“İran sorunu”

Obama yönetiminin İran’la, bu ülkenin  nükleer çalışmalarıyla ilgili olarak varmış olduğu antlaşmanın bu ay içinde ABD’nin ilgili yönetim organlarında onaylanması gerekiyor. Aksi halde, antlaşma geçersiz olacak. Bugün bölgemizde ve ülkemizde artan şiddet, siyasal gerilim, ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmayla yakından alakalıdır. Bunu tespit etmek gerekir.

ABD’de kısaca “neo-con” olarak tabir edilen orta doğucu şahinler, bu antlaşmanın ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu’daki etkisini hayli azaltacağını, bölgeyi, İran, Rusya gibi ülkelerin rahatça at oynatacağı bir alan haline getireceğini iddia ediyorlar. Bu antlaşmanın S.Arabistan, Katar, BAE, İsrail gibi ülkelerin güvenliğini tehdit ettiğini söylüyorlar. Sürekli savaş çağrıları yapıyorlar. İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin aktif bir savaş siyaseti izlemesini talep ediyorlar.

Arka arkaya İngiliz ve Fransız, Türk parlamentolarından, hükümetlerinden neo-con talepleri doğrultusunda savaş çağrıları yapıldığını duyuyoruz. Bir yandan da provokasyonlar arttırılıyor. Şiddet, göç hareketleri teşvik ediliyor. Göz yumuluyor. Bu antlaşmanın ABD’de görüşüleceği güne kadar da artarak devam etmesi beklenmelidir. Sorunun Esad gitmeden, destekçileri etkisizleştirilmeden çözülemeyeceği algısı dünya kamuoyunda yaratılmak isteniyor. Bu çizgiye yakın emperyalist medya araçları bu amaçla en gözü kara şekillerde kullanılıyor.

Obama sayısal olarak azınlıkta, Cumhuriyetçilerden en az 4-5 oy alması gerekiyor. Aksi halde neo-conların zafer sarhoşluğu bölgeyi ve belki dünyayı  uzun ve çok şiddetli bir savaşın içine sokacak. Rusya bunu öngörerek Suriye’deki tahkimatını, askeri uzman sayısını arttırıyor. Hatta yabancı medyada çıkan haberlere bakılırsa, Suriye ordusunun bazı bölgelerdeki başarısında, ona komuta eden Rus askerlerinin katkısı var.

Şimdi bakınız, S.Arabistan, İsrail, Katar,Türkiye  gibi ülkeler söz konusu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle son 7-8 yılda elde etmiş oldukları siyasal konumları yitireceklerini haklı olarak düşünüyorlar. Esasen iktidarları pamuk ipliğine bağlı petrol monarşileri kendilerine garantiler verilmemiş olduğu için bu antlaşmadan hayli kaygu duyuyorlar. Yoksa, mesela, S.Arabistan gidişattan rahatsız. Rahatsız ki, Rusya ve İran’la diyalog arayışları içerisine giriyor. Yeterli garantiler verilmediği sürece mevcut ortamın sürdürülmesine katkı yapacağını eylemleriyle anlatıyor. Neo-con siyasetini destekliyor. Bugün Türkiye’deki yönetim de en büyük parasal desteği muhtemelen Katar ve S.Arabistan’dan alıyor. Tayyip’in çıkıp, “tehdit IŞİD değil, PKK’dir” demesi bundandır. Yani iktidarlarını yitirme telaşında olanların işbirliği halinde olduklarını tespit edebiliyoruz. Anlaşılır bir şey tabii.

Bu bakımdan bu ay İran’la varılmış antlaşmanın onaylanıp onaylanmaması büyük önem taşımaktadır. Hatta Türkiye’de seçimlerin yapılıp yapılamayacağı da o zaman belli olacaktır dersek, abartmış olmayız. Yani şartlar bir anda değişebilir. Elbette neo-conlar, onların adamı Tayyip sonuna kadar savaş isteyecektir. Vazgeçmeyeceklerdir. Ancak yine de onay halinde, ağır bir darbe almış olacaklardır.

Türkiye’de bugünkü şiddeti emperyalist blok içindeki bu güncel çekişmeyi dikkate almadan analiz edemeyiz. Daha önce defalarca söylemiştim, emperyalizm, emperyalist blok, onun bileşenleri, iktidar blokları, devletleri yekpare bir bütünsellik arz etmiyorlar. Kendi içlerinde, aralarında farklı çıkar önceliklerine referans veren çelişkileri, çatışmaları, en hafif tabirle, görüş ayrılıkları var. Özellikle emperyalizmin saldırılarını arttırmış olduğu momentlerde devlet olgusunu emperyalist sisteminin bütününü göz ardı ederek analiz edemeyiz. Onun içindeki görüş ayrılıkları bütün egemenlik yapılarını,parçalarını kat edecektir. Bunu öngörmek lazımdır. Bu koşullarda, dış dinamik/iç dinamik arasındaki ayrım çizgileri flulaşır, hatta kaybolabilir (1)

Lenin zamanında bu durum henüz rüşeym halindeydi. 2.Savaş’tan sonra ABD hegemonyasının konsolidasyonuyla emperyalist siyasal yapı değişim geçirdi. Mesela İngiliz tipi doğrudan sömürgecilik yerini ABD’nin, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” emperyalist mottosuyla dile getirilen yeni-sömürgecilik siyasetine bıraktı. Esasen bu siyaset, ABD emperyalizminin kurucu ilkeleri arasında ta baştan mevcuttu. Britanya İmparatorluğu’yla arasındaki kavganın temel meşrulaştırıcı argümanıydı. Zaten bugünkü “demokrasi, insan hakları” emperyalist ideolojisi de temellerini bu anlayışta bulur(2)

Tweetle

NOTLAR:

1) ABD yönetimi içinde öteden beri var olan “neo-con” ve “Demokrat ” çekişmesi son İran antlaşmasıyla şiddetlenmiştir. Hatta Obama’nın tehdit edildiğine dair haberlere ABD medyasında rastlamaya başladık. Obama’nın Antalya’da savaş gemisinde kalacağını açıklamış olmasını bu gerilimin ışığında düşünmek gerekir.

