Öngörü ve vizyon yoksa perişanlık vardır

Tekrar olsun, emperyalizmin ortaya çıktığı zamandan beri terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Bunu gözardı eden bir terör analizi yetersiz kalır. Bu, siyasetin ve onun araçlarından birisi olan terörün, yukarılarda bir yerlerde, gözle görülmesi kabil olmayan, elle dokunulamayan, sürekli senaryolar yazıp, pürüzsüz bir şekilde uygulayan adeta ilahi kudret atfedilen bir tür bilim-kurgusal gücün varlığına iman etmek anlamına gelmiyor. Tersine, jeo-ekonomi-politik kavramının açılımına bakıldığı zaman somut ve reel olmayan hiç bir bileşeninin olmadığını görüyoruz.

Bu kavramı yaratıp kullananlar, sahadaki konumları, rolleri izledikleri çıkarlara göre değişebilen oyuncuları, baş oyuncuları, yardımcı oyuncuları, figüranları olan dinamik bir mücadele alanından söz ederler. Ulusal ve uluslararası olanın iç içe geçebildikleri, birbirlerini kat edebildikleri bir çatışma alanından. “Uğrak” ın konjonktür için ifade ettiğine benzer bir anlamı, bu kez, ekonomik kaynakları ve onlara ulaşma olanaklarıyla “coğrafya” nın jeo-ekonomi-politik için ifade ettiğini saptıyoruz.

Emperyalistlerin Suriye’ye karşı bütün askeri girişimleri  sahada iflas etti. Artık onları vurmaya başlayan bir sürece dönüştü. Bu ilk kez olmuyor. El Kaide yetmişli yılların sonlarında Brzezinski’nin önerisiyle CIA tarafından en az ellili yıllardan beri el altında tutulan islamcı malzeme kullanılarak kuruldu. El Kaide, Afganistan’da emperyalistler adına olumlu hizmetler yaptı. Gelgelelim, Afganistan’daki solcu rejim çöktükten bir süre sonra başı boş kaldı. Kontrolden çıktı. Sonra oradaki büyük bir kısmı Taliban haline geldi. El Kaide, Pakistan’a, İran’a, Çin’e, Rusya’ya karşı kullanıldı. Yugoslavya’ya yapılan emperyalist saldırıda roller aldı. Sonra yine kontrolden çıktı. Daha doğrusu kontrolden çıkartıldı. Bu oyun böyle devam etti. Ediyor.

Burada önemli olan nokta, “kontrollü kaos” stratejisinin uygulanabilmesi için emperyalistlerin bir lejyoner cihatçı havuzu meydana getirmiş olmasıdır. Bunların bugün sayılarının yüz ila iki yüz bin arasında olduğu iddia ediliyor. Bu sayede, gerektiği zaman, gereken yerlerde bu havuzdan derlenmiş cihatçılardan “yeni” örgütler kurmak mümkün oluyordu. Diyelim, bir tanesinin belli bir yerdeki icraatları başarısız oldu, veyahut Batı kamuoyunda büyük tepkiler doğurdu, hemen onun tasfiyesine ve başka bir tanesinin devreye sokulmasına çalışıldı. Bu arada kimi zaman  itibar kaybedenlerin tasfiyesi direnişle karşılanabiliyordu. Her hali kârda, emperyalistler bütün dünyanın gözü önünde, kirli, alçakça bir oyunu, emperyalist vekalet savaşlarını, “özgürlük savaşı”, “demokrasi ve insan hakları mücadelesi” adı altında pazarladılar. Pazarlamayı sürdürüyorlar.

Mesela Libya saldırısı öncesinde, ABD yönetimi ve müttefikleri El Kaide’yi yerden yere vuruyorlardı. Libya gündemlerine girdiğinde, ABD’nin Afrika birliklerinin (AfriCom) başındaki general Carter Ham, El Kaide’nin kara operasyonları için kullanılmış olduğunu, NATO’nun yardımcı kuvvetleri olarak Libya’da görev yapmış olduklarını itiraf etmişti. Örgütün daha sonra bu konumunu istismar ederek bazı Afrika ülkelerini ele geçirmeye çalıştığını, örnekse Mali’de, Libya’da kendilerine NATO tarafından verilmiş  silahları kullanmış olduklarını söylemişti. Yugoslavya ve Afganistan’da da görev almış bu deneyimli generalin Libya müdahalesi sonraki gelişmelerle ilgili o zamanki açıklamalarına internetten ulaşmak hâlâ mümkün.

