizasyonları bloklara ayırıyor, işte bir tarafta İttihat ve Terakki, Müdafayi Hukuk ve CHP ; diğer tarafta Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka ve DP vardır, bunlar adeta farklı sosyal-ekonomik düzenlerin siyasal temsilcileri gibi, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan güçler halinde kurgulanmışlardır. Bu şablon gerçeklikle örtüşmüyor. Öncelikle bu söz konusu organizasyonların hepsi (farklı araçlar ve önceliklere sahip olarak) kapitalist-burjuva düzeni adına mücadele vermektedirler. Savundukları politikalar da, savunan figürler de sunulan iki kamp arasında hareket edebilmektedirler.

Devam ediyoruz. Serbest Fırka hamlesi, 1929 Bunalımı’nın da iyice ağırlaştırdığı bu şartlarda, üzerindeki vergi, sömürü baskısı artan halk sınıflarının huzursuzluğunu giderecek bir emniyet supabı  işlevi görmesi için yapıldı. Bir bumerang haline dönüşmesi olasılığı belirince, geri adım atıldı. O zaman yaygın anlayışın tersine, Serbest Fırka’nın sınırlı bir ölçüde savunduğu iktisadi devletçilik anlayışına dönüldü. Serbest Fırka’nın liberal başkanı Fethi Okyar ve ikinci başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun seçim propagandaları sırasında yaptıkları konuşmalarda var. O zaman ki cumhuriyet hükümetini, devlet eliyle sermayedar yetiştirmek için kamu çıkarlarını peşkeş çekmekle suçluyorlar. Kendilerinin iktisadi devletçiliği  kamu yararı gözeterek icra edeceklerini iddia ediyorlar.

Zaten devletçilik politikası da S.Fırka’nın kapatılmasından sonra zorunlu ama kesinlikle geçici bir süre için uygulamaya konuldu. Bu devletçiliğin uygulamaya konmasını olanaklı kılan iki faktör vardı: Birincisi, dünya kapitalizminin 1929 Bunalımı; ve ikincisi, SSCB’nin bir sponsor potansiyeliyle varlığı. Bu iki faktör olmasaydı, belki o zaman devletçi politikalar uygulanmayacaktı. Zaten 1933 Plan döneminin başlangıcına kadar da bu politika ciddi bir şekilde uygulanmamıştır.

Planlı devletçiliğin altın dönemi olan 1933-37, aslında Cumhuriyet’in de, iktisadi ve kültürel manada, altın devri olarak görülmelidir. 1937’de Bayar’ın başbakanlığa getirilmesi devletçilikten, anti-feodal tarımsal düzenlemelerden  geri adım atmanın başlangıcı olarak görülebilir. (Nitekim, Bayar, toprak reformunu gündeme getiren İnönü’nün iktidardan düşürülmesiyle başbakan olabilmişti). Bu tarih restorasyon döneminin başlangıcı olarak da görülebilir. Bayar sonrası İnönü’nün iktisadi politikaları 2.Savaş koşullarıyla alakalıdır.Yoksa, 50’den itibaren başlatılan iktisadi anlayış, CHP’nin de anlayışıdır. Nitekim CHP, 1950 Seçim Beyannamesi’nde, parti programından ve anayasadan 6 okla gösterilen ilkeleri çıkarmaya hazır olduğunu, iktisadi devletçilik yerine özel teşebbüsün önünü açacak politikalarla bir sorunu olmadığını ilan etmişti. Hatta daha öncesinde, 1943 parti programında CHP’nin, ekonomide devletçiliği, “ferdi teşebbüsün mümkün olmadığı” alanlarla sınırlı tuttuğu belirtilir. Kısacası, bugün nasıl AKP’nin neo-liberal politikalarıyla CHP’nin bir sorunu, onlara alternatif bir programı yoksa, dünkü İnönü CHP’sinin de DP iktisadıyla, sınıfsal içeriği itibarıyla,  bir sorunu yoktu. Bu bakımdan, ulusalcıların ya da kemalistlerin ideolojik manipülasyonlarına itibar etmeyelim.

Benzer bir saptamayı 27 Mayıs için de yapmak mümkün. 27 Mayıs burjuva kapitalist düzene karşı bir darbe değildi. Tersine, bu düzenin işleyişini yeniden düzenleyerek güvence altına almak gibi bir gayesi vardı. Yani o da, sonraki benzerleri gibi “koruma ve kollama” programı adına yapılmıştı.

Türkiye’yi 27 Mayıs’a götüren ekonomi-politik olumsuzluklar DP’nin kontrolsüz sağcılaşma eğilimlerinde ifadesini bulan şartlarda gerçekleşmiş, doğal olarak (bugün de olduğu gibi) sol, demokratik, ulusalcı bir tepkiyle, direnişle  karşılaşmıştı. Yapılacak müdahalenin başarılı olabilmek için elbette  bu fiili direniş cephesinin taleplerini gözetmesi gerekirdi.

Yoksa 27 Mayısçıları solcu olarak görmek yanlıştır. 27 Mayısçılar kapitalist düzeni yeniden raylarına oturtmak adına harekete geçmişlerdi. Aralarında görüş birliği dahi yoktu. Bir çok subay figür dışlanmamak için operasyona dahil olmuştu. Hatta yöneticileri içinde, terimin bilimsel anlamında, solcu olarak görülebilecek figürler olduğunu bile düşünmüyorum. Bugün solcu oldukları iddia edilenler aslında, ulusalcı, ulusal bağımsızlıkçı, devletçi, karma ekonomiden yana, Atatürk devri politikalarına geri dönülmesini isteyen, bunları istedikleri halde pekala da sol düşmanı, anti-komünist olan kişilerdi. Kendilerini modern anlamda “solcu” olarak tanımlamıyorlardı. Sadece sokakta direnen  ilericilere, sola (bir süreliğine) ihtiyaç duyuyorlardı.

Sonradan, araçsal olarak 27 Mayıs’a referans veren,  o sırada hareket halindeki devrimci sol programlarla yolları kesişen genç subayların konumu ayrı bir konudur. Orada, genç subaylar arasında, mesleki iktidar arzusunun, küçük burjuva jakobenizminin önemli bir itici işlev gördüğünü düşünüyorum. Tabii bir de Türkiye’nin etrafındaki coğrafyada askeri darbe pratiklerinin yoğun olarak deneyimlendiği şartlar söz konusuydu. Her neyse, konuyu dağıtmayalım.

Bugün ulusalcılar kemalist cumhuriyete gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlam atfediyorlar. Cumhuriyetin en başından itibaren Tanzimat’ın yarım bıraktığı ya da aksatılmış hukuksal, kültürel, idari reformlarını tamamlamak dışında bir programı yoktu. Ekonomik olarak da, en azından 1929 Bunalımı’na kadar, Tanzimat’ın liberal anlayışı sürdürülmüştü.

Bu da anlaşılırdır.  Tanzimat devri Genç Osmanlı aydınlarının ve sonraki Genç Türk aydınlarının kendilerini içinde bulmuş oldukları siyasal çerçeve, siyasal ve ideolojik idealleri, yarıda kalmış Tanzimat hamlesinin tamamlanması olarak görülmelidir (Bu bakımdan “yarıda kalmış burjuva demokratik devrim” temasına sarılmış cumhuriyet dönemi sol aydınlarının çoğu ve Genç Osmanlı, Genç Türk aydınları arasında, hem tematik hem de yöntemsel olarak, süreklilik olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bir tür yarığı, açığı kapatma, gecikmeyi telafi etme misyonu üstlenmişlerdir. Ancak bizatihi bu konumun geciktirici bir işlevinin olacağı, dahası, tekerrür koşullarını yaratabileceği anlaşılamamıştır). Cumhuriyet Tanzimat’ın kaçınılmaz siyasal sonucudur. Bunun dışında, kemalist devrim hiç bir zaman ekonomik ve  dolayısıyla sosyal bir devrimci programa sahip olmamıştır.

Şunu da eklemek istiyorum: Cumhuriyet Tanzimat’ın tamamlanması olarak görülüyor. Pekiyi. Ancak bunu yaparken Tanzimat’ın mantığını ve yöntemini izlediğinden, veya isterseniz, değişim ufku Tanzimat’la sınırlandırılmış olduğundan, onun deneyimini yeniden üretmekten kaçınamıyor. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyor. Tanzimat’ı kendi devriyle kıyaslayıp, küçümsemesine rağmen onun çerçevesini kırıp dışına çıkmayı dahi tahayyül edemiyor. Üstelik bu çerçevenin dışına çıkmak isteyenleri  vahşice bastırdığı için patinaj ve tekerrür kaçınılmaz oluyor.