Bir başka güncel vak’a, bir süre önce John Allen’ın sözde Anti-IŞİD koalisyonun baş koordinatörü yapılmış olmasıdır. Herhalde bu atama Obama yönetimi adına bir taviz olarak görülmek gerekir. General Allen, neo-con kliğin en gözü kara kanadının, yani McCain-Petraeus kanadının has adamıdır. O bu sözde koalisyonun başına geçtikten sonra Suriye, Irak, Türkiye ve Yemen’de şiddet tırmanmış, Batı’ya ya da Kuzey’e doğru insan göçü hız kazanmıştır.

Bu arada, bu göç meselesinin Türk ve Batı medyası tarafından savaş kışkırtıcılığı adına nasıl  istismar edildiğine dair çarpıcı bir örnek,  cesedinin karaya vurduğu iddia edilen küçük yavrucağın -muhtemelen mizansen olan- resminin kullanılma biçimleridir. Benzer şekilde uyuyan  küçük bir çocuk resmini ihtiva eden popüler bir posteri hatırlıyorum. Bu olay vesilesiyle, bir kez daha, kapitalist-emperyalist çürümenin en özsel insani değerleri, duyguları, insani bağları nasıl itibarsızlaştırdığına, pazar metası haline getirdiğine, insanı maddi menfaatler, kariyerist saplantılar adına nasıl insanlıktan çıkardığına  dikkat çekmek isterim.

İnsan göçü yeni bir vak’a değil. Sadece savaştaki ülkelerden de kaynaklanmıyor. Son 4-5 yıl içinde Avrupa’ya doğru arttığı iddia edilen  göçlerin küçük bir bölümünün nedeni savaşlar. Mesela 2011-2014 (dahil) AB ülkelerine göç edenlerin sadece yaklaşık olarak yüzde 20’si Suriyeli. Yaklaşık yüzde 10’u Afganistanlı ve Iraklı. Aslında 1990’ların başından itibaren sosyalist cumhuriyetlerin çözülmesinden sonra AB ülkelerine göç sürekli artmaktadır. Mesela Bulgaristan’ın genç nüfusunun büyük bir kısmı AB ülkelerinde göçmen olarak yaşamaktadır. Göçün asıl nedeni yoksulluktur. AB ülkeleri ve etrafındaki coğrafya arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizliklerdir. Bu gerçeği saklamak istiyorlar.Bununla birlikte, geçenlerde internette okudum, bir Alman iş adamının (Ulrich Grillo) açıklamasından bu göçlerden Alman sermaye sınıfının  pek de rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Almanya için ucuz işgücü kaynağı ve talep pazarı olduğunu ima ediliyordu.

Bugün göçler esnasındaki trajik çocuk ölümlerine, bir kaç yıl önce Suriye’de Guta’da islamcı canilerin kimyasal silahlar kullanarak katlettikleri çocukların ölümlerine yüklenmek istenen işlev yüklenmek isteniyor. O zaman da o olay Esad yönetiminin üzerine atılmak istenmiş, böylece Suriye’ye doğrudan askeri müdahalenin meşruiyeti için zemin hazırlanmaya çalışılmıştı. Oysa o olayın planlayıcısı Suudi istihbarat şefi Bender Bush, lojistik desteği temin eden Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu TC hükümetiydi. Olay ABD yönetiminin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş, beş yüz civarında çoğu Alevi olmak üzere hıristiyan ve Kürt çocukları katledilmişti.

Son Hakkari vak’ası hazırlanmış bir senaryonun uygulaması olarak görülebilir. O mıntıkada kara yoluyla asker sevkiyatı bana göre bir nevi intihardır. Daha önce de bir kaç kez tecrübe edilmişti sonuçlarını biliyoruz.  GKurmay’ın bunu bilmemesine olanak yoktur. Şiddet planlı bir şekilde teşvik ediliyor. Asker ve sivil kayıpları artıyor. Sokağa çıkma yasakları yayılıyor. Kürt halkı üzerindeki baskılar, terör ağırlaşıyor. Emperyalist güçler bunun için elbette ellerinin altındaki Türk ve Kürt malum siyasal-askeri araçlarını kullanıyorlar.

“Barış süreci”  başlatıldığında bunun PKK liderliğindeki Kürt siyaseti adına harakiri olacağını ifade etmiştim. Bir daha silahlı mücadeleye dönemeyeceklerini, Kürt halkı nazarında meşruiyet bulamayacaklarını ilave etmiştim. Aynı Tayyip Erdoğan ve AKP’si gibi, PKK de kendisini dev aynasında görmüş, sadece kendi ikballerini gözeten iktidarsız Türkiye liberal ve solcularının da katkısıyla gücünü, kapasitesini abartmıştır. Bugün bunu yaşıyoruz. Emperyalizm ve AKP ile dans, “kör kör gözüm parmağına” anlayışı PKK’yi bu noktaya getirmiştir. Emperyalistlerle işbirliğine girdiniz mi, kaçınılmaz olarak sizi depolitize eder. Politikasızlaştırır.  O varken, politika yapmak size düşmez. Bu bakımdan TC devleti de, Kürt siyaseti de aynı dertten muzdariptir.

Öte yandan, bazı komünist arkadaşların önceki seçim kampanyasından beri yükselen şiddetle AKP yönetimi arasında bir çıkar bağı olmadığını düşünmeleri tam bir gaflet durumudur. Hem AKP’nin şiddetten medet umduğunu söyleyip, hem de yükselen şiddetle onun arasında bir çıkar bağı kurmamak büyük bir çelişkidir.