Emperyalistler Suriye’de de benzer işleri yaptılar. Yapmayı sürdürüyorlar. Dikkat edilirse, emperyalistlerin benzer şekilde el attıkları her yerde benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Ancak bu kez, Rusya, İran ve Çin’in jeo-ekonomi-politik anlamda kuşatılmasına yönelik girişimler (bununla yaşamsal hammade  kaynaklarının bulunduğu alanlara, emtia pazarlarına ve onların sevk, ulaşım ve iletişim olanaklarına siyasal müdahaleleri ve olası siyasal müdahaleleri, siyasal, stratejik avantajlar elde etme çabalarını kast ediyorum)  bu ülkelerin siyasal refleksiyle geri püskürtüldü. Tabii bu adını andığım ülkeleri tek başlarına değil, içinde yer aldıkları ekonomik çıkarların belirleyici olduğu, bölgesel ve uluslararası bağlamlarıyla birlikte düşünmek gerekir

Müttefikleri tarafından dahi yaptıkları sorgulanmaya başlanan (1) ABD yönetimi içinde, doğrudan bir savaşa dahil olmanın kendilerine neye mal olacağını gören kesimler  (en azından bir süreliğine) geri çekilerek, işleri alttan almaya karar verdiler. ABD’nin bu kararı, özellikle son 4 yılda, en önemli siyasal yatırım ve beklentilerini  Suriye sorunu etrafında planlamış olan Türkiye gibi vasal devletlerin boşa çıkması anlamına geliyor.

Türkiye’nin öngörüsüz, vizyonsuz, politikasız bir ülke haline gelmiş olmasının en çarpıcı görünümlerini izliyoruz. Türkiye devleti bugün eski, geçilmiş  konjonktürü yeniden var etmek adına direniyor. Yani olmayacak, artık tarih olmuş bir uğrağa geri dönülmesini istiyor. Gerçeklikten kopmuş bir haldedir. Tabii Türkiye’nin bu hali onun emperyalizmin saldırgan stratejisini izlerken işbirliği yaptığı, kullandığı araçları, bu arada, cihatçılarını da kat ediyor. Bu kez Türkiye de elinde patlamaya hazır bombayla, ya da canlı bombalarla orta yerde kala kaldı. Artık ne zaman, nerede, ne şiddette patlayacağını bilemediğimiz canlı bombalarla birlikte yaşıyoruz. Yaşamaya devam edeceğiz. Öyle görünüyor.

Tabii bu öngörüsüzlük, vizyonsuzluk, tek kelimeyle politikasızlık sadece AKP rejimi, TC devleti için geçerli değil. O rejimin işbirlikçisi olmuş, olan bileşenlerini de kapsıyor. Bu arada, solun geniş denebilecek kesimlerini de kat ediyor.

Emperyalizmin Suriye planları başarısız olunca, etap etap yeni planlar devreye sokuldu. Yeni planları uygulayacak “yeni” özneler, “yeni” örgütler kullanıldı, yeni taktiklere başvuruldu. Bir “false flag” girişimi olarak Guta Katliamı’nın Batı kamuoyunda tepki yaratmasından sonra baş planlayıcısı Suudi Bender bin Sultan’ın (“Bender Bush”) yönetimindeki Suriye operasyonlarında bundan böyle Katar ve Türkiye’nin daha etkin rol almasına karar verildi.

ABD, ne zamandır zaten “ılımlı İslam” namı altında en eski ve en sadık islamcı hizmetkarı olan Müslüman Kardeşler örgütünü BOP coğrafyasında etkin olarak kullanmak istiyordu. Ancak S.Arabistan ve (özellikle de darbeden sonra) Mısır buna hoş bakmıyorlardı. 2005’te sonradan CIA başkanı da olacak neo-con General Petreaus’un önerisini hayata geçiren CIA, Müslüman Kardeşler’le sıkı parasal ve siyasal ilişkileri bulunan Katar’a BOP uygulamalarında daha etkin bir rol vermeye başladı. Bundan sonra “Arap Baharı” propagandası altında bölgedeki Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler iktidara taşınmak istendi. Başarısız olundu.

Katar ve Türkiye’nin girişimleriyle Suriye’de 2011’de (aralarında Esad yönetiminin aynı yıl ilan etmiş olduğu afla hapisten çıkmış Suriye M.Kardeşleri liderlerinin de bulunduğu kişiler tarafından) Ahraruş Şam örgütü (“Özgür Şamlılar”) kurduruldu. Bu örgüt daha sonra IŞİD ve El Nusra gibi örgütlerle işbirliği, yer yer ve zaman zaman koordinasyon halinde çalışmaya başladı. IŞİD ve El Nusra’nın kontrollerinde yaşanan güçlüklerin, Katar ve Türkiye’nin doğrudan denetimi altındaki Ahraruş Şam’ın, özellikle sözde anti-IŞİD koalisyonun kurulmasından sonra etkinliğini arttığı biliniyor. Bunda koalisyonun başındaki General Allen’in rolünü ihmal etmeyelim.

Bununla birlikte, bu örgütlerin birbirlerine göre sahadaki sınırlarını tespit etmek mümkün değildir. Aralarında alan kontrolü, liderlik çekişmeleri gibi nedenlerle çatışmalar olduğu gibi, kesişmeler, geçişlilik (paralı savaşçılar varsa, transferler de olacaktır)  söz konusu olabiliyor. Buna göre, mesela bir çok mahalde kim IŞİDci kim Ahraruş Şamcı tespit etmek zorlaşıyor.