1946’dan sonraki gelişmeleri, bu arada, “Kopenhang Kriterleri” veya “Avrupa Birliği” konusunu bu açıdan da düşünmek meşru oluyor. Tanzimat parçalanmayı, yarı-sömürgeleşmeyi resmen başlatmışsa, tamamlanmış halinin de, aynı iç ve dış dinamikleri verili olarak kabul etmiş olduğundan,  bu duruma son verirken, aslında bu eleştirilen olumsuzlukları tekrar başlatmış olduğunu saptamak gerekiyor. Devlet şeklinin cumhuriyet olmasıyla Tanzimat’ı açmaza sürükleyen dinamikler ortadan kalkmış olmuyor.

Bu arada, Osmanlı modernleşmesi bakımından Rusya ile rekabetin itici, teşvik edici bir rolü olduğunu belirtmek isterim. Rus rekabeti hesaba katılmadan Osmanlı yenileşmesi, batılılaşması anlaşılamaz. Rakip Rus imparatorluğundan korunma ihtiyacı Osmanlı devletinin Batı’nın kanatları altına girmesinde önemli bir faktör olmuştur. Batılı büyük devletler için de Osmanlı’yı Rusya’dan koruma ihtiyacı Osmanlı devletinin ömrünü uzatan bir etken olmuştur.

Kısacası, Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişleme siyasetinden korunmak isteyen Osmanlı devleti ve dünya hakimiyeti için büyük ölçüde Rusya’nın denetiminde olan Avrasya’nın kontrolünü zaruri gören Anglo-Amerikan emperyalizminin çıkarları çakışmıştır. Cumhuriyet’ten sonra da önce tampon devlet, sonra da vasal devlet olmanın benimsenmiş olması, bu kez sınıfsal içeriğiyle birlikte, aynı jeo-ekonomi-politik kayguların TC tarafından taşınmış olduğunu gösterir.

Cumhuriyet de Tanzimat’ın mirasçısı olarak, “Rus tehlikesi” karşısında Batı emperyalizminin kanatları altına girmeyi tercih etmiştir. Erken dönemdeki Sovyetler’le “iyi ilişkiler” zorunluluktan kaynaklanmış, kesinlikle geçici olarak görülmüş, bir tür “metres ilişkisi” dir. TC devleti, emperyalist Batı camiası tarafından tekrar kabul gördükten sonra Rusya’yı Osmanlı devrindeki gibi tekrar düşmanlaştırmıştır. Benzer nedenler, benzer sonuçlar doğuruyor tabii. Eğer İngiltere ve TC arasında 1926’da akdedilmiş antlaşma 1929 Bunalımı nedeniyle aksamamış olsaydı, belki de TC’nin, SSCB ile soğuk savaşı yirmi yıl önce başlayacaktı.

Bu konuda son bir söz de, Tanzimat’ı sağdan eleştirenlere olsun. Tanzimat’ın imparatorluğu dağıttığından söz edilerek devir eleştiriliyor. Tamam. Pekiy olmasaydı ne olacaktı? Yani Tanzimat olmasaydı, imparatorluk parçalanmayacak mıydı? Yarı-sömürge veya sömürge haline gelmeyecek miydi?  Tersine, Tanzimat bu parçalanmayı geciktirici ve sınırlandırıcı bir işlev görmüştür. Geleceğin Türkiye Cumhuriyeti için alanı olanaklı kılmıştır. Modernist kadroların yetişmesi için koşulları temin etmiştir. En azından modernist, ilerici güçler için bir fırsat yaratmıştır.

Kaldı ki  bugün iyi anlıyoruz, İslamcılar da Tanzimat metoduna referans vermektedirler. Onlar da İslamcı, rövanşist bir “tanzimat”ı batı emperyalizminin kanatları altında uygulamaya çalışmaktadırlar. Tanzimat hepsinden önce, “sömürgeci batı kapitalizmi” nin gözüyle kendine bakma, ya da isterseniz, oryantalist bir konumu içselleştirme pratiğidir. Metot bakımından bu anlayışın sağı ve solu arasında bir fark yok.

Öncesi şöyle dursun, son elli yıldaki “İslamcı uyanış”, emperyalizmin ihtiyaçlarından ayrı tahayyül dahi edilemez. Bu yüzdendir ki, emperyalistler İslam coğrafyasında hangi egemen seküler devlete saldırıyor, işgal ediyorlarsa, bunu İslamcıları kullanarak yapıyorlar. Bu bakımdan müslüman kral hiç olmadığı kadar çıplaktır.

Müslüman Kardeşler, Gülen Cemaati, El Kaide ve IŞİD gibi türevleri  dahil bugünkü hemen bütün islami örgütler, nüfusunun büyük kısmı müslüman ülkelerdeki kökten-dincilik ABD prodüksiyonudur. Modern bir vak’adır.  Bu bakımdan islamcıların Z.Brzezinski’ye çok şey borçlu olduklarını belirtmek isterim. Hatta İran’daki Humeyni devrimi de, anglo-amerikan emperyalist oligarşisinin tepe yapılarına dayanan Carter-Brzezinski-Vance ekibinden himaye görmemiş olsaydı, başarılı olamayabilirdi.

Bir de, Tayyip’in Abdülhamid hayranlığı var ki, gayet anlaşılır bir şeydir. Abdülhamid de, yoksul emekçi halkın Tanzimat’ın ekonomik ve hukuksal olarak kendi  çıkarlarını gözetmeyen, eşitsiz uygulamalarına duyduğu tepkiyi, İslamcı, kültüralist bir belagatle istismar ederek, Tanzimat’ın en özgürlükçü yanlarını yok etmiş ama ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşme programını en vahşi, en gözü kara şekilde uygulamıştı. Laf uzadı. Farkındayım. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

Kadro hareketi, Serbest Fırka hamlesine benzer şekilde, bir supap işlevi  görmüştür. Kentli aydınlar arasında sol veye sola meyletmesi muhtemel tepkiler bertaraf edilmek istenmiştir. AKP’nin gündemini uygularken kimi sol aydınları yanına çekmesiyle benzerliği var. Yoksa, Kadro’nun arkasında durulmamış olduğunu, radikal ve tehlikeli bulununca, bizzat en üst düzeyde teşvik edenler tarafından tatil edilmiş olduğunu biliyoruz . Bu noktada, yöntemsel olarak, aynı siyasal heyet tarafından  resmi olarak kurulmuş olan “sahte TKP” vak’asıyla da işlevsel olarak benzerliği olduğu söylenebilir.

Cumhuriyet yönetimi hiç bir zaman, özü itibarıyla, devlet önderliğinde, üçüncü dünyacı merkantilist ve korporatist bir kapitalizm anlayışını savunan, “Kadro ideolojisi”ni, programını izlememiştir. Kaldı ki, Kadro’nun  dillendirdiği fikirlerin o sıralarda, kapitalizmin bunalımı nedeniyle arayış içinde olan bir çok üçüncü dünya ülkesinde, örnekse, bazı  L.Amerika ülkelerinde de eşzamanlı olarak tartışıldığını, söz konusu fikirlerin ülkemizden çıkmamış olduğunu biliyoruz.

Kemalist idareciler kendilerinin, bir noktaya kadar, daha doğrusu, egemen sınıf fraksiyonları arasında şiddetli bir çatışmaya meydan vermeyecek kadar, burjuva devrimcileri olduklarının farkındaydılar. farklı, abartılı ideolojik tanımsal telkinlere itibar etmeleri kabil değildi.

Nitekim, İnönü, Kadro’nun devamı olarak görülebilecek Yön Dergisi’ne 1963’te vermiş olduğu bir mülakatta, Atatürk’ün, kendisinin ve diğer arkadaşlarının hiç bir zaman sosyal bir devrimi düşünmemiş olduklarını açık açık söylemiştir. Atatürk’e “sosyalist” yakıştırmasının kesinlikle doğru olmadığını söylemiş, hatta bunun iftira olduğunu ima etmiştir.

Zaten Atatürk’ün bu anlama gelecek ne bir ifadesi ne de icraatı vardır. Kapitalist emperyalizme karşı olduğunu söylemiş olduğu 1922’de, başka ne söyleyebilirdi ki? İşgalci emperyalist ülkeler ve onun işbirlikçisi Osmanlı hanedanlığıyla savaş halindeydi. Sovyetler Birliği’nden başka da stratejik ortaklık kurabileceği ülke civarında yoktu.