2) Devrimci solcular olarak önemli bir eksiğimiz, ekonomi-politiği tarihsel “politik-ekonomik coğrafya” çerçevesine yerleştirememektir. Bu yanlışın kökleri Karl Marks’a kadar gider. Onun tarih bilgisi kifayetsizdir. Mesela “Şark” hakkındaki bilgileri önemli ölçüde kolonyalist Britanya İmparatorluğu’nun İstanbul büyükelçisi de olan David Urquhart’ın verdiği bilgilere dayanır. Bu zat aşırı bir Rusya aleyhtarıydı. Osmanlı devletini İngiliz çıkarları doğrultusunda Rusya’ya karşı kışkırtmakla meşguldü. Gayet gerici bir adamdı. Parasal sıkıntılarının arttığı bir sırada Marks bir süre onun gazetesinde Şark sorunu hakkında makaleler yazmıştır. Urquhardt’ı öven yazılarını hatırlıyoruz.

SEÇİMLER ÜZERİNE 1

Önce şu tespiti yapalım, bu seçimlere Haziran halk hareketinin yol açmış olduğu siyasal koşullar damgasını vurmuştur. Haziran’da halk AKP rejimine ağır bir darbe vurmuş ama rejimi yıkamamıştır. Bu durum seçim sonuçları üzerinde etkili olmuştur. Siyasette ayaklanmayla ağır yaraladığınız iktidardaki rakibinizi devre dışı bırakamamışsanız, o yaralı haliyle dahi iktidarda size karşı avantajlı konumda olacaktır. Kitleler, kesin sonuç alamamış muhalif ayaklanmacıların yenildiğini düşünüp, yaralı da olsa hala gücü temsil eden  iktidarın arkasında duracaklardır. Siyasal tarih bu saptamayı doğrulayan çok sayıda örnekle doludur. Siyasette yarım kalmış bir hamle o hamleyi yapanlar adına bir bumerang haline dönüşebiliyor. Ancak iktidardakiler için de elde ettikleri zaferin bir “pirus zaferi” olduğunu kavrayamama bizatihi  bir bumerang haline gelebiliyor. Aynı halk tarafından gerçekleştirilen daha büyük ve  yıkıcı bir darbeyle veda edebiliyorlar.  Hem de tam artık rahata erdikleri kuruntusuna kapıldıkları bir zamanda.

Şimdi sosyolojik açıdan sonuçlara bakalım. Seçim sonuçları bir kez daha sosyolojik bir gerçekliğin altını çizmiştir. Kent merkezlerine doğru sol  eğilimli oylar artıyor. Kırlara ve onun kentteki uzantısı olarak da görülebilecek varoşlara gidildikçe sol oylar düşmektedir. Varoşla kır arasında canlı ilişkiler, ya da en azından taze hatıraların olduğu vak’adır.

Nitekim, bu gerçekliği görmüş olan iktidar partisi, seçim sonuçlarının kendi lehine sonuçlanmasına katkı yapacak önlemler almış, yasal değişikliklerle, kırsal kesimlerin de büyük kentler için oy verebileceği düzenlemeler yapmıştır.

Seçim sonuçlarına baktığımızda, sağ partileri, özellikle AKP’yi destekleyen seçmen davranışlarının “dinci” değil ama “gelenekçi” olduğunu gözlemliyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Genellikle geleneksel olanı dine indirgemek gibi bir yanlış yapılıyor. Gelenek içinde dinsel referans önemli bir yer tutar. Gelgelelim, dine indirgenemez. Mesela, “başörtüsü” basitçe dinsel değil, geleneksel bir giysidir. Başörtüsü takanların hepsini, dinsel inanışları çok kuvvetli, daha doğrusu dinsel pratikleri düzenli olarak yerine getiren insanlar olarak görmek doğru olmaz. Başörtüsü, gelenek ve modernin kentte karşılaşmasından çıkmıştır. Onun siyasal, ideolojik olarak istismarı ayrı bir konudur.

Mesela daha önceki yıllarda, 50’lerdeki, 60’lardaki, 70’lerdeki kırdan kente göçlerde de kadınların kahir ekseriyetinin başörtüsü kullanmış olduğu vak’adır. O zaman bugünkü “türban” modeli yoktu. Bilinmiyordu, model olarak sunulmamıştı. Ancak baş örtme davranışı o zaman da vardı. O zaman da salt dinsel olmaktan çok geleneksel bir anlamı vardı. Bugünkü durum dünyanın emperyalistler tarafından dinselleştirildiği bir çerçevede ortaya çıkmıştır. Din vurgusunu ağırlıklı hale getirmiş olan emperyalizmin bu ihtiyacıdır.

Geçerken şunu da belirtmem lazım, gelenek kırsal olana, kırsal geçmişe, bir çok vak’ada pre-kapitalist ilişki biçimlerine, arkaik özlemlere gönderme yapan değerleri, davranışları, direnişleri, özcesi, maddi ve manevi kültürel anlamları, anlamlandırmaları, pratikleri içerir.

Gelenek her zaman modern karşısında savunmacıdır. Modernin nimet olarak gördüğü maddi ve teknik olanaklarından yararlanırken, bunu manevi değerlerini koruyarak gerçekleştirmek ister. Öyleyse gelenekçi, çelişkiler içinde yaşayan güvensizlik duygusuyla dolu bir tiptir. Ortasına atılmış olduğu kent hayatında tutunma ihtiyacını şiddetle hisseder. Toplumsal örgütsüzlüğün vak’a olduğu koşullarda bu tutunma ihtiyacı daha yakıcı bir hal alır. Gelgelelim, “gelenek” geçiş sürecindeki ontolojik özne üzerinde ideolojik olarak kurulur. yani “gelenek” somut bir vak’adır ama “gelenekçi” ideolojik bir kurgudur. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

Geçiş sürecindeki kurgulanmış öznenin modern yaşama biçimlerini savunan kentli kitleler karşısında, iletişimsizlik yüzünden yabancılık hissi katmerlenir. Bu kentli kesimlerin gelenekçi taarruza toplumsal olarak tepki verdikleri koşullarda, bu stratejiden nemalanan siyasal partilerin istismarıyla, varoluşsal bir paniğe  kapıldığı görülebilir. Türkiye’de 2007 “bayrak mitingleri” ve 2013 “Gezi ayaklanması” karşısında söz konusu gelenekçi kesimlerde bu yukarıdaki saptamayı teyit eden siyasal davranış biçimlerini tespit etmek olanaklıdır.