Ahraruş Şam örgütü Hatay’ın hemen karşısındaki (Cilvegözü sınır kapısıyla karayolu bağlantısı olan)  İdlip (2) kentinde kurulduktan sonra Türk devletinin, özellikle TSK’nın ve MİT’in büyük desteğini elde etmiştir. Halen bu örgüt içinde çok sayıda TSK mensubu subayın ve MİT görevlisinin yer aldığı iddia edilmektedir. Türk devleti bugüne kadar inandırıcı kanıtlarla bu iddialara yanıt verememiştir. Bu iddialar arasında yeni genelkurmay başkanı döneminde Ahraruş Şam’a verilen doğrudan askeri desteğin artmış olduğu da var.

Özcesi, neo-con general John Allen ve Erdoğan-Davutoğlu planına göre IŞİD’in yerine bu kez Ahraruş Şam öne sürülmek isteniyordu. Bir anlamda IŞİD tabelası, Ahraruş Şam olarak değiştirilecekti.

Rusya, Ahraruş Şam’ı hedef alıp, onların mevzilerini de bombalayınca ilk önce ABD Senatosu Savunma Komitesi başkanı, eski başkan adayı  neo-con McCain, Rusya’nın Suriye’deki ABD hedeflerini vurmuş olduğunu ve ABD’nin yanıt vermesini istedi. Bunun kabul edilemez olduğunu ilave etti. Arkasından neo-conların Avrupa’daki has adamlarından Fransa dış bakanı Fabius kaygularını dile getirdi. Rusya’nın operasyonlarıyla  teröristleri desteklediğini söyledi. Bu arada, Erdoğan ve Davutoğlu büyük bir moral bozukluğu ve hayal kırıklığı içinde Rusya’ya küstüklerini ilan ettiler. Ekonomik yaptırımları ima ettiler. Tam bu sırada Rusya yine daha erken davranıp, Türkiye’ye giden gaz miktarını neredeyse yarı yarıya azaltmaya karar verdiğini açıkladı. TC devleti Rusya’nın restini görmüş oldu. Üstelik ABD’nin Rusya’nın bu davranışları karşısında kılını kıpırdatma isteğine sahip olmadığı da ortaya çıkmıştı.

Geçen gün internette okudum, Rus bombardımanı başladıktan sonra geçen zaman içinde en az üç bin cihatçı Suriye’yi terk etmiş. Aşama aşama başlatılan kara operasyonlarıyla birlikte bu sayının kat be kat artacağı açıktır. Pekiy, bu kadar cihatçı nereye kaçacak? Suriye kökenlilerin bir kısmı muhtemelen orada silah bırakıp, halkın arasına karışarak kaybolmaya çalışacaklar. Ya gerisi? Cihatçılar arasında Arapçadan sonra en yaygın kullanılan dil Türkçedir. Demek ki çok sayıda Türk cihatçı var. Bunların bir kısmı Ahraruş Şam’a kapak atmıştı zaten. Yani, TSK’nın ve MİT’in doğrudan kontrolünün güçlü olduğu saflara geçmişlerdi diyebiliriz.

Bakınız, “Müslüman Kardeş” Erdoğan’ın iktidardan düşmesi  neo-conları, onların bölgedeki ve Avrupa’daki müttefiklerini, bunların hep birlikte destek oldukları cihatçı sürülerini kendileri için çok değerli ve kullanışlı bir dayanaktan yoksun bırakacaktır. Bunun altını çiziyorum.

ABD’nin İran’la antlaşması sonrasında S.Arabistan ve Katar kendilerini biraz daha geri plana çektiler. Bu şartlarda, Kuveyt örgütün en önemli finansörü haline geldi.  Böylece artık meydan Türkiye’ye ve Tayyip’e kalmış oldu.  Yani Bender’in yerini  Erdoğan aldı demek de mümkün. Rusya operasyonunun alandaki cihatçıların büyük bir kısmını himayecileri olan Türkiye’ye ve Erdoğan’a doğru iteceği açıktır (3)

Türkiye’de ilk etkili şiddet olayları 7 Haziran seçimleri öncesinde, yani İran-ABD antlaşmasını izleyen günlerde görüldü. Bu antlaşma ABD meclisinde onaylanana ve sonrasında Rusya’nın müdahalesi başlayıncaya kadar artarak devam etti. Türkiye’deki seçimlere AKP hükümetinin atfettiği özel önemi de biliyoruz.