Gelgelelim, cumhuriyetin ilanı sonrasında hemen iktisadi ve sınıfsal tavrını net olarak ifade etmiş, o doğrultuda siyasal adımlar atmıştır. Bir şey daha söyleyeyim, DP şefleri “her mahallede bir milyoner” yaratacaklarını ilan etmişlerdi. Aslında bunu Cumhuriyet’in hemen başlarında Atatürk, “ülkemizde milyonerler, hatta milyaderler yaratmak istiyoruz” demek suretiyle daha önce hedefleri arasında ilan etmişti. Sonra, Atatürk kendisini, yapmış olduğu kişisel ekonomik girişimlerle, “burjuva girişimci” modeli olarak sunma çabası içinde olmuştur. Atatürk’ün tarımsal çiftlikleri, “kollektif” değil, “kapitalist” idi. Öyle değil mi? Özcesi, Atatürk de, İnönü de, Bayar ve Menderes kadar sol düşmanıydılar. Anti-komünist idiler. SSCB ile ilişki meselesine gelince, ekonomik olarak sıkıştıklarında, Menderes de Demirel de SSCB’nin kapısını çalmamışlar mıydı?

Sonra şunun da altını çizmek isterim: “İlerici” ve “solcu” olmak her zaman aynı anlama gelmez. Pekala bir sağcı tarihsel figür, sağcı bir siyasal kadro, burjuvazi gibi sınıf tarihte, belli bir uğrakta,  “ilerici” rol oynayabilir, “ilerici” olarak tanımlanabilecek eylemler içinde bulunabilirler. Bunun örnekleri çoktur. Ancak “solcu” olmak kesin ve net olarak bir sınıfsal tavırla, burjuvazinin egemen olduğu bir çağda ona ve kapitalizme karşı olarak proletarya sınıfının çıkarlarının temsilcisi, proletarya devriminin savunucusu, sosyalizmden yana olmakla mümkündür.  Her “ilerici” solcu olmayabilir; ama her solcu ilerici olmak zorundadır. Tarihsel olarak ilerici/gerici konumunu belirleyen,  sınıf mücadelesi içinde tutulan konumdur.

CHP’den hareketle benzer bir saptamayı,  mesela Batı’daki muadil partiler için de yapabiliriz. 80’lerin sonunda, reformist sol tarafından hararetle (Kabul edelim, “68 solu” bu restorasyoncu, hatta karşı devrimci anlayışı Batı’da yenilemiş, önünde yeni “radikal” kanallar açarak tahkim etmişti) desteklenen neo-liberal karşı-devrimci hareket, bu reformist ve “radikal” yeni solun katkısı olmasaydı, karşı-devrimi yapamazdı. Bir kez restorasyon, sonrasında karşı-devrim ve sosyalist cumhuriyetlerin tasfiyesi başlayınca, aslında bu reformist ve yeni solcu anlayışlara da ihtiyaç kalmamış, onlar da siyaseten tasfiye edilmişlerdi. Hep böyle olmaz mı?

Anti-komünist tasfiyeciliğin genel olarak solun tasfiyesi, ve bu arada tabii, demokratik ve ilerici döneminde, kapitalizmin getirmiş olduğu bütün aydınlanmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin, demokrasinin de tasfiyesi anlamına geleceği söz konusu “sol” kesimlerce anlaşılamadı. Anlaşılmış olduğu yerlerde de, zaten böyle bir örtük  gayeye sahip olunduğu için sorun olarak görülmedi.

Batı’da söz konusu reformist ve yeni-solcu radikal partiler sosyalist eforun sonuçları olarak ortaya çıkmışlardı. Kapitalizmin gericileştiği, onun en ilerici kazanımlarının sosyalizm mücadelesinin kazanımları olarak sahiplenildiği, bu kazanımların ancak sosyalizm mücadelesi içinde savunulabileceğinin idrak edilmiş olduğu  koşullarda etkinlik kazanmışlardı. Bugün etkinliklerini kaybetmiş olmalarıyla sosyalizmin karşı-devrimle geriletilmiş olması arasındaki canlı bağlantıyı göremeden en asgari düzeyde demokrasi mücadelesini dahi etkin bir şekilde verebilmeleri kabil değildir.

Bugün en asgarisinden demokratik istemler dahi ancak sosyalist bir perspektif içerisinde savunulabilir. Sosyalizm olmadan demokrasinin olamayacağı bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalist talepleri öne koyan bir stratejiyi öngörmeyen demokrasi, bağımsızlık mücadelesi bir kez daha havanda su dövmek anlamına gelecektir. Demokrasiye ancak sosyalizmden gidilebilir. Demokrasiyi, bağımsızlığı  savunan siyasetler,hareketler, önceden de olduğu gibi,  ancak sosyalizm mücadelesi içinde ortaya çıkabilirler. Gezi halkının kalkışmasında, “müesses” muhalefete karşı tavrında,  bu talep sezgisel olarak verilidir. Dünyanın başka yerlerinde de, mesela, ABD’deki “Occupy” hareketi, kimi bileşenlerinin başlatmış oldukları tartışmalar dolayısıyla, klasik “demokratik mücadele” formatı içinde hareket etmeyi sorgulamaya başlamıştır.

Türkiye’de emperyalist merkezlere entegre işbirlikçi burjuvazinin oligarşik örgütleri, siyasal partileri el birliğiyle, emperyalist merkezlerden gelen talepleri hayata geçirmektedirler. 2.Cumhuriyet düzeninin kurulmasında CHP’nin rolü AKP’den az değildir. Herhalde CHP’nin direnişine rağmen 2.Cumhuriyet’in tesisi yolunda bu kadar ileri adımlar atılamazdı. Mart Tezkeresi sonrasındaki gelişmeler, emperyalizmin bölgemizde başlattığı, gericiliğe dayanan savaş programını kararlılıkla uygulamaya koymasından sonra Baykal döneminden itibaren CHP, bu yeni koşullara adapte olmak adına dizayn edilmeye başlanmış, en son olarak, ikircikli ve yavaş davranan genel başkanının da tasfiyesiyle CHP, kendisinden talep edilen yeni rotasında aksamadan ilerleyebileceği bir yapıya kavuşturulmuştur.

Kılıçdaroğlu döneminde parti, 2.Cumhuriyet söz konusu olduğunda kraldan çok kralcı olmuş, AKP’nin arkasında, en gözü kara gerici politikaları uygulaması bakımından itki işlevi görmüştür. Bu şekilde AKP’nin önü sürekli açılmış, aksamadan yürüyeceği yolun döşenmesi sağlanmıştır. AKP, kendi gerici ve emperyalist politikalarını CHP, MHP ve BDP gibi partiler üzerinden meşrulaştırma olanağı bulmuştur.

Bu noktada, ilk “2.Cumhuriyet” girişimi olan ama o günkü koşullarda tam olarak realize edilemeyen 1946 ile bugün arasında, karşı-devrimin tesisi, gerici ve emperyalist politikaların önünün açılması bakımından bir süreklilik, CHP adına bir tutarlılık olduğunu söyleyebiliriz. 1946’da da CHP dinselleştirme programını uygulamaya koymuştu. 1946’da da solu itibarsızlaştırma çabası içinde olmuştu. 1946’da da liberal kapitalist politikaları benimsemişti.  O zaman da, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” tavrıyla, DP politikalarını, yani emperyalist merkezlerin taleplerini meşrulaştırmış, yeni politikaların yerleşmesi bakımından yine paratoner işlevi görmüştü.

“17 Aralık operasyonu” öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler, belediye seçimlerinde aday tespitleri, izlenecek seçim stratejisinin belirlenmesi gibi konularda CHP yönetimi nin tamamen, Cemaat kanalıyla, emperyalist merkezlerin kontrolü altında olduğunu göstermiştir. Şimdi bir kez daha, MHP ile ortak olarak tespit ettiklerini söyledikleri, aslında her ikisinin de, işbirlikçi burjuvazi ve  dış emperyalist, gerici odaklar talimatıyla ilan ettikleri islamcı aday İhsanoğlu, CHP adına, karşı-devrim doğrultusunda yenilenen soğuk savaşın yeni Prof Ş.Günaltay’ı olarak görülebilir.

Bu kez CHP’nin adayı, içerideki kültürel ve siyasal restorasyon koşullarında değil, dünya çapındaki karşı-devrim doğrultusunda ve emperyalist saldırganlığın müslüman haçlı lejyonerleri de kullanarak BOP coğrafyasında operasyonlarını sürdürmekte olduğu koşullarda tespit edildiğinden, karşımızda Günaltay’a göre dahi daha gerici, bir ortaçağ figürü vardır. Bu portre emperyalistlerin vizyonuyla örtüşmektedir. Hele bugünkü gündem bağlamında düşünürseniz. Tam da “sünni eksen” oluşturma çabaları varken, İhsanoğlu’dan iyisi Şam’da kayısı!

