Öngörü ve vizyon yoksa perişanlık vardır

Tekrar olsun, emperyalizmin ortaya çıktığı zamandan beri terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Bunu gözardı eden bir terör analizi yetersiz kalır. Bu, siyasetin ve onun araçlarından birisi olan terörün, yukarılarda bir yerlerde, gözle görülmesi kabil olmayan, elle dokunulamayan, sürekli senaryolar yazıp, pürüzsüz bir şekilde uygulayan adeta ilahi kudret atfedilen bir tür bilim-kurgusal gücün varlığına iman etmek anlamına gelmiyor. Tersine, jeo-ekonomi-politik kavramının açılımına bakıldığı zaman somut ve reel olmayan hiç bir bileşeninin olmadığını görüyoruz.

Bu kavramı yaratıp kullananlar, sahadaki konumları, rolleri izledikleri çıkarlara göre değişebilen oyuncuları, baş oyuncuları, yardımcı oyuncuları, figüranları olan dinamik bir mücadele alanından söz ederler. Ulusal ve uluslararası olanın iç içe geçebildikleri, birbirlerini kat edebildikleri bir çatışma alanından. “Uğrak” ın konjonktür için ifade ettiğine benzer bir anlamı, bu kez, ekonomik kaynakları ve onlara ulaşma olanaklarıyla “coğrafya” nın jeo-ekonomi-politik için ifade ettiğini saptıyoruz.

Emperyalistlerin Suriye’ye karşı bütün askeri girişimleri  sahada iflas etti. Artık onları vurmaya başlayan bir sürece dönüştü. Bu ilk kez olmuyor. El Kaide yetmişli yılların sonlarında Brzezinski’nin önerisiyle CIA tarafından en az ellili yıllardan beri el altında tutulan islamcı malzeme kullanılarak kuruldu. El Kaide, Afganistan’da emperyalistler adına olumlu hizmetler yaptı. Gelgelelim, Afganistan’daki solcu rejim çöktükten bir süre sonra başı boş kaldı. Kontrolden çıktı. Sonra oradaki büyük bir kısmı Taliban haline geldi. El Kaide, Pakistan’a, İran’a, Çin’e, Rusya’ya karşı kullanıldı. Yugoslavya’ya yapılan emperyalist saldırıda roller aldı. Sonra yine kontrolden çıktı. Daha doğrusu kontrolden çıkartıldı. Bu oyun böyle devam etti. Ediyor.

Burada önemli olan nokta, “kontrollü kaos” stratejisinin uygulanabilmesi için emperyalistlerin bir lejyoner cihatçı havuzu meydana getirmiş olmasıdır. Bunların bugün sayılarının yüz ila iki yüz bin arasında olduğu iddia ediliyor. Bu sayede, gerektiği zaman, gereken yerlerde bu havuzdan derlenmiş cihatçılardan “yeni” örgütler kurmak mümkün oluyordu. Diyelim, bir tanesinin belli bir yerdeki icraatları başarısız oldu, veyahut Batı kamuoyunda büyük tepkiler doğurdu, hemen onun tasfiyesine ve başka bir tanesinin devreye sokulmasına çalışıldı. Bu arada kimi zaman  itibar kaybedenlerin tasfiyesi direnişle karşılanabiliyordu. Her hali kârda, emperyalistler bütün dünyanın gözü önünde, kirli, alçakça bir oyunu, emperyalist vekalet savaşlarını, “özgürlük savaşı”, “demokrasi ve insan hakları mücadelesi” adı altında pazarladılar. Pazarlamayı sürdürüyorlar.

Mesela Libya saldırısı öncesinde, ABD yönetimi ve müttefikleri El Kaide’yi yerden yere vuruyorlardı. Libya gündemlerine girdiğinde, ABD’nin Afrika birliklerinin (AfriCom) başındaki general Carter Ham, El Kaide’nin kara operasyonları için kullanılmış olduğunu, NATO’nun yardımcı kuvvetleri olarak Libya’da görev yapmış olduklarını itiraf etmişti. Örgütün daha sonra bu konumunu istismar ederek bazı Afrika ülkelerini ele geçirmeye çalıştığını, örnekse Mali’de, Libya’da kendilerine NATO tarafından verilmiş  silahları kullanmış olduklarını söylemişti. Yugoslavya ve Afganistan’da da görev almış bu deneyimli generalin Libya müdahalesi sonraki gelişmelerle ilgili o zamanki açıklamalarına internetten ulaşmak hâlâ mümkün.

Emperyalistler Suriye’de de benzer işleri yaptılar. Yapmayı sürdürüyorlar. Dikkat edilirse, emperyalistlerin benzer şekilde el attıkları her yerde benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Ancak bu kez, Rusya, İran ve Çin’in jeo-ekonomi-politik anlamda kuşatılmasına yönelik girişimler (bununla yaşamsal hammade  kaynaklarının bulunduğu alanlara, emtia pazarlarına ve onların sevk, ulaşım ve iletişim olanaklarına siyasal müdahaleleri ve olası siyasal müdahaleleri, siyasal, stratejik avantajlar elde etme çabalarını kast ediyorum)  bu ülkelerin siyasal refleksiyle geri püskürtüldü. Tabii bu adını andığım ülkeleri tek başlarına değil, içinde yer aldıkları ekonomik çıkarların belirleyici olduğu, bölgesel ve uluslararası bağlamlarıyla birlikte düşünmek gerekir

Müttefikleri tarafından dahi yaptıkları sorgulanmaya başlanan (1) ABD yönetimi içinde, doğrudan bir savaşa dahil olmanın kendilerine neye mal olacağını gören kesimler  (en azından bir süreliğine) geri çekilerek, işleri alttan almaya karar verdiler. ABD’nin bu kararı, özellikle son 4 yılda, en önemli siyasal yatırım ve beklentilerini  Suriye sorunu etrafında planlamış olan Türkiye gibi vasal devletlerin boşa çıkması anlamına geliyor.