Gelgelelim, artık bu rejimi AKP ve Tayyip yönetiminde sürdürmek mümkün görünmemektedir. AKP 400 vekili de alsa bu gerçek değişmeyecektir. Bunu görebilmek için gerekli bir ön koşul, TC devletini AKP ve Tayyip’e eşitlememektir.  Şimdi emperyalist patronlar ve onların sınıf işbirlikçileri nazarında sorun,  AKP’nin ve Tayyip’in bu hali kabullenmek istememesi, hissettiği korkunun da baskısıyla  kontrolsüz davranma eğiliminde olmasıdır (4)

Suriye’de dört yıldır süren bir savaş var.  Türkiye bu savaşa doğrudan müdahil olmuş. Hava Kuvvetleri komutanının beyanatını okuduk. TSK doğrudan bir savaşın içindedir. Bu savaşın kazanılamayacağı anlaşılmıştır.  Kuraldır, yenilenler bedel öderler. Dört yıl kirli bir savaşın sevk ve idaresine aktif olarak katılmışsınız, sonuçlarına katlanmamak olur mu? Rüzgar eken fırtına biçer.

Hiç kuşkusuz TC devletinin bu siyasal çapsızlığına, Kürt siyaseti ve onun yörüngesindeki sol siyasetlerin çapsızlığının katkısı olmuştur. Bu yanlışın bedeli bir kez daha solcu, devrimci kanı olmuştur.

Bir de tabii her zamanki gibi  darbe çağrısı yapan utanmaz, ahlaksız  “orducu sosyalistler”, TSK’nın “vatan savaşı” vermekte olduğunu ilan eden alçaklar var. Aslında bu figürler dün yaptıklarını bugün de yapmaya devam ediyorlar. Onların işleri bu. Utanmazlıkta, alçaklıkta sınır tanımazlar. TSK, şu an dahi Suriye coğrafyasında işgal edilmiş alanlarda emperyalizm adına Suriye halklarının anti-emperyalist direnişini bastırmakla meşgul. TSK darbe yaparsa, AKP rejimini kurtarmak ve sürdürmek için yapacaktır. TSK bölgemizdeki bütün mazlum, ilerici halkların düşmanıdır (5). Olası darbesini emekçi, ilerici halk sınıflarını bastırmak için yapacaktır. Yok efendim, “ordunun alt kademeleri…” falan. Geçiniz! Ne alt kademesi, üst kademesi, bu dün olduğu gibi bugün de düzenin ordusu, NATO’nun ordusu. Kaldı ki, o ordunun da Tayyipçiler ve Fethullahçılar arasında aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bölünmüş olduğunu emekli subaylar sık sık ifade ediyorlar.

Dün Ankara’da yaşanan ve bundan sonra da benzerlerinin devam edeceği anlaşılan katliamı yukarıda sözünü ettiğim, esasen çoğumuzun malumu olan gerçekler etrafında düşünmek gerekir. Türkiye gibi bir ülkenin solunu, yani tek gelecek umudunu, “solun kitleselleşmesi” gerekçesiyle (oportünistlerin sık sık bu gerekçe arkasında saklandıkları malumdur)  etnik bir grubun özel gündemine tabi kılmaktan kurtarmazsak perişan olacağız.

Bunun için devrimci sosyalistlerin “ulusal sorun” u yok sayması değil, ona proletarya siyaseti çerçevesinde, proletaryanın çıkarları adına sahip çıkması gerekir. Kürt siyaseti, “demokratik emperyalizm” in ihsanlarıyla  bir şey elde edemeyeceğini bugüne kadar, şu kadar deneyimden sonra dahi anlayamadı. Doğrusu, anlamak da istemiyor.

“Ulusal sorun” un liberal bir siyasal bağlama ya da başka bir ifadeyle “demokratik modernite” çerçevesine oturtulması kaçınılmaz olarak onu bir “kimlik” siyaseti formuna sokar. “Ulusal sorun”  “etnik sorun” içeriğine indirgenmiş olur.

Dün barış istedikleri için toplu halde katledilen arkadaşların hemen hepsinin kafasında şu da bu ölçüde sol, sosyalist bir program vardı. Gelgelelim, Kürt siyasetinin sol, sosyalist bir programı, derdi olduğu söylenemez.

Kürt siyasetinin “etnik gündemi” yle, AKP siyasetinin “islamcı gündemi” arasında şekil bakımından siyaseten bir fark göremiyorum. Esasen ikisi arasındaki yakınlaşmayı bu “özel gündem” lerinden hareketle de  izah etmek mümkündür. Unutmayalım, her şeye rağmen içinde yer aldıkları uluslararası bağlam bakımından ikisi halen müttefiktir. Reel durum budur. Öngörüyü, vizyonu, tek kelimeyle, politikayı buna göre yapmak gerekir (5)

Yeni bir konjonktürdeyiz. Eskisini geri getirmek mümkün olmayacaktır.