Bugünlerde CHP yanlısı yazarlar, siyasetçiler tarafından AKP seçmenine “uyanın artık!” çağrıları yapılıyor. Komik tabii. AKP seçmeni uyutulmaktan memnun olabilir, asıl ondan şikayetçi olan muhalif CHP seçmenin desteklediği parti karşısında uyanık olması gerekiyor. CHP’ den karşılayamayacağı, dahası, var olma nedeniyle bağdaşmayan beklentiler içinde olanların uyanması gerekiyor. Aldatılmakta olduklarını hâlâ göremiyorlar. CHP’nin misyonu sol gösterip sağ vurmaktır. Aynısı, onun şakşakçılığını yapan yazarlar için de doğrudur.

Evet, CHP kurucu bir misyonu olan bir partidir.  Birinci cumhuriyetin kurucusudur.İkincisinin de olmazsa olmaz kurucusu olma gayretindedir. CHP olmadan birincisinin tasfiyesi mümkün olamazdı. İkincisinin inşası da kabil olamaz. AKP, CHP, MHP’yi tek bir düzen partisi olarak görmek gerekir. Aralarındaki sürtüşmelerin nedeni düzen karşıtlığından kaynaklanmıyor. Son olarak,  CHP ile CHP’ye oy veren insanları birbirlerine karıştırmak sosyalistler bakımından vahim bir yanlıştır.

T

 

Berlusconi ve İtalyan İkinci Cumhuriyeti*

Lampedusa’nın, Leopar’ının açılış sayfalarında, Garibaldici soylu Tancredi, Prens dayısına, cumhuriyetçileri kastederek, “şu avamın bize bir cumhuriyet kakalamamasını, herşeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak değişmeliyiz” der. Tancredi’nin bu cümlesi son 150 yıllık İtalyan tarihini anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir.

Önce dünyada sosyalist blok tasfiye oldu. Son soğuk savaş sona erince, gladyolar şimdilik gereksiz hale geldi. Artık eski düzenin siyasal yapıları sorgulanıp, değiştirilebilirdi. Hıristiyan Demokrat Parti ve Sosyalist Parti tarihe gömüldüler. PCI adındaki “komünist” ibaresini attı. Solun Demokratik Partisi (PDS) oldu. Partinin azınlık sol kanadı koparak ayrı bir parti oluşturdu, Rifondazione Communista (PRC). Daha sonra bu partinin içinden başka bir parti daha çıktı. Bu arada çok sayıda komünist bu partilerden uzaklaştırıldı. Di Pietro gibi savcı ve yargıçların devreye girmesiyle, ya da mahkeme kararıyla neredeyse yarım asır sürmüş olan 1.Cumhuriyet, ya da halk tabiriyle, Tangentopoli (“Rüşvetistan”), 1993’te yerini ikincisine bıraktı (bilindiği gibi, bu cumhuriyetlere sayaç takma geleneği Avrupa siyasetinde yeni değildir). Siyasette Andreotti & Craxi koalisyonları, ve PCI’nin “tarihsel uzlaşma”ları devri kapanmıştı. Artık Tancredi’nin veciz bir şekilde ifade etmiş olduğu yeni bir değişimin zamanı gelmişti.

İtalya’nın eski merkez bankası başkanı Ciampi’nin 1993’deki teknokratlar hükümeti, eski cumhuriyetin son hükümeti, ya da geçiş hükümeti oldu. Bir yıl sonra sağdaki dağınıklığı ya da boşluğu doldurmak adına, her zaman himayesi altında olduğu, kaynağı belirsiz servetinin (Ama allahı var, hiçbir zaman, “büyük annemin çıkınından çıktı” ya da oğlanların sünnetinde,dügününde geldi” demedi; işçi gibi çok çalışarak, beyaz eşya bile pazarlayarak, “neredeyse yapmadığım iş kalmadı” diyerek kendi çabasıyla elde ettiğini beyan etti.) oluşmasında en büyük katkıyı da yapmış olması kuvvetle muhtemel “sosyalist” Craxi tarafından siyasete itilen, İtalyan gladyosunun asli bileşenlerinden P2’nin 1876 numarada kayıtlı üyesi olan Berlusconi, avanti il poppolo‘ yu (“yürüyelim arkadaşlar”) “out”, forza italia’yı ” (“haydi İtalya”) ” in”  yapacağı süreci böylece başlatmış oldu.

“Forza İtalia” başı boş kalmış hıristiyan demokrat, “sosyalist” öğelerle, Faşist Sosyal Hareket ve federalist ya da ayrılıkçı Kuzey Ligi’nin katılımıyla oluşturuldu. Berlusconi’nin ilk iktidarı, 1994’te 9 ay kadar sürdü. Bu iktidar dönemini, tıpkı sonraki iktidar dönemleri gibi, mahkemelerden, “kızıl yargıçlar” dan sıyırmak, dokunulmazlık zırhı kuşanmak için didinerek geçirdi. Ta o zamandan, İtalya’nın en büyük düşmanının, gelişmesi önündeki en büyük engelin yargıç ve savcılar olduğuna işaret etti. Berlusconi, Tangentopoli ‘ yi hakim ve savcıların tasfiye ettiğini biliyordu. Korkmakta haksız değildi.

Bu arada, sol da geçen zamanı boş geçirmedi. En eski ve en kıdemli sermayesi olan “tarihsel uzlaşma”yı, bu kez moleküllerine ayrışma sürecine girmiş sol hareketi, “mutedil” hıristiyan demokratları (İtalyan Halk Partisi, PPI ve sonrasında “Papatya”), Yeşiller’i de içine alan 6 partiden oluşan Zeytin Ağacı (L’Ulivo) ittifakını kurmak için devreye soktu. Başına da eski bir “sol” hıristiyan demokrat olan “avrupai” Prodi’yi getirdi. “En sol” PDC’nin de dışarıdan destek sözü vermesiyle 1996’da ilk Prodi hükümeti işe başladı.

1998’de , artık Premier olması için şartların olgunlaştığını düşünen PDS lideri D’Alema’nın da -el altından- katkılarıyla, “en sol” PDC dışarıdan verdiği desteği çekince 1.Prodi hükümeti, yerini bir oy farkla güvenoyu alan ve parlamentodan bütçe dahil hemen hiçbir yasa geçirememiş olan D’Alema hükümetine bıraktı. 2000 yılında pamuk ipliğine bağlı olan muradına ermiş D’Alema’nın hükümeti gidince, Tanrının bir lütfu olarak Zeytin Ağacı’nın tükenmeyen bereketi, bu kez Amato’yu Premier yaptı.

2001 seçimlerinde, İtalyanlar yine, en büyük kompleksi -büyük servetine ve estetik operasyon bağımlılığına rağmen bir türlü çaresini bulamadığı, hiç şüphesiz Midas’ınkilerden sonra en ünlü- iri yelken kulaklarıyla, Berlusconi’nin “forza İtalia” sının çağrısına kulak verdiler. Birincisinden itibaren İtalya cumhuriyet (ler) tarihinin en uzun ömürlü hükümeti bu şekilde kurulabildi. Buraya kadar sadece kendi yandaşlarının, “iyi yargıçlar” ın, kontrolündeki medyanın değil, 2.Cumhuriyet’in ikisi de solun adayı, ikisi de Amerika görmüş “pragmatik”, birisi eski PCI mensubu olan) ilk iki Cumhurbaşkanının yaptıkları kıyaklarla yara almadan sıyıran Berlusconi 2005’teki yerel seçimleri kaybedince, İtalyan cumhuriyetleri tarihinin en uzun ömürlü hükümeti de sona ermiş oldu.

2006’da, futbol dışında, bu kadar aksiyona alışkın olmadıkları için “Forza forza” nidalarından yorgun düşmüş -tarihsel olarak- konformist İtalyanlar kıl payı bir farkla da olsa Zeytin Ağacı’nın nimetleriden istifade etmeyi tercih edince, “avrupai” Prodi, ittifakının dördüncü, kendisinin ikinci kabinesini kurarak işe başladı. Çok geçmeden, hükümetin-Berlusconi’den geri kalmamak adına- Afganistan’da ABD’yle birlikte hareket etme ısrarı ve ABD’nin Venedik’deki askeri üssünü – “insan hakları ihlallerini önlemek ve batılı demokratik değerleri yerleştirmek” gibi olası kutsal haçlı kampanyalarının isterleri doğrultusunda – genişletmek istemesi, buna mukabil “reel” sivil toplumun sokaklara dökülmesi, ve tabii durumdan vazife çıkarma ustası Dış bakan D’Alema’nın duruma kendi hesabına el koymasıyla 2007’deki ilk büyük sarsıntı Prodi’nin yüreğini ağzına getirdi.