Türkiye’nin öngörüsüz, vizyonsuz, politikasız bir ülke haline gelmiş olmasının en çarpıcı görünümlerini izliyoruz. Türkiye devleti bugün eski, geçilmiş  konjonktürü yeniden var etmek adına direniyor. Yani olmayacak, artık tarih olmuş bir uğrağa geri dönülmesini istiyor. Gerçeklikten kopmuş bir haldedir. Tabii Türkiye’nin bu hali onun emperyalizmin saldırgan stratejisini izlerken işbirliği yaptığı, kullandığı araçları, bu arada, cihatçılarını da kat ediyor. Bu kez Türkiye de elinde patlamaya hazır bombayla, ya da canlı bombalarla orta yerde kala kaldı. Artık ne zaman, nerede, ne şiddette patlayacağını bilemediğimiz canlı bombalarla birlikte yaşıyoruz. Yaşamaya devam edeceğiz. Öyle görünüyor.

Tabii bu öngörüsüzlük, vizyonsuzluk, tek kelimeyle politikasızlık sadece AKP rejimi, TC devleti için geçerli değil. O rejimin işbirlikçisi olmuş, olan bileşenlerini de kapsıyor. Bu arada, solun geniş denebilecek kesimlerini de kat ediyor.

Emperyalizmin Suriye planları başarısız olunca, etap etap yeni planlar devreye sokuldu. Yeni planları uygulayacak “yeni” özneler, “yeni” örgütler kullanıldı, yeni taktiklere başvuruldu. Bir “false flag” girişimi olarak Guta Katliamı’nın Batı kamuoyunda tepki yaratmasından sonra baş planlayıcısı Suudi Bender bin Sultan’ın (“Bender Bush”) yönetimindeki Suriye operasyonlarında bundan böyle Katar ve Türkiye’nin daha etkin rol almasına karar verildi.

ABD, ne zamandır zaten “ılımlı İslam” namı altında en eski ve en sadık islamcı hizmetkarı olan Müslüman Kardeşler örgütünü BOP coğrafyasında etkin olarak kullanmak istiyordu. Ancak S.Arabistan ve (özellikle de darbeden sonra) Mısır buna hoş bakmıyorlardı. 2005’te sonradan CIA başkanı da olacak neo-con General Petreaus’un önerisini hayata geçiren CIA, Müslüman Kardeşler’le sıkı parasal ve siyasal ilişkileri bulunan Katar’a BOP uygulamalarında daha etkin bir rol vermeye başladı. Bundan sonra “Arap Baharı” propagandası altında bölgedeki Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler iktidara taşınmak istendi. Başarısız olundu.

Katar ve Türkiye’nin girişimleriyle Suriye’de 2011’de (aralarında Esad yönetiminin aynı yıl ilan etmiş olduğu afla hapisten çıkmış Suriye M.Kardeşleri liderlerinin de bulunduğu kişiler tarafından) Ahraruş Şam örgütü (“Özgür Şamlılar”) kurduruldu. Bu örgüt daha sonra IŞİD ve El Nusra gibi örgütlerle işbirliği, yer yer ve zaman zaman koordinasyon halinde çalışmaya başladı. IŞİD ve El Nusra’nın kontrollerinde yaşanan güçlüklerin, Katar ve Türkiye’nin doğrudan denetimi altındaki Ahraruş Şam’ın, özellikle sözde anti-IŞİD koalisyonun kurulmasından sonra etkinliğini arttığı biliniyor. Bunda koalisyonun başındaki General Allen’in rolünü ihmal etmeyelim.

Bununla birlikte, bu örgütlerin birbirlerine göre sahadaki sınırlarını tespit etmek mümkün değildir. Aralarında alan kontrolü, liderlik çekişmeleri gibi nedenlerle çatışmalar olduğu gibi, kesişmeler, geçişlilik (paralı savaşçılar varsa, transferler de olacaktır)  söz konusu olabiliyor. Buna göre, mesela bir çok mahalde kim IŞİDci kim Ahraruş Şamcı tespit etmek zorlaşıyor.

Ahraruş Şam örgütü Hatay’ın hemen karşısındaki (Cilvegözü sınır kapısıyla karayolu bağlantısı olan)  İdlip (2) kentinde kurulduktan sonra Türk devletinin, özellikle TSK’nın ve MİT’in büyük desteğini elde etmiştir. Halen bu örgüt içinde çok sayıda TSK mensubu subayın ve MİT görevlisinin yer aldığı iddia edilmektedir. Türk devleti bugüne kadar inandırıcı kanıtlarla bu iddialara yanıt verememiştir. Bu iddialar arasında yeni genelkurmay başkanı döneminde Ahraruş Şam’a verilen doğrudan askeri desteğin artmış olduğu da var.