“AKP = yoksulların partisi” eşitliği doğru değildir. AKP’yi destekleyen kesimler arasında geniş yoksul kesimler vardır. Tamam. Ancak, AKP’ye muhalefet eden kesimler arasında da yoksul, sürekli olarak yoksullaştığını gören, yoksunlaştığını fark eden geniş bir nüfus vardır. Sonra, yoksulların partisi olmak demek, yoksulların çıkarlarını öne koyan bir program ve politik pratik demektir. Vahşi kapitalizmin bayraktarı olan  AKP’nin böyle bir parti olduğu iddia edilemez. Sosyalist siyaset, illüzyon ve gerçeklik arasındaki farkı ortaya çıkartır. Sosyalist sol siyasetin sorunu, bu kesimleri sınıf siyaseti etrafında birleştirebilecek bir stratejiyi  geliştirememiş olmasıdır. Böylece söz konusu geniş kitlelerin muhafazakar ve sol görünümlü partiler tarafından istismarına mani olamamaktadır. Son araştırmalar, ülkemiz nüfusunun yüzde 65’ten fazlasının ücretli kesimlerden oluştuğunu göstermektedir. Sosyalist siyasetin çıkış noktası burası olmalıdır. Burada sol siyasetin boy atması için büyük bir olanak vardır.

Sol, gelenekçi ve modern değerleri çatıştıran, bu çatıştırmadan beslenen düzen partilerinin tuzağına düşmekten kaçınmalıdır. Sol, emeğin, emekçi sınıfların siyasetidir. Bütün stratejisini bunun üzerine oturtmalıdır. Özgürlükçüdür, ama eşitliğe dayanan, eşitliğe, toplumsal adalete referans veren bir özgürlük anlayışına sahiptir. Bu referansların ancak kamusalcı koşullarda ete kemiğe büründürülebileceğine inanır.

Sol, ideolojik olarak kurulmuş olanı veri alarak değil, gerçeklikten hareket etmelidir. Israrla çatışmanın sınıf mücadelesi, zengin yoksul kavgası olduğunu, bu kavgayı “peçe” ile örtme çabasının, düzenin sahtekârlığı olduğunu anlatmalıdır.

Zaten şunu biliyoruz: Sınıflı toplumların tarihin belli dönemlerinde sınıf mücadelelerinin geleneksel, dinsel ya da genel bir ifadeyle, kültürel görünümler altında dışa vurulduğunu görürüz. Ancak bu görünümlerin altına inildiğinde, ekonomi-politik gerçeklik bütün çıplaklığıyla tespit edilir. Bugün Türkiye’de de kültürel görünüme sahip toplumsal-siyasal yarılmanın,  esasen derin ve geniş maddi toplumsal eşitsizliğin manipüle edilmiş bir ifadesi olduğunu ihmal etmeyeceğiz.

Ezilen halk sınıfları, çoğu durumda, bu hallerini asıl nedenlerini hedefleyecek şekilde protesto edecekleri bilinç düzeyinde bulunmazlar. Bu düzeye erişmelerine yardımcı olacak sınıfsal ekonomik ve politik kanallardan, araçlardan mahrum olabilirler.  Sonra, tarihsel devirler içinde  toplumsal sınıfların, hatta maddi üretim ilişkilerinde tuttukları nesnel konum itibarıyla, en ilerici siyasal misyon yüklenmesi beklenenlerin dahi, gerici konumlara savrulabildiklerini görebiliyoruz.  Bunun ayrımsız, gelişmiş, gelişmekte olan kapitalist ülkelerde tarihsel vak’adan olduğunu biliyoruz.

Devrimci sol strateji, tek tek toplumsal sorun alanlarına,” mikro” çatışma alanlarına ve bu “mikro” çatışmaların öznel taşıyıcılarına referans veren varsayımsal, eklektik çoğul mücadeleler alanında konumlanamaz.  Bu esasen “post-marksist”, post-modern burjuva siyasetinin yaklaşımıdır. Kapitalizmin artık zafere ulaşmış olduğundan hareketle, sosyalizm mücadelesi yerine “muzaffer kapitalizm” in aksaklıklarının giderilmesini amaçlayan muhalif hareketlere yönelinmesi talep edilir. Elbette devrimci solcular bu farklı çatışma alanlarına kayıtsız kalmazlar, fakat bu çatışmalar modern kapitalist toplumdan kaynaklanır. Öyleyse, sosyalist devrimci hareket stratejisinin ana eksenini onlar üzerinde kuramaz. Doğrudan kapitalizmi hedefine oturtur.  Bu çerçevede, “saygı” talebini öne çıkarmak da yersizdir. Proleter devrimci söylemi, “ilerici”, “en modern” metaların pazarlandığı süper market algısından kurtarmak gerekir.

Bütün bu ayyuka çıkmış hırsızlıklara, rezilliklere rağmen AKP neden hâlâ baş siyasal oyuncudur? Bu durumu sadece muhalefetin performansıyla izah etmek yeterli olmaz. Yine gelenekçi AKP seçmen tabanına bakmak lazım. Gelenekçi tanım itibarıyla anakronik bir tiptir. Kaçınılmaz olarak romantiktir.  Gerçeklik dünyasından kopuk, dahası ona inanmak istemeyen, hayali, kayıp, bir daha yaşanması olanaklı olmayan  bir dünyanın özlemi içindedir. Yani günlük hayatında her gün yalanı, iki yüzlülüğü yeniden üretir. İki yüzlülük hayata tutunması, vicdanını yatıştırması bakımından elzemdir.  Bu sosyal psikoloji her yerden adeta fışkıran modernin ortasında anlamlandırma sorunları, anlam boşluklarıyla kırılganlaşır. “Tayyip” figürü onun hayatındaki anlam boşluğunu dolduruyor. Ağır güvensizlik ortamında, bir tür öz güven aracı oluyor.