Artık hükümet için İtalyan siyasetinde en çok tercih edilen sayı sayma tarzı olan, geri sayım başlamıştı. Nitekim, 2008′ de beklenen coup de grâce kabine dışından, Zeytin Ağacı’nın kabinedeki “mutedil” hıristiyan demokrat Adalet Bakanı Clemente Mastella’nın sevgili zevcesi signora Mastella’dan geldi. Signora yolsuzluklara bulaştığı iddiasıyla evinde göz hapsine tabi tutulunca, bakan eşi önce iddiaları ret etti. Sonra da Zeytin Ağacı altında dava arkadaşları tarafından ekildiğini iddia ederek istifa etti. Muhalefet işi güvenoyuna kadar götürünce “avrupai” Prodi bir kez daha soluğu kürkçü dükkanında, “Avrupa evimiz” projesinin idare merkezi Brüksel’de aldı.

VELTRONİ VS BERLUSCONI

Bütün bu ikinci cumhuriyet dönemi, daha on beşinci yaşını bile idrak etmeden, neo-liberal iktisadi ve siyasi anlayışın hakimiyeti altında, öncekinin hastalıklarını,hükümet krizlerini sürdürmekle kalmadı, halk nezdinde, özellikle Berlusconi’nin kişiliğinde, yolsuzluk, hırsızlık vb fiillerin hemen hemen olağan karşılandığı koşulları da yarattı. Bu imkan ve şerait altında, henüz sayaç yeni bir numaralandırma yapmadan harekete geçmek gerekiyordu. Sağ ve soldaki politikacıların değil, ama çarpıcı ittifak adlarının itibar kaybına uğramış olduğu fark edilerek, Tancredi’nin kulakları bir kez daha çınlatıldı.

Marks bir yerde, “insana özgü alıklıklardan biri de, şeylerin adını değiştirerek, o şeyleri de değiştirmiş olacağına inanmasıdır” diyordu. İtalya bu bakımdan, Marks’ın tiye aldığı şeyin pratiğini en iyi yapan ülke olduğunu son 50-60 yılda defalarca kanıtlamıştır. 2008 seçimlerine girmeden, Berlusconi aynı ittifak yapısını ve öznelerini muhafaza ederek tabelasına Popolo della Liberta (PDL) yazdırdı. Yepyeni bir ruh ve hizmet anlayışını iktidar olarak tecrübe etmenin heyecanıyla dolu olduklarını ilan etti. Diğer tarafta, PRC’nin başını çektiği “en sol” partiler ittifakı tepeden tırnağa gökkuşağı renklerine bürünmüştü. PDS’ye gelince, içerdiği birbirinden hiç haz etmeyen en az 6-7 hizipten en güçlü ikisi D’Alema hizbi ve Veltroni hizbidir (Birincisinin lideri her fırsat ve ortamda ikincisinin liderinin “salak” olduğunu öne sürerken; ikincisinin lideri, yine her fırsatta, birincisinin liderinin “düzenbaz” olduğunu iddia eder. Eğer “naif” Togliatti hayatta olsaydı, herhalde bu her ikisini Parti sırlarını açık ettikleri için ihraç istemiyle disipline verirdi).

Bu iki canbazın aslında sadece zikri değil, fikri bir beraberlik içinde oldukları da bu “yenilenme” faaliyetleri sırasında ortaya çıktı. Her iki lider, her biri adeta bir parti haline gelmiş parti içi hiziplerin değil, ama yeni cumhuriyetin seçim sisteminin olanak tanıdığı seçim ittifakları dolayısıyla çok sayıda küçük, ama ittifaklar nedeniyle anahtar konumuna gelmiş, partilerin sistemi tıkadıkları konusunda hemfikir olduklarını fark ettiler. Sistemi daha basit hale getirmek gerekirdi. Amerika ya da İngiltere’deki iki partili sistem ne güzel işliyordu.

Artık partinin merkezci bir parti ya da “ortanın solu” olmak yolunda 40 yıldır devam eden kendini yenileme sürecini tamamlamak gerekiyordu. İlk olarak, tabeladaki “sol” ibaresinin kafaları karıştırmaktan başka işlevi olmayan bir fazlalık olduğu tespit edildi.Basitlik, “sivil toplum” tarafından kolay anlaşılırlık bakımından ve dahası amerikanvari bir çağrışım kabiliyetine de sahip olduğundan, Solun Demokratları’nı basitçe, Demokrat Parti yapmak uygun görüldü (ne olur ne olmaz diye, gelecekte olası bir çözülme sonrasındaki olası bir ittifak için şimdiden “incir yaprağı ittifakı” adını öneriyorum).

Bu hamle, sadece solun değil, İtalyan siyasal yapısının, fedakâr ve sağ duyulu “eski solcular” önderliğinde, iki partili sistem doğrultusunda yeniden inşası manasına geliyordu. Zaten “tarihin sonu” solun sonunu öngörmüyor muydu? Son bir gramscigil refleksle bu iş hal olmuştu. Gramsci, komünizmin aydınlanmanın ve onun temellendiği geleneklerin, tabii bu arada hıristiyanlığın da çocuğu olduğunu söylememiş miydi? PCI nihayet  “İsa modelinde bir parti” olarak kapitalist İtalya’nın bekası için kendisini feda ederek tarihin sonuna ulaşmıştı.

D’Alema şimdiye kadar vitrinde fazlaca görünmüş olduğundan ve cumhurbaşkanlığını da , eski komünist Napolitano’ya kaptırmış olduğundan, telkinlere icabet ederek (en azından bir süre için) geri planda kalmayı tercih etti. Her iki hizip lideri öncelikle “avrupai” Prodi’den kurtulmanın elzem olduğunda mutabık idiler. Artık meydan, eski L’Unita direktörü, eski Roma belediye başkanı, çekirdekten komünist Veltroni’ye kalmıştı. Veltroni, bir üçüncü cumhuriyete meydan vermemek için siyasal yapıyı dizayn etmeyi kafasına koymuş, bu emelini “değerli meslektaşı ve rakibi “ sinyor Berlusconi’ye de açma ihtiyacı duymuştu. Veltroni İtalyan siyasetine gerçekten yeni bir uslüp getişrmişti. Berlusconi’ye Berlusconi diye hitap etmeyi bile kabalık olarak görüyor, ona “sayın ya da değerli meslektaşım, veyahut “sayın rakibim” şekillerinde hitap ediyordu.

Evet, bu “L’Unita çocuğu” emellerine ulaşmak yolunda “sayın rakibi”yle düzenli ve düzeyli olarak birkaç kez buluşarak, kafasındaki yeni İtalya projesine destek istedi. Tabii ikisinin konuşmalarının içeriği, biz Dolmabahçe Zirvesi’nin içeriğini ya da Baykal-Erdoğan yemeğinin içeriğini ne kadar biliyorsak, ya da bilmiyorsak o kadar biliniyor ya da bilinmiyor. Ne diyelim,“devlet işleri” konuşulmuş olmalı.

Veltroni, İtalya’ya ve Berlusconi’ye ne kadar sağduyulu, sorumlu bir lider olduğunu gösterme fırsatı bulmuştu. Karşılık olarak takdir de görmüştü. Eğer, L’Unita dağıtıcısı ve belediye başkanı olarak yapmış olduğu hizmetleri saymazsak, çok kısa zamanda İtalya için çok büyük işler yapmıştı. Bir koymuştu, üç alacaktı. Tabii iki kanattaki küçük ama anahtar partiler, olası bir seçim sistemi değişikliği ihtimalinden çok rahatsızlık duydular. Özellikle de eski faşist partinin “aileden faşist” başkanı Gianfranco Fini’nin öfkesinden kan beynine sıçramıştı. Bunca yıldır Berlusconi’yi iktidara taşıdıktan sonra…

Tabii Berlusconi, Fini’yi “delikten aşağı” süpürmeyi göze alamazdı. Yeni partisine davet etti ve sonrasında da onu veliahtı ilan edince, Fini’nin ayakları yerden kesilerek, artık bu devirde faşizmi savunmanın yanlış “ve hatta sapkınlık” olduğunu, istikbalin bütün milleti kucaklayacak merkezde olduğunu beyan etti. Böylece “kutsal merkez” üzerindeki nüfus yoğunluğundan kaynaklanan ağırlık daha da artmış oldu. Fini bir anda, Berlusconi’nin katkılarıyla, 2.Cumhuriyetin yükselen yıldızı haline geldi. Demokrasinin nimetlerini öve öve bitiremiyordu. Berlusconi okulunda, post-Berlusconi dönemi için eğitimine devam ediyordu. Berlusconi sonrası dönemde sağ tarafın assolisti olacağından şimdilik kimsenin şüphesi yok.