Özcesi, neo-con general John Allen ve Erdoğan-Davutoğlu planına göre IŞİD’in yerine bu kez Ahraruş Şam öne sürülmek isteniyordu. Bir anlamda IŞİD tabelası, Ahraruş Şam olarak değiştirilecekti.

Rusya, Ahraruş Şam’ı hedef alıp, onların mevzilerini de bombalayınca ilk önce ABD Senatosu Savunma Komitesi başkanı, eski başkan adayı  neo-con McCain, Rusya’nın Suriye’deki ABD hedeflerini vurmuş olduğunu ve ABD’nin yanıt vermesini istedi. Bunun kabul edilemez olduğunu ilave etti. Arkasından neo-conların Avrupa’daki has adamlarından Fransa dış bakanı Fabius kaygularını dile getirdi. Rusya’nın operasyonlarıyla  teröristleri desteklediğini söyledi. Bu arada, Erdoğan ve Davutoğlu büyük bir moral bozukluğu ve hayal kırıklığı içinde Rusya’ya küstüklerini ilan ettiler. Ekonomik yaptırımları ima ettiler. Tam bu sırada Rusya yine daha erken davranıp, Türkiye’ye giden gaz miktarını neredeyse yarı yarıya azaltmaya karar verdiğini açıkladı. TC devleti Rusya’nın restini görmüş oldu. Üstelik ABD’nin Rusya’nın bu davranışları karşısında kılını kıpırdatma isteğine sahip olmadığı da ortaya çıkmıştı.

Geçen gün internette okudum, Rus bombardımanı başladıktan sonra geçen zaman içinde en az üç bin cihatçı Suriye’yi terk etmiş. Aşama aşama başlatılan kara operasyonlarıyla birlikte bu sayının kat be kat artacağı açıktır. Pekiy, bu kadar cihatçı nereye kaçacak? Suriye kökenlilerin bir kısmı muhtemelen orada silah bırakıp, halkın arasına karışarak kaybolmaya çalışacaklar. Ya gerisi? Cihatçılar arasında Arapçadan sonra en yaygın kullanılan dil Türkçedir. Demek ki çok sayıda Türk cihatçı var. Bunların bir kısmı Ahraruş Şam’a kapak atmıştı zaten. Yani, TSK’nın ve MİT’in doğrudan kontrolünün güçlü olduğu saflara geçmişlerdi diyebiliriz.

Bakınız, “Müslüman Kardeş” Erdoğan’ın iktidardan düşmesi  neo-conları, onların bölgedeki ve Avrupa’daki müttefiklerini, bunların hep birlikte destek oldukları cihatçı sürülerini kendileri için çok değerli ve kullanışlı bir dayanaktan yoksun bırakacaktır. Bunun altını çiziyorum.

ABD’nin İran’la antlaşması sonrasında S.Arabistan ve Katar kendilerini biraz daha geri plana çektiler. Bu şartlarda, Kuveyt örgütün en önemli finansörü haline geldi.  Böylece artık meydan Türkiye’ye ve Tayyip’e kalmış oldu.  Yani Bender’in yerini  Erdoğan aldı demek de mümkün. Rusya operasyonunun alandaki cihatçıların büyük bir kısmını himayecileri olan Türkiye’ye ve Erdoğan’a doğru iteceği açıktır (3)

Türkiye’de ilk etkili şiddet olayları 7 Haziran seçimleri öncesinde, yani İran-ABD antlaşmasını izleyen günlerde görüldü. Bu antlaşma ABD meclisinde onaylanana ve sonrasında Rusya’nın müdahalesi başlayıncaya kadar artarak devam etti. Türkiye’deki seçimlere AKP hükümetinin atfettiği özel önemi de biliyoruz.

Gelgelelim, artık bu rejimi AKP ve Tayyip yönetiminde sürdürmek mümkün görünmemektedir. AKP 400 vekili de alsa bu gerçek değişmeyecektir. Bunu görebilmek için gerekli bir ön koşul, TC devletini AKP ve Tayyip’e eşitlememektir.  Şimdi emperyalist patronlar ve onların sınıf işbirlikçileri nazarında sorun,  AKP’nin ve Tayyip’in bu hali kabullenmek istememesi, hissettiği korkunun da baskısıyla  kontrolsüz davranma eğiliminde olmasıdır (4)

Suriye’de dört yıldır süren bir savaş var.  Türkiye bu savaşa doğrudan müdahil olmuş. Hava Kuvvetleri komutanının beyanatını okuduk. TSK doğrudan bir savaşın içindedir. Bu savaşın kazanılamayacağı anlaşılmıştır.  Kuraldır, yenilenler bedel öderler. Dört yıl kirli bir savaşın sevk ve idaresine aktif olarak katılmışsınız, sonuçlarına katlanmamak olur mu? Rüzgar eken fırtına biçer.

Hiç kuşkusuz TC devletinin bu siyasal çapsızlığına, Kürt siyaseti ve onun yörüngesindeki sol siyasetlerin çapsızlığının katkısı olmuştur. Bu yanlışın bedeli bir kez daha solcu, devrimci kanı olmuştur.