Bu noktada, elitizm, “inanca saygısızlık” argümanı da boşa düşer. Bu memlekette hiç bir başbakan, milyonlarca insanı hedef alarak “ayakların baş olduğu nerede görülmüş” dememiştir. Hiç bir bakan doğrudan dine, inanca  küfür etmemiştir. Buna karşın bu siyasal tipler çok ağırlıklı olarak o gelenekçi kesimlerden, önceden olduğu gibi,  oy alabiliyorlarsa, bu argümanların sözcüleri bu hali izah etmekle yükümlüdürler.

Tapelerin, videoların uçuştuğu günlerde, kapıcımız bana soruyor: “Ağabey sen de bütün bu yalanlara inanmıyorsun değil mi? ” Bu vak’a da kapıcı şaşkın, hatta şoka uğramış ama kabul etmiyor. İnanmayarak hayal kırıklığından sıyrılmaya çalışıyor. Nazi filozofu Heiddeger’in savunmasını hatırlayınız. “Yahudilere yapılanları duyuyorduk ama inanmıyorduk.” Yani inanmak istemiyorduk demeye getiriyor. Tabii yalan söylüyor. Çünkü olup biten herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyordu. O, kendisine tatmin duygusu veren yalan üzerine kurulu, hayali  dünyasını ayakta tutmak için olup biten rezillikleri görmek istemiyordu. Olmuyorlarmış gibi davranıyordu.

Bu işin bir boyutu. Bir başka boyutu da şudur: Bakıyoruz, Fransa’da sol önemli bir yenilgi aldı. Irkçılar güçlendi. İtalya’da Berlusconi, (sanıyorum Mayıs ayında)yapılacak seçimlere katılırsa, kazanması  en şanslı aday olarak gösteriliyor. Yani, bütün hırsızlıklarına, arsızlıklarına rağmen. Yunanistan’da ülkeyi ekonomik ve sosyal çok ağır bir bunalıma sürükleyen partiler ve liderler halen Yunan siyasetini belirliyorlar. Halen umut olabiliyorlar. Ukrayna’da hırsızlıkları yüzünden yargılanıp, hapse mahkum olmuş eski başbakan Timoşenko, hapisten çıkartılıp tekrar ülkeyi yönetmesi isteniyor.

Yani bu bakımdan sorun sadece Türkiye seçmeninde değil. Mesele, genel olarak solun yediği tarihsel darbeden, global karşı devrimci saldırıdan sonra toparlanmakta zorlanmakta olmasıdır. Neo-liberal ekonomi-politik bu toparlanmayı güçleştirmiştir. Sol siyasetin taşıyıcı sınıfsal öznelerini, örgütlerini önemli ölçüde tasfiye ve izole etmiştir.
Burjuva siyaseti sürekli patinaj halindedir. Hem dış hem de iç politikada. Bu yüzden seçim sonuçları birbirlerinin tekrarı olmakta, hep aynı düzen oyuncularının, birbirlerinden farkı olmayan politik vaatleri arasında debelenip durmaktadır. Dar alanda top çevirmektedirler. Bu koşullarda, toplumsal sorunlar, safları sürekli kalabalıklaşan emekçilerin  sorunları ertelenerek ağırlaştırılmaktadır.
Türkiye’de de durum farklı değildir. CHP, AKP’den değişik bir şey mi söylüyor? Yolsuzluk, dürüstlük üzerinden siyaset yapmak, artık son 30 yılda ahlak anlayışları yalama olmuş, yaşanan şartlarda yolsuzluğu, kim iktidara gelirse gelsin, kaçınılmaz bir olgu olarak görmeye başlamış  kitleler nazarında (bu global bir vak’a olarak görülmelidir), üstelik bu yolsuzluk eleştirileri kendi sicilleri  pek parlak olmayan politik figürler tarafından da yapılıyorsa, pek bir etkisi olmuyor.
Halk sınıflarına onların toplumsal sorunlarını çözecek bir siyasal program sunulamıyor. Kültürel vurgular öne çıkınca, kültürel kitlesel tepkiler de otomatik olarak devreye giriyor. Ufku ağır yaşam koşulları altında iyice daralmakta olan halk kitleleri kültürel günah keçileri arayıp bulmaya teşne oluyor.
Sosyalist solun özellikle son otuz küsur yılda oluşmuş toplumsal-siyasal cepheleşmenin koordinatlarını tek başına belirleme olanağı yoktu. Böyle bir belirlemede, sol adına başka bir çok oyuncunun, özellikle de resmi ya da rejim açısından steril görülen anlayışların çok daha etkili olduğu kabul edilmelidir.Sonra AKP, on yıllardan beri oluşturulan hazır olarak bulduğu bir sosyolojik gerçekliğin talebi üzerine zuhur etmiş, o gerçekliğe “cuk” diye oturmuş, onu siyasal timarı haline getirmiştir.Sosyalist sol seçimlere, 2007’deki cumhuriyet mitinglerinden itibaren derinleşen, anlamsal olarak belirlenimi kendisini aşan verili cepheleşme ortamında girmiştir. 
Bugün Türkiye’de düzenin sağı ve soluyla hiç bir siyasal parti halk sınıfları nezdinde geleceği olan siyasal bir yatırım anlamına gelen bir başarı elde edememiştir. Hepsinin derdi günü kurtarmaktır. Hiç birisinin bir programatik başarısı yoktur. İçeride yağmanın paylaşılması, dışarıda emperyalizmin savaş arabasına koşulmak için yarışmaktadırlar.