2008’de en çok- İtalyanların kendisini “en sorumlu devlet adamı” olarak takdir edeceğinden emin- Veltroni’nin arzulamış olduğu seçim gerçekleşti. Sonuçlar açıklandıktan bir müddet sonra Veltroni’nin üçü değil, ama “papi”yi alarak iktidar yaptığı anlaşılmıştı. Hem de tarihi bir 10 puanlık fark yiyerek. Seçimlerde “eski sol” tam bir hezimete uğramış, Berlusconi ve avanesi, Türk premier dostu gibi oyların %47’sini almıştı. Ancak bu seçimin en büyük kazananı, hiç kuşkusuz, oylarını ikiye katlayıp, ilk kez %10’a yaklaşan Bossi’nin federalist (ayrılıkçı ?) ve zenofobist Kuzey Ligi hareketi oldu.

Bu Kuzey Ligi hareketi aslında klasik bir parti formuna sahip değil. Popülist söylem kullanan militan İtalyan birliği karşıtı bir hareket. Kuzey bölgesi, İtalya’nın en önemli sanayi bölgesi. 2008 seçimlerine kadar neredeyse blok olarak sol için oy kullanmış geniş ve örgütlü bir sanayi işçisi nüfusu var. İlk kez son seçimlerde büyük ölçüde Kuzey Ligi’ni desteklediler. Kasım seçimlerinden dört ay sonra, Gramsci’nin memleketi Sardunya adasında yapılan yerel seçimlerde kayıp büyük olunca, Veltroni parti liderliği makamında bulunan masasındaki çerçeveli L’Unita çocuğu resimlerini bavuluna toplayıp partideki hizbinin başına geri döndü.

Artık 2.Cumhuriyet’in üç en üst düzey yıldızı, cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano, Meclis başkanı “eski faşist” Fini ve “eski yeni” başbakan Berlusconi ipleri ellerine almışlardı. Dikkat edilirse, yeni cumhuriyetin İtalya’ya yaptığı önemli katkılardan bir tanesinin de, “eski” sıfatı aracılığıyla “yeni” figürler yaratabilme kapasitesi olduğu görülecektir. Bir parantez açarak, yargılamanın ertelenmesini sağlayarak, Berlusconi’ye kıyak geçen ve ondan övgüler alan cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano hakkında bir şeyler söylemeden geçmek olmaz. PCI’nin en sağını temsil eden Amendola’nın has adamı olan Napolitano, 1978 yılında ABD büyükelçisi Richard Gardner’la bir dizi gizli görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmelerden sonra PCI, anti-sovyet Avrupa Komünizmi çizgisini resmen ilan etmişti. Cumhurbaşkanı olunca, ilk kutlayanlardan biri, eski büyükelçi Gardner oldu. Napolitano için “gerçek bir devlet adamı, gerçek bir demokrasi savaşçısı ve Amerikanın sadık bir dostu” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Parantezi burada kapatıp, Berlusconi’ye dönelim.

7 SOL LİDER ESKİTEN “YENİ” BERLUSCONI İKTİDARDA

Başbakan olmasıyla birlikte, tabii yine ülkenin en önemli sorunu olarak,“kızıl” yargıçlar, savcılar, yüksek mahkemeler, anayasa, muhalif basın (tabii en önde, Repubblica ve L’Espresso) gösteriliyor, bu engeller aşılmadan güzel günlerin gelemeyeceği halka yandaş medya ve yandaş yazarların da katkılarıyla anlatılıyor. Sistemli olarak yargı kurumları ve mensupları, “seçilmişler” “atanmışlar” ayrımı yapılarak gayri meşru gösterilmeye çalışılıyor.

Umberto Eco bir yazısında, “ bu mantığı ciddiye alırsak, çocuklarımızı -atanmış öğretmenleri olacağı için- okula göndermemiz, hastalanınca doktorlara gitmememiz, suçluların kendilerini tutuklamak isteyen polislere atanmış oldukları gerekçesiyle direnmesi gerekir” der. Kaldı ki bir ülke sadece parlamentodan da ibaret değildir.

Atanmış,atanmadan önce ve sonra yeterlilik, liyakat sınavlarına tabi tutulmuş belli bir kalifikasyon derecesine tekabül eden işler gören öznelerin oluşturduğu, mahkemeler, üniversiteler, hastaneler, okullar, ordu, meslek örgütleri vs çok sayıda başka organlardan da oluşur. Bu organlar olmadan ne modern bir ülke tahayyül edilebilir ne de parlamento bir iş görebilir. Parlamento halk demek değildir. İçinden bütün organları, aygıtlarıyla devletin geçmesiyle somutlaşmış yurttaşların temsil edildiği en genel temsilci organdır.

Başbakan iş çevrelerini “vatan haini” muhalif medya organlarına reklam vermemeleri için uyarıyor. Anayasada, yargı erkini yürütmeye tabi kılacak değişiklikler ve yeni dokunulmazlıklar elde etmek için değişiklik çalışmaları yapılıyor. Yani bir hukuk tabiriyle, ad personam, kişiye özel yasalar yapılmak isteniyor. Tabii bir yandan da libidosunu kontrol edemeyen başbakan ve konutunda verdiği partilerine davet ettiği, çıplak görüntülenen kadınlı erkekli grupist dostlarının “dolce vita” sı sürüp gidiyor. Geçen yıl 18 yaşında kendisine “papi,” diye hitap eden bir telekızla telefon konuşmaları medyaya düşen Berlusconi’nin bu tür genç kızlarla para ya da TV’lerinde iş karşılığında sık sık ilişki içinde olduğu ortaya çıktı.

Berlusconi aleyhinde haberlere, yorumlara sadece sahibi olduğu kanal ve gazetelerde değil, yandaş haline dönüşmüş medya gruplarında da rastlanmıyor. Hayat tarzı, Kilise’nin ilan etmiş olduğu kalite standartlarına uygun olmayan Berlusconi’ye, en azından kamuoyu önünde, Kilise bürokrasisi mesafeli görünme ihtiyacı duyuyor.

Öte yandan, Belusconi dini popülist söylemlerinde kullanan birisi olmamakla beraber, onu destekleyen insanlar arasında son on yılda dincilik eğiliminin güçlenmiş olduğu da izahı zor bir başka vakadır. Uluslararası toplum ve siyaset önderleri de (bizim premierin gösterdiği sıcaklığı saymazsak) ona soğuk davranıyorlar. Ama sokaktaki insanlar Berlusconi demeye devam ediyorlar.

Umberto Eco, Berlusconi’yi destekleyen sokaktaki adamın şöyle bir mantık yürüttüğünü düşünüyor: Bütün politikacılar tanım itibariyla hırsızdırlar. Berlusconi çok zengin olduğundan çalmaz (takip ettiğim kadarıyla Forbes’a göre, Berlusconi’nin servet biriktirme preformansı son 15 yılda çok dramatik bir yükseliş içinde olmuş). Sonra önemli olan, politikacının kendi çıkarlarını takip ederken, beni de görmesidir. Berlusconi zengin olması nedeniyle, bencil olmayacak, bana bonkör davranacaktır. Eco’ya göre, Berlusconi seçmenlerdeki bu dip dürtüleri iyi okumakla kalmamış, reklamını, kendisini bir ürünmüş gibi sunarak çok çarpıcı şekilde yapmıştır. Kendisini, adeta bir deterjan reklamındaki gibi, birkaç basit, akılda kalır slogan etrafında sürekli yinelenen bir sembol olarak tanıtmıştır (Eco,U: A Passo di Gamberro s.122-3; Lemuri).

Tabii, reklamda, bilindiği gibi, sloganın doğru olması gerekmiyor. Önemli olan basit, kısa ve kolay algılanabilir olmasıdır. Böylece sürekli yinelenmesi de mümkün olabiliyor. Mesela, “ilk günkü gibi beyaz” yinelemesi yapılırken, bunun doğru olmadığını biliyoruz. Ama yinelenme yoluyla zihnimizde yaratılan aşinalık yüzünden, markete gittiğimizde o ürünü tercih ediyoruz. Bunun gibi…

2. CUMHURİYETİN SKOR LEVHASI

Corriere della Sera’nın iki yazarı, Antonio Stella ve Sergio Rizzo birincisi 2007’de, ikincisi 2008’de ikisi de Rizzoli’den çıkan ve her biri 20’den fazla baskı yapan uzun başlıklarını burada La Casta ve La Deriva olarak kısalttığım kitaplarında 2.Cumhuriyetin performansını incelediler.