Bir de tabii her zamanki gibi  darbe çağrısı yapan utanmaz, ahlaksız  “orducu sosyalistler”, TSK’nın “vatan savaşı” vermekte olduğunu ilan eden alçaklar var. Aslında bu figürler dün yaptıklarını bugün de yapmaya devam ediyorlar. Onların işleri bu. Utanmazlıkta, alçaklıkta sınır tanımazlar. TSK, şu an dahi Suriye coğrafyasında işgal edilmiş alanlarda emperyalizm adına Suriye halklarının anti-emperyalist direnişini bastırmakla meşgul. TSK darbe yaparsa, AKP rejimini kurtarmak ve sürdürmek için yapacaktır. TSK bölgemizdeki bütün mazlum, ilerici halkların düşmanıdır (5). Olası darbesini emekçi, ilerici halk sınıflarını bastırmak için yapacaktır. Yok efendim, “ordunun alt kademeleri…” falan. Geçiniz! Ne alt kademesi, üst kademesi, bu dün olduğu gibi bugün de düzenin ordusu, NATO’nun ordusu. Kaldı ki, o ordunun da Tayyipçiler ve Fethullahçılar arasında aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bölünmüş olduğunu emekli subaylar sık sık ifade ediyorlar.

Dün Ankara’da yaşanan ve bundan sonra da benzerlerinin devam edeceği anlaşılan katliamı yukarıda sözünü ettiğim, esasen çoğumuzun malumu olan gerçekler etrafında düşünmek gerekir. Türkiye gibi bir ülkenin solunu, yani tek gelecek umudunu, “solun kitleselleşmesi” gerekçesiyle (oportünistlerin sık sık bu gerekçe arkasında saklandıkları malumdur)  etnik bir grubun özel gündemine tabi kılmaktan kurtarmazsak perişan olacağız.

Bunun için devrimci sosyalistlerin “ulusal sorun” u yok sayması değil, ona proletarya siyaseti çerçevesinde, proletaryanın çıkarları adına sahip çıkması gerekir. Kürt siyaseti, “demokratik emperyalizm” in ihsanlarıyla  bir şey elde edemeyeceğini bugüne kadar, şu kadar deneyimden sonra dahi anlayamadı. Doğrusu, anlamak da istemiyor.

“Ulusal sorun” un liberal bir siyasal bağlama ya da başka bir ifadeyle “demokratik modernite” çerçevesine oturtulması kaçınılmaz olarak onu bir “kimlik” siyaseti formuna sokar. “Ulusal sorun”  “etnik sorun” içeriğine indirgenmiş olur.

Dün barış istedikleri için toplu halde katledilen arkadaşların hemen hepsinin kafasında şu da bu ölçüde sol, sosyalist bir program vardı. Gelgelelim, Kürt siyasetinin sol, sosyalist bir programı, derdi olduğu söylenemez.

Kürt siyasetinin “etnik gündemi” yle, AKP siyasetinin “islamcı gündemi” arasında şekil bakımından siyaseten bir fark göremiyorum. Esasen ikisi arasındaki yakınlaşmayı bu “özel gündem” lerinden hareketle de  izah etmek mümkündür. Unutmayalım, her şeye rağmen içinde yer aldıkları uluslararası bağlam bakımından ikisi halen müttefiktir. Reel durum budur. Öngörüyü, vizyonu, tek kelimeyle, politikayı buna göre yapmak gerekir (5)

Yeni bir konjonktürdeyiz. Eskisini geri getirmek mümkün olmayacaktır.

NOTLAR:

1) Tabii rekabet sadece adı geçen ülkelerle emperyalist ülkeler arasında değildir. Emperyalist ülkelerin kendi içlerinde, kendi aralarında da çekişmeler, gerilimler var. Örnekse, özellikle Almanya, Ukrayna sorunu ve Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerden son zamanlarda AB ülkelerine doğru yoğunlaşan göçler dolayısıyla zarara uğrayacağını gördü. Almanya sermayesinin önemli temsilcileri Rusya’ya şu aşamada ihtiyaç olduğunu Merkel yönetimine hatırlattılar. ABD’nin İran’la antlaşmasını, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesini Batı’da en olumlu karşılayan ve bunu en üst düzeyde açıkça ifade eden ilk ülke Almanya oldu. Elbette Almanya ve ABD ve diğer emperyalistler arasında karmaşık çıkar çatışmaları, çatışma konuları ve alanları var. Ancak Volkswagen ve Deutsche Bank olaylarının bu son Ukrayna ve Suriye gelişmeleriyle alakası olmalıdır.

2) Birçok cihatçı örgüt, mesela IŞİD de, aynı kentte kurulmuştur. Bunun en önemli nedeni Türkiye’dir. Türkiye’nin olmazsa olmaz bir öneme haiz lojistik desteğidir. Bu bakımdan bu kent büyük bir stratejik öneme sahiptir. Hem Türkiye hem de müttefiki cihatçılar için. Aynı nedenden dolayı bu kent, Rusya ve Suriye ordusunun öncelikli hedefi olacaktır. Çünkü Türkiye’den gelen çok değerli lojistik desteğin önü kesilmeksizin Suriye kontrol altına alınamaz. Bu kentin düşmesi ve kalıcı şekilde Suriye yönetiminin elinde kalması, cihatçılar ve hamisi Türk devleti için sonun başlangıcıdır. Çünkü kaybeden cihatçılar için oradan ötesi Cilvegözü’dür.