 

Tweetle

2009 Referandumu üzerine düşünceler *

Galeri

Emin Çölaşan’ın evetçilerin kazanmasıyla ilgili tespitleri isabetli değil. Bir kere, referandumun sonucu üzerinde “12 Eylül 1980” edebiyatının etkili olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü bu %58’in 12 Eylül 1980’le bir sorunu olmamıştır. Tersine, onu desteklemiş olan kitleler ağırlıklı olarak bu %58’in içindedir. Asıl %42’in içinde … Okumaya devam et

BURJUVA CUMHURİYET,12 EYLÜL VE AKP

AKP’ye muhalefet edenlerin çoğu, onun karşısına hangi alternatifi koyduklarını net olarak belirtmiyorlar. Bir çok kişi, “anti-AKP” olarak ifade edilebilecek, salt negatif bir muhalefeti öngörüyor. Anti-AKP tavrı, bugün “anti-kapitalizm” şiarı altında dünyanın çeşitli ülkelerinde gösteriler yapanların konumuna benziyor. Tek başına negatif bir karşıtılık siyasetinin  hiç bir pozitif anlamı yoktur. Pozitif bir sonucunun olması da beklenmemelidir. 

AKP muhaliflerinin büyük denebilecek bir kısmı,”Atatürk devrine”  geri dönüş çağrısını da kapsamına alan,  AKP öncesini ihya etme eğilimindedir.  Bu irticadır. İrticadan, geçmişte ideal haliyle mevcut olduğu varsayılan ve  sonradan yapılan yanlışlar nedeniyle , hatta ihanetlere maruz kalarak, bozulmuş bir düzene geri dönüş siyasetini anlıyorum. Yani irtica,  hayali bir  “altın devir” i, siyasal olarak, yeniden canlandırma talebidir. Tarihte altın devirler yoktur. Son kertede, genel olarak üretici güçlerin önünü açan ya da onların kendilerini gerçekleştirme olanaklarını sınırlayan, engelleyen olaylar vardır. Yine bu olaylar arasında, genel olarak,   süreksizlik ya da kopuşlar  halinde süreklilikler vardır.

12 Eylül davası münasebetiyle, haklı olarak AKP devrini 12 Eylül’ün devamı olarak gösterenler, 12 Eylül’ün Cumhuriyet’in evrim sürecinin çocuğu olduğunu, sürecin gerçekleşme koşullarını ağırlaştıran kopuşlarla,  27 Mayıs, 12 Mart olarak kendisini ifade eden siyasal metodunun izleyicisi  olduğunu ihmal ediyorlar.  Gerek 12 Eylül ve gerekse AKP rejimi genel hatlarıyla kemalist cumhuriyetin siyasal metodolojisine, tarzına aykırı uğraklar değildir. İrtica siyaseti yenilgi psikolojisinin çaresizliğinden doğar. Ancak, bu çaresizliğin kaynağının bizatihi bu reaksiyoner tutumdan, irticai siyasal akıldan çıktığı görülmez. Yapılması gereken, kopuşlar halinde de olsa, süreklilik arzeden mevcut siyasal çerçevenin, isterseniz,  tarzın dışında siyaset üretmektir.

Kemalizm sadece bir siyaset tarzıdır. Bir siyaset tekniğine işaret eder. Mesela, kamusal, eşitlikçi bir toplumsal örgütlenmeyi öngören sosyalizm gibi, toplumsal bir projesi yoktur. Kendisini toplumsal formasyon anlamında  disipliner pratikleri gerçekleştirme süreci olarak kurgulamaz. Onu kapitalizm çerçevesi içinde uygulanması öngörülen, burjuva toplumunun gerekleri doğrultusunda,  burjuva sınıfından özerk olarak eyleyen, yani   reel olarak burjuva sınıfının genel çıkarları adına, bürokratik araçlarla sürdürülen  bir siyaset tarzı olarak görmek gerekir.  Bu anlayış tanım itibariyla otoriterdir. Devlet inisiyatifini, halk inisiyatifi üzerinde tanımlar ve olumlar. Sözde toplumsal eşitlik , özde faşizan bir korporatizm söylemini öne çıkartır. Kemalist  siyasal çerçeve içinde gelişmiş olan,  bugünkü AKP rejimi, kendisinin de içinde gelişmiş olduğu  bu kemalist konuma artık ihtiyaç duymayan tekelci burjuvazinin,  emperyalist sisteme neo-liberal bir yeniden entegrasyonun istendiği koşullarda, söz konusu neo-liberal misyonun siyasal taşıyıcısı olmuştur.

Cumhuriyetçilerin emperyalist dünya sistemine en erken entegrasyon girişimi 1926’dadır. Liberal kapitalist sisteme entegrasyon, kısa bir süre sonra patlak veren kapitalist dünya ekonomisindeki bunalım nedeniyle, gerçekleşememiştir. TC devleti bakışını, bu sıralarda, proletarya diktatörlüğü kontrolünde devlet kapitalizmi (NEP) uygulamasından, tarihte ilk kez, sosyalist ekonominin kurulmasına doğru gayet başarılı bir geçiş yapmakta olan SSCB’ne çevirmiştir. 