NOTLAR:

1) Tabii rekabet sadece adı geçen ülkelerle emperyalist ülkeler arasında değildir. Emperyalist ülkelerin kendi içlerinde, kendi aralarında da çekişmeler, gerilimler var. Örnekse, özellikle Almanya, Ukrayna sorunu ve Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerden son zamanlarda AB ülkelerine doğru yoğunlaşan göçler dolayısıyla zarara uğrayacağını gördü. Almanya sermayesinin önemli temsilcileri Rusya’ya şu aşamada ihtiyaç olduğunu Merkel yönetimine hatırlattılar. ABD’nin İran’la antlaşmasını, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesini Batı’da en olumlu karşılayan ve bunu en üst düzeyde açıkça ifade eden ilk ülke Almanya oldu. Elbette Almanya ve ABD ve diğer emperyalistler arasında karmaşık çıkar çatışmaları, çatışma konuları ve alanları var. Ancak Volkswagen ve Deutsche Bank olaylarının bu son Ukrayna ve Suriye gelişmeleriyle alakası olmalıdır.

2) Birçok cihatçı örgüt, mesela IŞİD de, aynı kentte kurulmuştur. Bunun en önemli nedeni Türkiye’dir. Türkiye’nin olmazsa olmaz bir öneme haiz lojistik desteğidir. Bu bakımdan bu kent büyük bir stratejik öneme sahiptir. Hem Türkiye hem de müttefiki cihatçılar için. Aynı nedenden dolayı bu kent, Rusya ve Suriye ordusunun öncelikli hedefi olacaktır. Çünkü Türkiye’den gelen çok değerli lojistik desteğin önü kesilmeksizin Suriye kontrol altına alınamaz. Bu kentin düşmesi ve kalıcı şekilde Suriye yönetiminin elinde kalması, cihatçılar ve hamisi Türk devleti için sonun başlangıcıdır. Çünkü kaybeden cihatçılar için oradan ötesi Cilvegözü’dür.

Türk devletinin ve cihatçılarının kendileri için moral açıdan da önemi olan  İdlip’te büyük bir direnişinin söz konusu olacağını tahmin etmek zor değildir. Bazı medya organlarında Türkiye’nin bu kent etrafında yığınak yaptığı veya yaptırdığı iddiaları vardır. Doğru olma olasılığı yüksektir.  Ankara’nın bombalanmasının ipuçlarını da buradan hareketle okumak mümkündür. Yani mesele kimin ne amaçla bombaları patlattığından çok Türkiye’nin şu an Suriye sorunu etrafındaki konumudur. Bunun altının çizilmesi gerekir. Türkiye, gırtlağına kadar Suriye sorunun içine batmış haldedir. Bunu tespit etmek lazım. Bu tespit olmadan ülkede, bombalamalar da dahil,  yaklaşık dört yıldan beri olup biteni kavramak mümkün olmayacaktır. Mesela bu çerçevede, Ankara’nın patlatılmasının devletin bilgisi dışında gerçekleşmiş olması kabil değildir.  Teşvik mi etmiştir, yoksa  önleyememiş midir, bu saatten sonra bu tartışmanın manası yoktur. Dediğim gibi, sorun Türkiye’nin Suriye’de (en kirli biçimiyle) savaş halinde olmasıdır. Bu bakımdan sadece geçen dört yılı değil, yakın geleceğe dair olası gelişmeleri de -bu durumu tespit etmeden- öngörmek olanaklı olmayacaktır.

3) Rusya’nın askeri müdahalesinin başarısı kaçınılmaz olarak diplomatik sahada ya da uluslararası hukuk alanında bir restorasyona yol açacaktır. Rusya öteden beri, Yalta Konferansı’nda alınan ve BM tarafından onaylanan ulusal devletlerin uluslararası hukuk tarafından tescil edilmiş egemenlik haklarını başka devletlerin şu ya da bu gerekçeyle ihlal etmemesi gerektiği ilkesinin tekrar kararlılıkla uygulamaya konmasını, iç işlerine karışmama ilkesine saygı duyulmasını istiyor. Yalta’dan sonra modern dünya tarihinin en uzun sürmüş barış döneminin bu ilke sayesinde olanaklı olduğunu iddia ediyor.

Bilindiği gibi, ABD, 2.D.Savaşı sonrasında  bu ilkeyi ilk kez Eisenhower Doktrini doğrultusunda 1957-9 Suriye Krizi etrafında ihlal etmiş, SSCB’nin kararlı duruşu sonrasında geri atmak zorunda kalmıştı. Şimdi yine bir Suriye sorunu etrafında aynı ilke Rusya ve ABD arasında tartışılıyor.

4) AKP hükümeti 2013 Haziran’ından sonra siyasal bir ceset haline gelmiştir. Siyasal tarihte örnekleri çoktur. Siyaseten ceset haline gelmişlerin kaldırılıp bir yana atılması iç ve dış faktörlerin istikrarsız davranışları nedeniyle zaman alabiliyor. Bugün artık ortada bu katliamları soruşturabilecek kadar dahi bir “devlet aklı” nın bulunmadığı haklı olarak ifade ediliyor. Devlet cihatçı çetelerin, mafyaların içinde at oynattıkları bir alana dönüşmüştür. Hükümeti, ordusu, polisi, MİT’i sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası çapta da “suç örgütleri” haline dönüşmüş bir devletten söz ediyoruz. AKP rejimi, önceki rejimin bütün zaaflarının, yozluklarının, zayıflıklarının, gericiliğinin gidebileceği son sınırlara kadar itilmesi anlamına geliyor.