Türk devletinin ve cihatçılarının kendileri için moral açıdan da önemi olan  İdlip’te büyük bir direnişinin söz konusu olacağını tahmin etmek zor değildir. Bazı medya organlarında Türkiye’nin bu kent etrafında yığınak yaptığı veya yaptırdığı iddiaları vardır. Doğru olma olasılığı yüksektir.  Ankara’nın bombalanmasının ipuçlarını da buradan hareketle okumak mümkündür. Yani mesele kimin ne amaçla bombaları patlattığından çok Türkiye’nin şu an Suriye sorunu etrafındaki konumudur. Bunun altının çizilmesi gerekir. Türkiye, gırtlağına kadar Suriye sorunun içine batmış haldedir. Bunu tespit etmek lazım. Bu tespit olmadan ülkede, bombalamalar da dahil,  yaklaşık dört yıldan beri olup biteni kavramak mümkün olmayacaktır. Mesela bu çerçevede, Ankara’nın patlatılmasının devletin bilgisi dışında gerçekleşmiş olması kabil değildir.  Teşvik mi etmiştir, yoksa  önleyememiş midir, bu saatten sonra bu tartışmanın manası yoktur. Dediğim gibi, sorun Türkiye’nin Suriye’de (en kirli biçimiyle) savaş halinde olmasıdır. Bu bakımdan sadece geçen dört yılı değil, yakın geleceğe dair olası gelişmeleri de -bu durumu tespit etmeden- öngörmek olanaklı olmayacaktır.

3) Rusya’nın askeri müdahalesinin başarısı kaçınılmaz olarak diplomatik sahada ya da uluslararası hukuk alanında bir restorasyona yol açacaktır. Rusya öteden beri, Yalta Konferansı’nda alınan ve BM tarafından onaylanan ulusal devletlerin uluslararası hukuk tarafından tescil edilmiş egemenlik haklarını başka devletlerin şu ya da bu gerekçeyle ihlal etmemesi gerektiği ilkesinin tekrar kararlılıkla uygulamaya konmasını, iç işlerine karışmama ilkesine saygı duyulmasını istiyor. Yalta’dan sonra modern dünya tarihinin en uzun sürmüş barış döneminin bu ilke sayesinde olanaklı olduğunu iddia ediyor.

Bilindiği gibi, ABD, 2.D.Savaşı sonrasında  bu ilkeyi ilk kez Eisenhower Doktrini doğrultusunda 1957-9 Suriye Krizi etrafında ihlal etmiş, SSCB’nin kararlı duruşu sonrasında geri atmak zorunda kalmıştı. Şimdi yine bir Suriye sorunu etrafında aynı ilke Rusya ve ABD arasında tartışılıyor.

4) AKP hükümeti 2013 Haziran’ından sonra siyasal bir ceset haline gelmiştir. Siyasal tarihte örnekleri çoktur. Siyaseten ceset haline gelmişlerin kaldırılıp bir yana atılması iç ve dış faktörlerin istikrarsız davranışları nedeniyle zaman alabiliyor. Bugün artık ortada bu katliamları soruşturabilecek kadar dahi bir “devlet aklı” nın bulunmadığı haklı olarak ifade ediliyor. Devlet cihatçı çetelerin, mafyaların içinde at oynattıkları bir alana dönüşmüştür. Hükümeti, ordusu, polisi, MİT’i sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası çapta da “suç örgütleri” haline dönüşmüş bir devletten söz ediyoruz. AKP rejimi, önceki rejimin bütün zaaflarının, yozluklarının, zayıflıklarının, gericiliğinin gidebileceği son sınırlara kadar itilmesi anlamına geliyor.

5) Geçenlerde bir gazetede okudum. PKK ile girilen bir çatışmada hayatını kaybetmiş bir erin Cemevi’nde yapılan cenaze törenine TSK itibar etmemiş. Ben şahsen bunda TSK adına aykırı olan bir taraf göremiyorum. Tersine her zaman Sünni ve Türk bir nüfusun devleti olduğunu bildiğimiz TC adına tutarlı bir davranış olduğunu belirtmek lazım. TC devletinin “laik” bir maske arkasında saklanmış Türk ve Sünni suratını en temayüz etmiş haliyle TSK’nın duruşunda bulabiliriz. Zaten Suriye’deki varlığı, Sünni cihatçılarla ittifakı da “Alevi Esed”i ortadan kaldırmak adına değil mi?

6) Bugün Rusya ve İran’ın, Suriye ve Irak’taki etkinliği sadece Türkiye’yi, AKP rejimini, Tayyip’i değil, onunla aynı uluslararası bağlam veya jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde konumlanmış bölgesel Kürt siyasetlerini de huzursuz ve rahatsız etmiştir. Bunu kavrayabilmek için yukarıda adı geçen oyuncuların tarihi jeo-politik konumlarına, veyahut süreklilik arz eden tarihsel-siyasal duruşlarına, siyasal davranış biçimlerine bakmak gerekir.