Buna göre, politikacıların birinci cumhuriyetten intikal eden aç gözlülüklerinin artışında istikrarlı büyüme ivme kazanarak devam etmiştir. 1948’e nazaran, 2008’de milletvekili maaşları 6 kat artmıştır. Bugün yılda 150 bin avro kazanan bir İtalyan vekil, İngiliz ve Alman meslektaşlarının neredeyse iki katı kadar, İspanyol meklektaşlarından hemen hemen dört kat daha fazla kazanmaktadırlar. Bugün yalnız Roma’da, parlamento, senato ve başbakanlığın kullanımına sunulmuş bina mevcudu 46’dır. Avrupa’nın başka bir başkentinde bu bollukta bir bina kullanımı yoktur. Roma’daki cumhubaşkanlığı konutu Quirinale ‘de 900 hizmetli görev yapmaktadır. Cumhurbaşkanlığı bütçesi 1986’dan bu yana 3 kat artmıştır. Bu bütçe, Paris’teki Elysée’ninkinden 2 kat, Londra’da Kraliçe’nin Buckingham Palace’ ından 4 kat fazladır. 180 bin nüfusa sahip yönetici elite tahsis edilmiş toplam “mavi” makam arabası miktarı son 15 yılda dramatik bir artışla yaklaşık 575 bine ulaşmıştır. Fransa’da bu araç miktarı 65 bin kadardır. Berlusconi’nin 81 adet yakın koruması, Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere başbakanlarının dördünün toplam koruma sayısından fazladır.

Her dört İtalyandan biri yoksul. Bütçedeki eğitim harcamaları özellikle 2.Cumhuriyet’ten bu yana sürekli düşerek, ulusal gelirin %4.5’unu teşkil etmektedir. Danimarka’da, bu oran %8.5’tur. Nüfusun sadece yarısı zorunlu eğitim sonrası (mesleki ya da klasik) her hangi bir eğitime devam edebiliyor. Bu miktar avrupa ortalamasının 20 puan altında. 20’li yaşlardaki gençlerin sadece beşte biri yüksek öğretim kurumlarına girebiliyor ve bunların da beşte üçü okullardan ihraç ediliyor. Yeni cumhuriyette hastanelerde hasta başına düşen yatak miktarı üçte bir oranında azaldı. Hasta başına yatak sayısı, Almanya ve Fransa’dakinden hemen hemen yarı yarıya az. Mahkemelerde davaların ortalama sonuçlanma süresi 4 yıla çıktı. Bu süre icra iflas davalarında 8 yıla çıkabiliyor. Örneğin, 2007’de iki emeklinin sosyal güvenlik kurumuna açtıkları dava için 2020 yılına gün verilmişti.

Yargılamada eşitlik de hak getire. İnek çalan bir arnavut göçmen, nitelikli dolandırıcılıkla binlerce kişiyi dolandırıp, çok büyük meblağlar götüren safkan italyan Sergio Cragnotti’den daha uzun bir süre hapiste kalmıştı. Yargıda yolsuz politikacılara yapılan muamele yolsuz işadamlarına yapılan daha iyi. Mesela, Berlusconi’nin yakın adamlarından bir politikacı, Cesare Previti, yolsuzlukyapmak ve rüşvet vermek gibi suçlardan 6 yıla hüküm giydikten sonra, hapiste sadece 5 gün geçirip, geri kalan cezasını kamu hizmetiyle ödeme yükümlülüğüne tabi tutuldu.

Ülkedeki maddi altyapının durumu da kötüye gitti. Yedi büyük limanın toplam iş hacmi, Rotterdam limanının iş hacmi kadar bile değil. Hızlı tren sayısı, Fransa’dakinin üçte biri kadar bile değil. 1920’den bu yana, sadece13 km demiryolu yapılabilmiş. Lufthansa’nın 134 uzun menzili yolcu uçağına karşın, Alitalia’nın 23 adet aynı tür uçağı var.

Ekonomik göstergelere gelince, son on yılda AB’deki en düşük milli gelir artışı İtalya’da oldu. 2001-6 yılları arasında emek verimliliği ancak %1 kadar artabildi. 1980-1995 yılları arasında, yılda ortalama %2 artan kişi başına gelir, 2000 yılından bu yana değişmeden kaldı. Bu arada, Kuzey ve Güney’in yaşam standartları arasında hep varolan mesafe, uçurum haline dönüştü. Güney’in 13 milyondan fazla inasanın yaşadığı 400’den fazla beldesi suç örgütlerinin kontrolünde. Buralardaki işadamlarının üçte biri haraç ödediklerini bildirdiler.

Batı Avrupa’da emek-gücüne yeni katılımların en az olduğu ülke İtalya. Emek-gücündeki kadın nüfus son 10 yılda giderek düşme eğilimi içinde. İşgücünde kadınların payı Danimarka’dakinden 30 puan, ABD’dekinden 20 puan, Çek Cumhuriyeti’ndekinden 10 puan daha düşük. Demografik göstergelere gelince: Kadın başına doğum oranı, çalışan kadın sayısının azalmasına rağmen, 1.3’e gerilemiş. Önümüzdeki 40 yılda, İtalya nüfusunun 58 milyondan 47 milyona düşeceği tahmin ediliyor. 60 yaş üzerindeki nüfus, 18-24 yaş arasındaki nüfusu aştı. Neredeyse, 1’e 3 gibi. Seçmen yaş ortalaması 47’ye ulaştı.

Bununla beraber, işsizlik göstergeleri aldatıcı şekilde olumlu gösteriliyor. 1995’de işsizlik oranı %12 iken bugün %6’larda görünüyor. Ancak sağlanmış işlerin yarısına yakını geçici işlerden oluşuyor. 2006’da yaratılmış işlerin yarısından fazlası geçici ya da part-time olma özelliğine sahip. Bunların da çoğunluğu enformel ekonomide istihdam ediliyor. Perry Anderson’ın LRB’deki yazısında refereans verdiği sosyolog Enrico Pugliese İtalya’da, “birinci cumhuriyet” in son yıllarında “iş yaratmayan büyüme” olgusu varken, ikinci cumhuriyette, “büyümeden iş yaratma” devresine girildiğini belirtiyor.

Bilindiği gibi, İtalya’da küçük ve orta ölçekli işletme sayısı hayli fazladır. Sayıları 4,5 milyon civarındadır. Bizdeki gibi, adım başında verimliliğinin çok düşük olduğu esnaf ve küçük esnaf işyerleri var. Yine bizdeki gibi, bir taraftan açılıp, diğer taraftan kapanırlar. İstanbul’da şöyle Bayezit’ten Sirkeci’ye kadar yürürseniz, bir çok dönerci büfesinin, ya da bir halıcı dükkanın, lokantanın kapanırken, aynı dükkanlarda bir çoğunun da açılmakta olduğunu görürsünüz. Mesela bu bakımdan kaba bir gözleme dayanılarak, Roma’daki durumun da pek farklı olmadığı söylenebilir.

Öte yandan, Asya rekabeti, İtalyan mallarının da dış satım olanaklarını daralttı. High-Tech dışsatımı, Avrupa ortalamasının %50 altında. Yabancı sermaye yatırımları geleneksel olarak düşük. Tabii bunu sadece siyasal istikrarsızlıkla, haraç ve kötü idarecilikle açıklamak mümkün olmaz. Birkaç büyük aile tarafından kontrol edilen, hissedarlık yoluyla birbirleriyle iç içe geçmiş büyük İtalyan firmaları ve bankalarının geleneksel dayanışmacı, korumacı reflekslerini de anmak gerekir.

Makro ekonomik rejim değişti, ancak üretimin yapısı değişmeden kaldı. Büyüme yok, tıkanma var. İhraç gelirleri azaldı. Kamu borçları milli gelirin %100’ünü aşarak, Maastricht kriterleriyle alay edercesine, bu konuda İtalya’yı dünya üçüncüsü yaptı.İkinci cumhuriyetin hemen öncesinde, satın alma gücüne göre kişi başına düşen milli gelir bakımından, İtalya, AB’de, Almanya’dan sonra ikinci sıradaydı. Yaşam standartları bakımından Fransa ve İngiltere’den daha iyi durumdaydı. Şimdi, AB ortalamasının bile altında. Daha da aşağıya doğru gidiyor.

Umberto Eco’dan serbest bir çeviriyle yaptığım bir alıntıyla bitirelim: “ Her zaman annemin bana anlattığı bir hikayeyi hatırlarım. Annem yirmili yaşlarında, sekreter olarak Saygın Liberaller Kulübü üyesi bir adamın yanında çalışmaya başlamış. Adam, Mussolini için ‘ne olursa olsun, belki bu adam sorunlardan çıkış yolunu bulabilir. İşleri bir düzene sokabilir’ diyerek Mussolini’yi destekliyormuş. Öyleyse, faşizm Mussolini’nin enerjisiyle kurulmadı. O saygın liberal adamın hoşgörüsü, savsaklığı, gevşekliğiyle geldi” (L’espresso, 09 Temmuz 2009).

Kamil Park

* Bu yazıyı Perry Anderson’ın İtalya ve özellikle İtalyan solu hakkındaki bir yazısından etkilenerek yazmıştım ve 5 Mayıs 2010 yılında ODATV’de yayınlanmıştı.