5) Geçenlerde bir gazetede okudum. PKK ile girilen bir çatışmada hayatını kaybetmiş bir erin Cemevi’nde yapılan cenaze törenine TSK itibar etmemiş. Ben şahsen bunda TSK adına aykırı olan bir taraf göremiyorum. Tersine her zaman Sünni ve Türk bir nüfusun devleti olduğunu bildiğimiz TC adına tutarlı bir davranış olduğunu belirtmek lazım. TC devletinin “laik” bir maske arkasında saklanmış Türk ve Sünni suratını en temayüz etmiş haliyle TSK’nın duruşunda bulabiliriz. Zaten Suriye’deki varlığı, Sünni cihatçılarla ittifakı da “Alevi Esed”i ortadan kaldırmak adına değil mi?

6) Bugün Rusya ve İran’ın, Suriye ve Irak’taki etkinliği sadece Türkiye’yi, AKP rejimini, Tayyip’i değil, onunla aynı uluslararası bağlam veya jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde konumlanmış bölgesel Kürt siyasetlerini de huzursuz ve rahatsız etmiştir. Bunu kavrayabilmek için yukarıda adı geçen oyuncuların tarihi jeo-politik konumlarına, veyahut süreklilik arz eden tarihsel-siyasal duruşlarına, siyasal davranış biçimlerine bakmak gerekir.

Tweetle

“Tek” in çoğulluğu

Galeri

İç ve dış sermaye güçleri için AKP-CHP koalisyonu öncelikli tercihtir demiştik. Tabii böyle bir koalisyon Kürt siyaseti tarafından da istenmektedir. MHP de en baştan “uzlaşmaz” ı oynayarak bu tercihin hayata geçirilebilmesi için zemini düzleme işlevini yerine getirmeye çalışmaktadır. Yani düzen … Okumaya devam et

Solun yeniden “yetmez ama evet”i ve Tayyip’in iflası

Galeri

Bu seçimlerin doğrudan ilk sonucu Tayyip Erdoğan’ın iflasıdır. HDP’nin tartışmasız seçim başarısı, tamamen kendi programının, politik vizyonunun bir sonucu olarak görülemez. Bu başarı, Tayyip Erdoğan alerjisinin Türkiye çapında oluşturduğu muhalif kollektif sinerjiden çıkmıştır. Bununla beraber seçim kampanyası boyunca panik halindeki … Okumaya devam et

Güncel değinmeler

Galeri

TÜRKİYE’DEKİ GERİCİ İŞBİRLİKÇİ REJİM DÜŞMEDEN ORTA DOĞU’DA EMPERYALİST KAOS BİTMEZ Türkiye emperyalist operasyonlar bakımdan adeta kilit ülke konumundadır. Bugün Orta Doğu’da emperyalizmin yarattığı, beslediği çatışmaların bu kadar sürdürülebilmiş olmasında Türkiye’deki rejimin sağlamış olduğu, sağlamaya devam ettiği eşsiz katkıları atlamak mümkün … Okumaya devam et

Seçimler ve “kurtarıcı” olarak HDP

Galeri

Tayyip’in cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte partisinin bütünlüğünü sürdüremeyeceği sağda ve solda genel olarak öngörülmekteydi. Şimdi giderek partisindeki yarılma derinleşiyor. Bu yarılmanın derinleşmesi Tayyip’in etkisizleşmesini, giderek saf dışı kalmasını sağlayabilir. Şimdilik, vaktiyle Özal’ın başına gelenin onun da başına gelmekte olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu … Okumaya devam et

SYRİZA’nın seçim başarısı

Galeri

Syriza beklendiği gibi seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Herhalde ilk iş olarak ülkenin borçlarının yeniden yapılandırılmasını talep edecektir. Belli bir anlayış görmesi beklenmelidir. Tabii bu durumda, Yunan halkının üzerindeki borç ve kemer sıkma baskısı az da olsa gevşemiş olur. Ancak … Okumaya devam et

Berlusconi ve İtalyan İkinci Cumhuriyeti*

Lampedusa’nın, Leopar’ının açılış sayfalarında, Garibaldici soylu Tancredi, Prens dayısına, cumhuriyetçileri kastederek, “şu avamın bize bir cumhuriyet kakalamamasını, herşeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak değişmeliyiz” der. Tancredi’nin bu cümlesi son 150 yıllık İtalyan tarihini anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir.