Tweetle

“Ayar bombaları”

Emperyalizm çağında siyasal terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Suruç katliamını da bu açıdan görmek lazım. IŞİD,EL NUSRA, EL KAİDE,ÖSO ve benzerleri emperyalizmin BOP coğrafyasında stratejik ve taktik gayelerini hasıl etmek adına kullandığı savaş aletleridir.

Bu aletler sayesinde emperyalistler gerek düşman gerek dost siyasal oyuncuları kendi siyasetlerinin isterleri doğrultusunda “terbiye etmek” için kullanırlar. Bunlar biliniyor. Suruç olayı da emperyalist siyasetin Türkiye’deki işbirlikçilerini, TC devletini, AKP rejimini bu rejimin “muhalif” rolü üstlenmiş bileşenlerini , Kürt siyasetini, emperyalist politika adına belli gayelerin hasıl edilmesi adına “ikna” etmeye yönelik bir ayar girişimiydi. Sonrasında sınır boyunda ve kentsel alanlarda  IŞİD ve YPG ( PKK)  etrafında gelişen olaylar bu tespiti destekliyor(1)

Bütün işaretler bu olayın TC devletinin (şu ya da bu düzeylerde) bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş olduğu kuşkusunu güçlendiriyor. Bakınız, TC devleti isterse en çok bir iki hafta içinde IŞİD’in kolunu kanadını kırar. IŞİD, TC devletinin lojistik ve askeri destekleri olmadan etkisini sürdüremez. Bu açık. Ancak TC devleti bunu kendi iradesiyle yapamaz. Bunun altını çiziyorum.

TC devleti derken vasal bir devleten söz ediyoruz. Vasal devletin en temel karakteristiği kendi erkine sahip olamama halidir. Buna göre onun için “içsel” ve “dışsal” olanın nerede başlayıp, bittiğini kestirmek, sadece dışarıdan bakanlar açısından değil, onun işleyişi içinde yer alan yapı ve kurumlar tarafından dahi kestirilemiyor. Kendi içinde, bütünsellik kaygusu hilafına kendi başına hareket edebilme kapasitesine sahip yapıları barındırıyor. Bölgesel emperyalist operasyonlar yoğunlaştığı ölçüde bu görünüm netleşiyor.

Öte yandan, ABD yönetimi içinde ve bu yönetimle  Avrupalı müttefikleri arasında Suriye’de bir “tampon bölge” oluşturulması konusunda bir tereddüt olduğu biliniyordu. Ukrayna’da yaratılan durum ve İran’la varılan antlaşmanın, şimdiye kadar, söz konusu tampon bölge oluşturma seçeneğinin  önünü ABD beklentileri doğrultusunda açmamış olduğu görülüyor. Vasal TC devletinde de, özellikle Kürt oyuncuların mevcut emperyalist plan içindeki konumlarından kaynaklanan bir tereddüdünün olduğu anlaşılıyor.

Bu arada, şu tespiti de tekrarlamak gerekiyor: Rojava’da bir devrim falan olmadı. Devrim söz konusu edilecekse, onun Esad etrafında birleşmiş Suriye halkının anti-emperyalist direnişinden çıkabileceğini bir kez daha belirtmek isterim. Emperyalizmle işbirliği yaparak devrim ancak engellenir. Onun karşısına çıkmadan, onunla boğuşmadan devrim gerçekleşemez. “Rojava devrimi” hikayesinin namuslu, samimi solcu inananları var. Suruç’taki kurbanlar onlar arasından seçildi (Hep böyle olmaz mı? Mesela sağ cenahta, bu bakımdan benzerlik arz eden örnek bir olay olarak “Mavi Marmara” vak’asını gösterebiliriz). Burada, dürüst, temiz inancın yaygın olarak varlığının, inanılan şeyin nesnel varlığı anlamına gelmediğini görüyoruz. İnanç ve nesnellik örtüşmüyor. Bu inancın oluşmasında siyasal-ideolojik manipülasyon mekanizmaları önemli bir işlev görüyor. Sol hareket içinde oportünizmin yüksek küçük-burjuva kompozisyonla buluştuğu koşullarda bu tür yanlış algısal eğilimler öne çıkıyor. Böylece, Suruç olayında görüldüğü gibi, kurbanlar yaratmak kolaylaşıyor.

Suruç’taki bu devrimci solcu kanı sadece işbirlikçi TC devletinin değil, işbirlikçi Kürt siyasetinin de eline yüzüne bulaşmıştır. Rojava konusu işbirlikçi Kürt siyaseti tarafından Suriye’ye yönelik emperyalist saldırının bu içeriğini gözlerden gizlemek  adına manipülatif bir amaçla kullanılmıştır. Bugün Kürt siyasetinin halinin de vasal TC devletinin yapısal halinden pek farklı olmadığını geçerken belirtmek isterim. Bu hal, emperyalizme yakayı kaptırmanın kaçınılmaz sonucu olarak görülmek gerekir tabii. Elbette Rojava’da cihatçı haydutlara karşı verilen bir direniş vardır. Ancak işbirlikçi Kürt siyaseti bu direnişi ve Rojava konusunu emperyalist saldırı altındaki Suriye sorunundan yalıtarak, emperyalist boyutunu yok sayarak emperyalist politikalar hesabına istismar etmektedir.