 

T

 

DEVRİMCİ KABARMALAR PERİYOTUNDAYIZ

Türkiye’de devrimci solcular akıl yürütürlerken, çoğu durumda, iç koşullar ve dış koşulları bir arada değerlendirmekte yetersiz kalıyorlar. Ya dış faktörler çok abartılıyor ya da iç koşullar analiz edilirken, dış faktörler ihmal ediliyor.

Şimdi bazı saptamalar yapmak lazım. Emperyalizm 1980’lerin başından itibaren, hatta “petrol krizi” tabir edilen 1973’deki uzun ve derin krizden itibaren neo-liberal parasalcı politikaları devreye sokmaya çalışmış, bu politikaların başarısını dünya üzerindeki mutlak hegemonyasını tesis etmek bakımından  zaruret olarak  görmüştür. Soğuk Savaş’ı başarıyla, yani gayesi olan SSCB ve sosyalist blokun tasfiyesini gerçekleştirerek, sona erdirmek istemiştir. Emperyalistler bunun için hem sosyalist bloku kendi içinde zayıflatma hem de kuşatma dahil, cepheden hamlelerle bu gayesine ulaşmak istemişlerdir.

1972’de Çin ve ABD arasındaki antlaşma, bu antlaşmayı meşrulaştırmak için Çin’in, “Sovyet emperyalizmi” tezini dolaşıma sokması, doksanlı yıllardaki kapitalistleşmeye giden yolların taşlarını döşeyen Çin NEP’inin başlangıcının ilanı olmuştur. Çin NEP’i, devrimden sonra o zamanki SSCB’de olduğu gibi,  sosyalizm kuruculuğu öncesi  zorunlu ama geçici bir geri adım işlevi görmemiş, tersine, kapitalizmin temellerini sağlamlaştırmanın bir aşaması olarak kullanılmıştır.

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesiyle birlikte  SSCB’ye karşı askeri operasyonlara hız verilirken, artan gerilim,  emperyalistler tarafından neo-liberal parasalcı politikaların uygulanabilmesi için meşruiyet olanağı olarak kullanılmıştır. Bu şartlarda, emperyalizm, Türkiye dahil,  her kırılgan bileşenin, olağanüstü siyasal araçları da kullanarak yeni oluşturulmak istenen neo-liberal entegrasyona intibakı için önlemler almıştır. Yeni binyılın başlangıcında bu yolda epey yol alınmış, sistemin Türkiye gibi vasal bileşenlerinin sistemin ihtiyaç duyduğu tempoyu yakalaması için her müdahale olanağı değerlendirilmiştir.

Emperyalizm özsel olarak parasalcılığı, reel ekonominin önüne koyan bir ekonomik anlayıştır. Özcesi, tekelci finans kapitalizmidir. Sermaye hareketlerinin, uluslararası sermaye akışının mal üretimi ve ihracını domine etmesidir. Daha doğrusu emperyalizm bu ereğe doğru gitmeye çalışan bir süreçtir. Mantığı budur.  Bu sürecin kabaca 19.yy’ın son çeyreğinden itibaren önem kazanmaya başlamış olduğu söylenebilir.

Nitekim bu süreç, tekelci finans kapitalizmini geleneksel kolonyal tarzıyla bağdaştırmış Britanya’nın hegemon konumunun da ABD lehine sona ermesine yol açmıştır. Sovyet Devrimi, bu bakımdan, hakim emperyalist hegemonya anlayışının krize girmiş olmasıyla da bağıntılıdır. Britanya hegemonyası gerilemiştir. Ancak henüz sistem içinden onun yerini alacak güç ya da güçler, onun konumuna talip olduklarını ilan ederek, ortaya çıkmamışlardır.

Emperyalizm parasalcı eğilimlerini global düzeyde sürekli takviye eder. Emperyalizm tanım itibarıyla global bir ölçeğe sahiptir. Reel ekonomik faaliyetler yerine paracı faaliyetleri baskın kılmak ister. Sistemin kriz ve bunalım dönem ve uğraklarında bu eğilim güçlenir. Reel ekonomiden kaçış eğilimi hızlanır. Altmışların ikinci yarısından itibaren yeni-solculuk söyleminde önemli bir yer tutan “çevreci” belagate de başvurularak sanayi karşıtı politikalara ivme kazandırıldığını  görmekteyiz. Dönem içinde, emperyalist merkezlerin sanayi ülkesi olma özelliğinin, hizmetler sektörü lehine gerilemiş olduğu vak’adır.

Öyleyse, emperyalizm hakim mantığı itibarıyla rantı, reel ekonomik bir faaliyetin getirisi olan kârın önüne koyar. Rantın nesnesi sermaye de olsa, formel olarak feodal birikim ve temellük biçimlerine referans verir. Global ölçekte esas olarak sermaye hareketleriyle, para akışıyla entegre  rantçı anlayışı dolayısıyla  (en azından) şeklen orta çağ üretim ilişkileriyle benzeşir.

Sanayi kapitalizmi üzerinde yükselen burjuva liberalizmine nazaran emperyalizmin siyasal, ideolojik gericiliğinin maddi temeli onun söz konusu rantçı anlayışı üzerinde yükselir. Sanayi kapitalizmine özgü burjuva siyasal liberalizmi aydınlanma felsefine referans verir. Emperyalizm siyasal ve ideolojik olarak karşı-aydınlanmacıdır. Ortaçağ gericiliğidir. Burjuva demokrasisinin düşüşüdür. Şöyle de ifade edebiliriz, burjuva demokrasisi reel ekonomik faaliyetlerin, kârın esas dinamik olduğu koşullarda yükselmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ömrünün beklenenden uzun sürmüş olması, sosyalist dünya sisteminin varlığıyla alakalıdır.

Emperyalist merkezlere sıcak para aracılığıyla entegrasyon vasal ülkelerin siyasal yapılarında dönüşümler meydana getirmiş, ulusal egemen devlet yapıları çözülmüştür. Bu halin somut bir göstergesi,  devlet kurumları arasındaki göreli dengenin yürütme organı lehine bozulmuş olmasıdır. Merkezlerde de finansal oligarşik yapılar, devletle adeta iç içe bir işleyişe sahip olmuşlardır. Örnekse, ABD’de, Wall Street finans oligarşisi, State Deparment ve CIA  bağlantısı. Tabii finans oligarşisi de kendi içinde fraksiyonlar ihtiva etmektedir. Trilateral Komisyon, RAND Corporation, Bilderberger, Skull&Bones ve diğerleri gibi “sivil toplum” kuruluşları onlara bağlı think-tankler, lobiler içinde örgütlenmişlerdir.

Özcesi, vasal devlet yapıları, ekonomilerinde merkezin denetiminde dolaşan, global sermaye kuruluşlarına entegre sıcak sermaye dolayısıyla daha kırılgan ve emperyalist finans merkezlerinin müdahalesine daha açık hale gelmişlerdir. Artık bildik “iç dinamik/dış dinamik” analizleri gerçekliğin kavranması bakımından ihtiyaca yanıt vermemektedir. Sistemin bütününde ama özellikle de alt birimleri olan vasal yapılarda ulusal egemenlik yapıları erozyona uğramışlardır.

Bu koşullarda, iç siyaseti dış siyasetten soyutlayarak yapılan değerlendirmeler isabetli olmayacaktır. Siyasal iktidarların temerküz odakları, emperyalist dayatmalar karşısında işbirlikçi davranışlar göstermek bakımından daha esnek hale getirilmişler, gerek duyulduğunda ayak sürüyen devlet kurumları, hatta egemen sınıf fraksiyonları by-pass edilebilmektedirler.

Bununla beraber, Arap Baharı protestoları, Haziran Direnişi, Avrupa’daki emekçi gösterileri gibi halk sınıflarının direnişleri ve toplumsal direnme olanakları emperyalist dayatmalar karşısında direnme noktaları oluşturma kapasitesine sahip olduklarını, son 4-5 yıl içerisinde spektaküler şekillerde göstermişlerdir. Devletin iktidar odakları veya kurumları kırılganlaşmış ama direniş odakları, bütün dağınıklığına rağmen  mevzi kazanmışlardır. Bu süreç aynı doğrultuda işlemeye devam etmektedir.

Akşamdan sabaha değil ama, etkileri ve sonuçları itibarıyla on yıllara yayılabilecek devrimci kabarmalar devrine girilmiştir. Devrimci kabarma ve devrimci durum birbirine eşitlenemez. Gelgelelim bu devrimci kabarmalar, devrimci durumlar yaratma potansiyeline sahiptir. Devrimci faaliyet olmadan, salt nesnel ekonomik olguların işleyişinden devrimci durum çıkmaz.