Henüz burjuva sınıfın sermaye olarak pek güçlü olmadığı koşullarda, kaçınılmaz olarak burjuva sınıfından nispeten yüksek ölçüde özerklik yeteneğine sahip, burjuvazinin  siyasal ve bürokratik temsilcileri burjuva toplumun gelişmesi için SSCB katkısıyla devlet kapitalizmi, ithal ikameci ya da merkantilist bir pratikten başka bir çıkış yolu olmadığına inandı. Nasıl SSCB, sosyalizm inşası yolunda özü itibariyle, kapitalist olan önlemleri (NEP= yeni ekonomi politikası) uygulanması gerekli bir uğrak olarak gördüyse, Ankara’daki kemalist rejim de, kapitalizmin inşası yolunda, devlet kapitalizmi uygulamasını gerekli görmüştü. Bugün atfedilen anlamında, kemalist siyasal tarzın  bu kararın alınmasıyla uygulanmaya başlanmış olduğunu söyleyebiliriz.  Dolayısıyla, “NEP uygulamasına girişmiş bolşevik yönetim ne kadar kapitalistse, SSCB katkısıyla devlet kapitalizmi inşasına girişmiş kemalistler de o kadar sosyalist idiler” şeklindeki bir kıyaslama yanlış olmayacaktır. Bolşevikler bir dünya devrimi beklentisiyle hemen sosyalizme geçişin gerçekçi olmadığını çok geçmeden saptamışlar ve politika değişikliğinin -bir süreliğine- gerekliliğini kavramışlardı. Yani NEP realizmine dönmüşlerdi.  Türkiye’de burjuva sınıfının temsilcileri olan cumhuriyetçiler de, ulusal kurtuluşçu, anti-emperyalist siyasetin anti-kapitalist boyutunu kavrayıp, bunun kurmayı planladıkları toplum için bumerang olacağını tespit etmişlerdi. 1926 Türk-İngiliz  işbirliği bu tespitten çıkmıştır.  Nasıl bolşeviklerin bekledikleri “dünya devrimi” Batı Avrupa’daki büyük siyasal kriz nedeniyle gerçekleşmediyse, bizdeki emperyalist sisteme entegrasyon beklentisi de, 1929 büyük bunalımı gerekçesiyle  gerçekleşememişti. Nasıl proletarya diktatörlüğü koşullarında uygulanan NEP dönemi, Sovyetlerin kapitalizmi benimsemiş olduğu anlamına gelmiyorduysa, kemalistlerin burjuva diktatörlüğü altında yürüttükleri devletçilik de, Türkiye Cumhuriyeti’nin  sosyalizmi benimsemiş olduğu anlamına gelmiyordu. Bu süreci yanlış yorumlayarak, Atatürk ve kemalist çizgisini “sosyalist” olarak etiketlemek doğru değildir. Unutmayalım ki, Batı’daki büyük kapitalist ülkeler dahil, dünyanın bir çok ülkesi, hemen hemen aynı yıllarda,bir kısmı biraz daha sonra benzer politikaları, hatta bizde hiç bir şekilde gerçekleşmesine izin verilmemiş daha sol bir çerçeve içinde, sosyal demokratik boyutlarıyla uygulamaya koymuşlardı.

Türkiye’nin tekelci burjuvazisi, kemalist siyasal tarzın, neredeyse kesintisiz 10 yılı aşan bir zaman içinde uyguladığı, devletin motor rolüyle tanımlanan kapitalistleşme  siyasetinin çocuğudur. Bu modelle, tekelci burjuvazinin  sermaye birikiminin asli kaynağı yaratılmıştır. Öte yandan yine bu süreç içersinde, korporatist bir “birlik, beraberlik, ayrışmamış, kaynaşmış kitle” manipülasyonuyla emekçi kesimlerin, yoksul köylülüğün sömürüsüne hız verilmiş, bu sınıfların sözcüsü olan hareket ve eğilimler, aydınlar bastırılmıştır.  

Bu devletçi kemalist siyasetin devrede olduğu sıralarda, başvurulmuş olan anti-emperyalist siyaset ve söylem, rejimin o sıralarda uygulamakta olduğu korumacı kapitalist ekonomik siyaset bakımından uygundu. Yani bu siyaset ve söylem sadece sosyalist SSCB ile yürütülen ilişkilerle izah edilemez. Türkiye, SSCB ile sosyalizm kuruculuğu adına değil, paradoksal olarak, kapitalizm kuruculuğu adına ilişkiler kurmuştur. Kemalist rejim bu burjuva kapitalist vizyonundan bir sapma göstermemiştir. Ankara’nın NEP’i, Moskova’nın NEP’i gibi amaca giderken başvurulmak zorunda kalınan taktik bir araçtır. Yalnız, ikincisinin amacı sosyalizm iken birincisinin meramı kapitalizmdir.  

Türkiye devleti, büyük savaş sonrasında, ta baştan taşıdığı kurucu misyon gereği, dünya kapitalist sistemine yeniden entegre olmuştur. İzlediği devletçi politika, entegrasyonun gerekleri bakımından aykırı bulunmamıştır. O yıllarda henüz devlet kapitalizmi istenilen, ya da, en azından, kararlılıkla uygulanmasında, entegrasyon ya da kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi bakımından  sorun olarak görülmeyen bir politikadır.

Soğuk savaş koşullarında entegrasyon özellikle siyasal-askeri açıdan büyük bir önem arz etmekteydi. Sıcak savaş bitmiş, ancak savaş bitmemişti. Çok daha uzun ve kapsayıcı olan soğuk savaş periyotuna girilmişti. Bu periyotta, kapitalist ülkelerin izleyecekleri ekonomik yoldan çok, genel siyasal çizgileri önemliydi. Bu sıcak olmayan savaş içinde yer aldıkları taraf önem taşıyordu. Daha doğrusu, soğuk savaş dönemi, ekonominin değil, siyasetin öne çıktığı bir dönemdir. Son çözümlemede her türlü savaş siyasettir. Politik olarak sonuç alınabilecek bir olaydır. Bu yolda, ekonomi politikanın hizmetindedir. Esasen soğuk savaş yılları boyunca en sağcısından (Türkiye örneği),  en solcusuna  (Batı, ama özellikle Kuzey  Avrupa örneği ) kadar, emperyalist sisteme merkez ve çevre olarak dahil ülkelerde, genel olarak, korumacı, devletçi, sosyal bakımdan takviye edilmiş, “gelir bölüşümü” kaygusuyla hareket eden ekonomi politikaları gözetilmiştir. Sosyalist blokla sürdürülen soğuk savaş, sadece askeri bir yarışmadan ibaret değildi. Bu savaşın ideolojik, sosyal, ekonomik boyutları daha fazla öne çıkıyordu. Bu bakımdan, sosyal vurguları bariz olan ekonomik anlayış uygun görülmüştü.