İşbirlikçi Kürt siyasetinin söylemine dikkat edelim(2) Rojava’da devrim kime karşı gerçekleşmiştir? Bu devrimin toplumsal-siyasal içeriği nedir? “Biji Obama” nidalarıyla devrim olabilir mi? Bugün Rojava’nın ellerinden kurtarıldığı cihatçılarla dün birlikte, aynı saflarda savaşılmıyor muydu? Yarın da bu birlikteliğin aynı ya da farklı tabelalar altında devam etmeyeceğini kesin olarak söylemek mümkün müdür? Kürt siyaseti Suriye meselesini nasıl görüyor? Oportünizm gibi, siyasal işbirlikçiliğin değişik biçimleri de tartışılan siyasetin gayesinden, elde etmek istediği sonuçlardan, bunun için kullandığı araçlardan hareketle tespit edilebilir.

Kürt siyaseti halen bir AKP-CHP koalisyonuna sıcak bakacağını ilan ediyor. Emperyalistler ve işbirlikçi burjuvazi de aynısını telkin ediyor. Gelgelelim, Türkiye uzun sürecek, ağır sonuçları olabilecek siyasal-ekonomik bir istikrarsızlık dönemine girmiştir. Haziran 2013 bu aşamanın spektaküler dışavurumu olarak da okunabilir. Bu süreç sürdükçe Türkiye siyasetinde  otoriter eğilimler askeriyenin artan rolüyle daha da güçlenecektir. Askeri darbeler emperyalist siyasetin, burjuva siyasetinin araçları arasındadır. Kriz şartlarında güncellenir.

Geçerken, Türkiye’deki bütün askeri darbeler emperyalist siyasetin isterleri doğrultusunda islamcı gericiliği takviye etmiştir. TSK’dan ilerici bir rol üstlenmesini beklemek dün olduğu gibi, bugün de ahmaklıktır. Bundan sonraki olası askeri müdahale ancak AKP rejimini sürdürmek adına bir işlev görebilir. Komünizmle Mücadele Dernekleri, Rabıta, Müslüman Kardeşler, Hizbullah, IŞİD (dikkat edilirse GKurmay da Tayyip gibi, “IŞİD” değil de, “DAEŞ” diyor, sözümona, “IŞİD”in açılımında yer alan “islam” sözcüğünü telaffuz etmek istemiyorlar. Oysa, “DAES”, Ararpça “Da’ish” in- ad-Dawlah al-Islāmiyah fī ‘l-ʿIrāq wa-sh-Shām- Türkçe telaffuzu oluyor, ve “islam” ibaresi burada da yer alıyor. ) gibi islamcı örgütlerle işbirliği deneyimleri hatta gelenekleri olan bir ordudan söz ediyoruz. Bizdeki bütün askeri darbelerin esas siyasal sonucu, ulusal egemen devletin ve onun olmazsa olmazı olan  laiklik prensibinin altının oyulması olmuştur. 27 Mayıs da dahil, her askeri darbe bu doğrultuda tutarlı bir şekilde ilerleme kaydetmiştir. Emperyalizm ve  düzen siyaseti adına, sonuçları itibarıyla,  27 Mayıs ve 12 Eylül  arasında bir süreklilik vardır. Bu süreç devam etmektedir. TSK bugün de bu sürecin teminatıdır. 

Bakınız bir yanlışı sürekli olarak yineliyoruz. Bir parti, bir devlet kurumu (diyelim, TSK) içinde ilerici, hatta devrimci solcu insanlar bulunabilir. Bu mevcudiyetin nedenleri ne olursa olsun (pekala toplumsal sınıfsal nedenleri de olabilir)  o parti ve kurumu “ilerici”, “devrimci” ilan etmek için yeterli bir neden değildir. Hatta bir çok durumda bu olgunun bilinçli manipülatif bir işlev yerine getirdiği görülür. Düzen adına kullanışlı olduğu gözlemlenir.

Tabii oportünistler açısından da bu hal gayet kullanışlı olanaklar sunabilmektedir. Biz, diyelim, “CHP,HDP sol partiler değil, en basit şekliyle bir kapitalizm eleştirisi dahi yapmıyorlar ” dediğimizde, bu iddianın bir “saçmalık” olduğunu öne sürmeleri bundandır.

Özcesi, emperyalist burjuvazinin, onun vasal devletinin bir aygıtı olarak TSK, yaratmak istediği siyasal sonuçlar itibarıyla 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de gericiydi. Bugün de gericidir (3). Bu süreç içinde hep daha gericidir. Her etapta gericiliği bakımından rejim gibi, kendisini de daha fazla geliştirip, takviye etmiştir.

NOTLAR:

1) Bu yazıyı yazdıktan sonra dün akşam yaşanan gelişmeler IŞİD’in ABD ve Türkiye için stratejik gayeler hasıl etmek bakımından ne kadar işlevsel olduğunu herhalde bir kez daha göstermiştir. Türkiye’nin başlatmak istediği savaş öncelikle Esad yönetimine ve sonra Kürtlere karşıdır. IŞİD bahane. PKK bu noktaya izlediği kaypak, işbirlikçi siyaset nedeniyle gelmiştir. “Kürt sorunu” emperyalistler açısından sadece satranç tahtasında kendisiyle hamle yapılmasını bekleyen bir taş anlamına gelmektedir. Kürt siyaseti hem Türkiye’de AKP ile işbirliği yaparak, hem de emperyalistlerin Suriye ve Irak’a saldırmalarına destek vererek bir kez daha kendisi için çok önemli tarihsel fırsatları heba etmiştir. Gerici siyasal tarihsel referanslarını yinelemiştir. “Kurnaz köylü” yü oynamak şu ana kadar olumlu bir sonuç vermemiştir. Vermeyecektir. Tabii şimdi hep olduğu gibi suya katılmış zeytinyağının su içindeki davranışıyla kıyaslanabilecek tavırlar sergilenecektir. Syriza deneyiminde olduğu gibi.