Önce dünyada sosyalist blok tasfiye oldu. Son soğuk savaş sona erince, gladyolar şimdilik gereksiz hale geldi. Artık eski düzenin siyasal yapıları sorgulanıp, değiştirilebilirdi. Hıristiyan Demokrat Parti ve Sosyalist Parti tarihe gömüldüler. PCI adındaki “komünist” ibaresini attı. Solun Demokratik Partisi (PDS) oldu. Partinin azınlık sol kanadı koparak ayrı bir parti oluşturdu, Rifondazione Communista (PRC). Daha sonra bu partinin içinden başka bir parti daha çıktı. Bu arada çok sayıda komünist bu partilerden uzaklaştırıldı. Di Pietro gibi savcı ve yargıçların devreye girmesiyle, ya da mahkeme kararıyla neredeyse yarım asır sürmüş olan 1.Cumhuriyet, ya da halk tabiriyle, Tangentopoli (“Rüşvetistan”), 1993’te yerini ikincisine bıraktı (bilindiği gibi, bu cumhuriyetlere sayaç takma geleneği Avrupa siyasetinde yeni değildir). Siyasette Andreotti & Craxi koalisyonları, ve PCI’nin “tarihsel uzlaşma”ları devri kapanmıştı. Artık Tancredi’nin veciz bir şekilde ifade etmiş olduğu yeni bir değişimin zamanı gelmişti.

İtalya’nın eski merkez bankası başkanı Ciampi’nin 1993’deki teknokratlar hükümeti, eski cumhuriyetin son hükümeti, ya da geçiş hükümeti oldu. Bir yıl sonra sağdaki dağınıklığı ya da boşluğu doldurmak adına, her zaman himayesi altında olduğu, kaynağı belirsiz servetinin (Ama allahı var, hiçbir zaman, “büyük annemin çıkınından çıktı” ya da oğlanların sünnetinde,dügününde geldi” demedi; işçi gibi çok çalışarak, beyaz eşya bile pazarlayarak, “neredeyse yapmadığım iş kalmadı” diyerek kendi çabasıyla elde ettiğini beyan etti.) oluşmasında en büyük katkıyı da yapmış olması kuvvetle muhtemel “sosyalist” Craxi tarafından siyasete itilen, İtalyan gladyosunun asli bileşenlerinden P2’nin 1876 numarada kayıtlı üyesi olan Berlusconi, avanti il poppolo‘ yu (“yürüyelim arkadaşlar”) “out”, forza italia’yı ” (“haydi İtalya”) ” in”  yapacağı süreci böylece başlatmış oldu.

“Forza İtalia” başı boş kalmış hıristiyan demokrat, “sosyalist” öğelerle, Faşist Sosyal Hareket ve federalist ya da ayrılıkçı Kuzey Ligi’nin katılımıyla oluşturuldu. Berlusconi’nin ilk iktidarı, 1994’te 9 ay kadar sürdü. Bu iktidar dönemini, tıpkı sonraki iktidar dönemleri gibi, mahkemelerden, “kızıl yargıçlar” dan sıyırmak, dokunulmazlık zırhı kuşanmak için didinerek geçirdi. Ta o zamandan, İtalya’nın en büyük düşmanının, gelişmesi önündeki en büyük engelin yargıç ve savcılar olduğuna işaret etti. Berlusconi, Tangentopoli ‘ yi hakim ve savcıların tasfiye ettiğini biliyordu. Korkmakta haksız değildi.

Bu arada, sol da geçen zamanı boş geçirmedi. En eski ve en kıdemli sermayesi olan “tarihsel uzlaşma”yı, bu kez moleküllerine ayrışma sürecine girmiş sol hareketi, “mutedil” hıristiyan demokratları (İtalyan Halk Partisi, PPI ve sonrasında “Papatya”), Yeşiller’i de içine alan 6 partiden oluşan Zeytin Ağacı (L’Ulivo) ittifakını kurmak için devreye soktu. Başına da eski bir “sol” hıristiyan demokrat olan “avrupai” Prodi’yi getirdi. “En sol” PDC’nin de dışarıdan destek sözü vermesiyle 1996’da ilk Prodi hükümeti işe başladı.

1998’de , artık Premier olması için şartların olgunlaştığını düşünen PDS lideri D’Alema’nın da -el altından- katkılarıyla, “en sol” PDC dışarıdan verdiği desteği çekince 1.Prodi hükümeti, yerini bir oy farkla güvenoyu alan ve parlamentodan bütçe dahil hemen hiçbir yasa geçirememiş olan D’Alema hükümetine bıraktı. 2000 yılında pamuk ipliğine bağlı olan muradına ermiş D’Alema’nın hükümeti gidince, Tanrının bir lütfu olarak Zeytin Ağacı’nın tükenmeyen bereketi, bu kez Amato’yu Premier yaptı.