Bütün bu süreçler boyunca izlenen ekonomik politikaların sadece farklı  sınıflar arasında değil, burjuva sınıf fraksiyonları arasında da çıkar  ilişkilerini  etkilemiş olduğu vak’adır. Bu çelişkiler içeren süreçlerden,  taraf olma durumundaki,  nispi olarak özerk,  bürokratik yapının etkilenmemesi de olanaklı değildi. Bürokratik anlayış ve kurumlar arasında, kadrolar içinde  bir çatışma meydana gelmesi, her yol ayrımında kaçınılmaz olmaktadır.

Sovyetlerde, NEP döneminin sona erdirilerek, sosyalizm inşası programına geçilmesi, nasıl bu dönemin sürdürülmesini isteyenlerin (başlarını, NEP’in de teorisyeni olan,   Bukharin’in çekiyordu)  direnişiyle karşılaşmış, sonunda sosyalizm yanlıları tarafından tasfiyelerini gerekli kılmışsa, benzer bir çatışma Türkiye’de de  olmuş,   devletçi politikanın belli bir uğraktaki ihtiyaçlarına yanıt vermiş olduğunu, artık ona ihtiyaç duymadığını dile getiren tekelci burjuvazi tarafından, devletçi kapitalizmi savunan kemalistlere karşı, etkileri  bugün de devam eden tasfiyeler gerçekleştirilmiştir.

Kemalist devletçilik süreci düz bir çizgi boyunca gelişmez. Örnekse, korumacı devlet kapitalizmi uygulamasıyla sermaye birikimini arttıran sanayi burjuvazisi, serbest pazarcı, ithal ikameciliğinden  şikayetçi iç ve dış ticaret burjuvazisiyle çıkar ayrılıklarına düşmüştür. DP’nin sanayileşmeden çok, ticarileşmeyi ve ticaret burjuvazisini nispeten daha fazla gözeten ekonomi politikaları, finans-kapitali temsil eden sanayici, bankacı büyük sermaye kesimlerini tatmin etmemeye başlamıştır.

Hiç kuşkusuz ülkemizde gerçekleşmiş (bu yüzden gerçekleşebilmişlerdir) bütün askeri  müdahaleler büyük ya da tekelci sermaye adınadır. Yine hepsi dünya kapitalist sistemiyle, sistemin artan tekelleşme eğilimleri çerçevesinde,  yeni bir entegrasyon temin amacını taşır.  Her darbe öncesinde, uygulamada olan ekonomik modelin kapitalist dünyayla entegrasyonun aksadığı (örnekse, döviz sorunları) saptanacaktır. Ancak darbeleri çağıran süreçleri sadece ekonomik boyutuyla değil, ekonomik, siyasal, ideolojik yapısal kriz momentleri olarak görmek isabetli olacaktır. Burada asıl dikkat çekici olan, izleyen her entegrasyonun ülkedeki tekelci burjuvaziyi, merkezdeki tekellere, uluslararası finans kapitale daha bağımlı bir bileşen haline getirmiş olmasıdır. Türkiye’deki finans kapital, özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında, öncelenmemiş ölçüde uluslararası bir karakter kazanmıştır.  Bu süreç içinde, sistemin isterleri doğrultusunda, sanayici eğilimlere, mali-spekülatif eğilimler adına galebe çalınmıştır. Türkiye gibi bağımlı ekonomilerin, yeni entegrasyon koşullarında  kırılganlığı, “sıcak para” girişlerine bağımlılık yoluyla arttırılmıştır. Bu yeni bağımlılık çerçevesinin önemli siyasal sonuçları olmuştur. AKP bu sürecin siyasal sonucudur. AKP’nin önünü açan, öncesi ve sonrasıyla, sol devrimci ve demokrat güçlere karşı terörist kalkışmaların planlı bir şekilde yürütülmüş olduğu 12 Eylül faşist darbesi olmuştur.

27 Mayıs da dahil, bütün askeri darbeler AKP’nin habercileri olarak görülmek gerekir. Bizatihi AKP rejimi de, bu sözü edilen öncüllerinin habercisi ve yaratıcısıdır. Bugün bu rejim dolayısıyla, bu öncüllerin ya da etapların onun habercisi olduklarını görebiliyoruz. Böylece AKP’nin tarihini yazabiliyoruz. Bunu yaparken burjuva cumhuriyetin tarihini de yeniden yazma ihtiyacı duyuyoruz. Nasıl cumhuriyetin dayandığı mantık bizi bugün AKP rejimi koşullarına getirmişse, yani AKP’yi haber vermişse, AKP rejimi de, Cumhuriyetin bugünkü yerine evrileceğini, bugünden geriye bakarak haber vermektedir. AKP vak’asından sonra artık Cumhuriyet tarihini AKP öncesinde olduğu gibi okumamız kabil değildir. AKP o tarihi yeniden yaratmıştır. SSCB karşısında önce tampon sonra vasal devlet işlevini benimseyerek emperyalist sisteme dahil olan TC, tampon olduğu devlet ortadan kalkınca, elbette yeni emperyalist misyonlar adına dönüşecekti.

Proletarya devrimcileri için hesaplaşma, bu sürecin bütünüyle sorgulanarak dönüştürülmesi anlamına gelir. Bu sorgulama, tanım itibarıyla, devrimci bir etkinliktir. Doğrudan düzeni hedefler. Bu çerçeve dışında, sorunu, sorumluluğu  onun içinde yer almış bir kaç aktöre yüklemek suretiyle yapılacak her hangi bir sorgulama, “hesaplaşma”, burjuva düzeninin aklanması anlamına gelecektir. Bu kez neo-liberal entegrasyon adına kemalist cumhuriyet’in en baskıcı metot ve gelenekleri üzerinde yükselen, ve onun bu  tarzını  sahiplenmiş olan AKP’nin 12 Eylül rejimini yargılayabileceğine inanmak, eğer kasıtlı ve planlı bir demagojik   çaba değilse, en hafif ifadeyle, safdilliktir. Düzenin tuzağına düşmektir.





My Great Web page