Bu arada, TC devleti emperyalizmle yatak arkadaşlığının kendisine nelere mal olduğunu her geçen gün daha yakıcı bir şekilde teninde hissediyor. Krizi daha da ağırlaşacak. Bu şekilde, bombalarla Kürt sorununu aşabileceğini hesaplıyor. Esad’ın direnişi, bu kez bölgesel düzeyde daha geniş bir Haziran’ın (Haziran’ların) patlamasına yol açacak. Anti-emperyalizmde direnenlerin kazanacağı bir periyota girdik. Bu şartlarda, devrimci sol adına, “dün dündür” ya da bu anlayışın başka bir şekilde ifadesi olarak, “geçmişe takılıp kalmayalım” sakızını çiğneyen oportünist kaşarlarla mücadele büyük bir önem taşıyor.

2) PKK’nin bugünkü sonuca ulaşmasına yol açan hatalar zinciri öncelikle ABD’nin “soğuk savaş”ın sona ermesi sonrasında “dünyanın fethi” seferini “Birinci Körfez Savaşı” ile Irak’tan başlatmaya karar vermesinden itibaren  gelişmeleri okuyamaması olmuştur. Özelikle “çekiç güç” ün ABD’nin tek taraflı ilan ettiği uçuşa yasak bölgeye yerleşmesiyle birlikte PKK, oradan kendisine de ekmek çıkacağı sanısıyla ABD emperyalizmine teslim olmuştur. Nasıl halen “esir önderlik” aracılığıyla adil bir barış antlaşması yapabileceğine inanıyorsa, o vakit de,  ABD’nin Kürtlere adil davranacağını umuyorlardı. Oysa bütün “adil barış” lar eşitler arasında  gerçekleşmiştir. Başka türlü olamaz.

Öcalan’ın ABD’nin girişimleri, MİT, MOSSAD ve CIA’nin bir planıyla bulunduğu yerden çıkartılıp, Türkiye’ye teslimi dahi Kürt siyaseti adına girdiği yanlış yoldan çıkması için uyarıcı olamamıştır. Derhal yeni bir devrimci siyasal önderlik devreye sokulamamıştır. Kürt siyasetinin ABD’nin  “BOP” stratejisi doğrultusundaki izleyen operasyonları karşısında emperyalist siyasete tutunma eğilimi daha da güçlenmiştir. Netice olarak, emperyalist siyasetin, aynı IŞİD ve benzerleri gibi, farklı hamleleri için kullanışlı piyonu haline gelmiştir. Bugün bu Orta Doğu sorunu daha çok su kaldırır. Nereye doğru evrileceğini kestirmek zordur. Ancak toplumsal mücadeleler tarihinin mantığı, bu mantığın üzerinde yükseldiği nesnel dinamizm, emperyalistlerin  sürecin şu ya da bu evresinde kaybedeceklerini öngörüyor.

Bu süreç, ona dahil olan oyuncular bakımından da istikrarsız gelişmeleri öngörmektedir. Yeni saflaşmalar kaçınılmazdır. Şu an Kürt siyaseti bakımından gerçek olan bir şey varsa, o da, işbirlikçi önderliğin hesaplarının (bilmem kaçıncı kez) tutmamış olduğudur. Son olarak, bu süreç burjuva unsurun Kürt siyasetindeki etkisini ve dolayısıyla ideolojik manipülasyonunu arttırmış, oportünizmi ve siyasal kirlenmeyi yükseltmiştir.  Anti-emperyalist Kürt devrimcileri, Türk, Arap ve diğer bölgesel devrimci öğelerle birlikte hareket etmeden kurtuluşun gelemeyeceğini görmek zorundadırlar. Bunun için ise işbirlikçi önderliğin aşılması zarurettir.

3) 27 Mayıs sonrasında cumhurbaşkanı yapılan Cemal Gürsel  dindar sünni bir generaldi. Onun yerine seçilen Cevdet Sunay ilk “tam teşekküllü” sünni dinci cumhurbaşkanıydı. 27 Mayıs döneminde dinsel gericilik tahkim edilmiş, altmışlı yıllarda,  öncelenmemiş finansal olanaklara kavuşturulmuştu. Bu arada, geçenlerde Oktay Akbal’ın anılarına göz gezdiriyordum, orada,  1965 yılında, yayınlandıktan 34 yıl sonra Ercüment Behzad’ın S.O.S adlı şiir kitabının “dinsel duyguları rencide ettiği” gerekçesiyle yasaklandığını söylüyordu. 965 yılında Milli Birlik Komitesi hâlâ iktidar bloğu içinde güçlü bir konuma sahipti.

Tweetle