2001 seçimlerinde, İtalyanlar yine, en büyük kompleksi -büyük servetine ve estetik operasyon bağımlılığına rağmen bir türlü çaresini bulamadığı, hiç şüphesiz Midas’ınkilerden sonra en ünlü- iri yelken kulaklarıyla, Berlusconi’nin “forza İtalia” sının çağrısına kulak verdiler. Birincisinden itibaren İtalya cumhuriyet (ler) tarihinin en uzun ömürlü hükümeti bu şekilde kurulabildi. Buraya kadar sadece kendi yandaşlarının, “iyi yargıçlar” ın, kontrolündeki medyanın değil, 2.Cumhuriyet’in ikisi de solun adayı, ikisi de Amerika görmüş “pragmatik”, birisi eski PCI mensubu olan) ilk iki Cumhurbaşkanının yaptıkları kıyaklarla yara almadan sıyıran Berlusconi 2005’teki yerel seçimleri kaybedince, İtalyan cumhuriyetleri tarihinin en uzun ömürlü hükümeti de sona ermiş oldu.

2006’da, futbol dışında, bu kadar aksiyona alışkın olmadıkları için “Forza forza” nidalarından yorgun düşmüş -tarihsel olarak- konformist İtalyanlar kıl payı bir farkla da olsa Zeytin Ağacı’nın nimetleriden istifade etmeyi tercih edince, “avrupai” Prodi, ittifakının dördüncü, kendisinin ikinci kabinesini kurarak işe başladı. Çok geçmeden, hükümetin-Berlusconi’den geri kalmamak adına- Afganistan’da ABD’yle birlikte hareket etme ısrarı ve ABD’nin Venedik’deki askeri üssünü – “insan hakları ihlallerini önlemek ve batılı demokratik değerleri yerleştirmek” gibi olası kutsal haçlı kampanyalarının isterleri doğrultusunda – genişletmek istemesi, buna mukabil “reel” sivil toplumun sokaklara dökülmesi, ve tabii durumdan vazife çıkarma ustası Dış bakan D’Alema’nın duruma kendi hesabına el koymasıyla 2007’deki ilk büyük sarsıntı Prodi’nin yüreğini ağzına getirdi.

Artık hükümet için İtalyan siyasetinde en çok tercih edilen sayı sayma tarzı olan, geri sayım başlamıştı. Nitekim, 2008′ de beklenen coup de grâce kabine dışından, Zeytin Ağacı’nın kabinedeki “mutedil” hıristiyan demokrat Adalet Bakanı Clemente Mastella’nın sevgili zevcesi signora Mastella’dan geldi. Signora yolsuzluklara bulaştığı iddiasıyla evinde göz hapsine tabi tutulunca, bakan eşi önce iddiaları ret etti. Sonra da Zeytin Ağacı altında dava arkadaşları tarafından ekildiğini iddia ederek istifa etti. Muhalefet işi güvenoyuna kadar götürünce “avrupai” Prodi bir kez daha soluğu kürkçü dükkanında, “Avrupa evimiz” projesinin idare merkezi Brüksel’de aldı.

VELTRONİ VS BERLUSCONI

Bütün bu ikinci cumhuriyet dönemi, daha on beşinci yaşını bile idrak etmeden, neo-liberal iktisadi ve siyasi anlayışın hakimiyeti altında, öncekinin hastalıklarını,hükümet krizlerini sürdürmekle kalmadı, halk nezdinde, özellikle Berlusconi’nin kişiliğinde, yolsuzluk, hırsızlık vb fiillerin hemen hemen olağan karşılandığı koşulları da yarattı. Bu imkan ve şerait altında, henüz sayaç yeni bir numaralandırma yapmadan harekete geçmek gerekiyordu. Sağ ve soldaki politikacıların değil, ama çarpıcı ittifak adlarının itibar kaybına uğramış olduğu fark edilerek, Tancredi’nin kulakları bir kez daha çınlatıldı.

Marks bir yerde, “insana özgü alıklıklardan biri de, şeylerin adını değiştirerek, o şeyleri de değiştirmiş olacağına inanmasıdır” diyordu. İtalya bu bakımdan, Marks’ın tiye aldığı şeyin pratiğini en iyi yapan ülke olduğunu son 50-60 yılda defalarca kanıtlamıştır. 2008 seçimlerine girmeden, Berlusconi aynı ittifak yapısını ve öznelerini muhafaza ederek tabelasına Popolo della Liberta (PDL) yazdırdı. Yepyeni bir ruh ve hizmet anlayışını iktidar olarak tecrübe etmenin heyecanıyla dolu olduklarını ilan etti. Diğer tarafta, PRC’nin başını çektiği “en sol” partiler ittifakı tepeden tırnağa gökkuşağı renklerine bürünmüştü. PDS’ye gelince, içerdiği birbirinden hiç haz etmeyen en az 6-7 hizipten en güçlü ikisi D’Alema hizbi ve Veltroni hizbidir (Birincisinin lideri her fırsat ve ortamda ikincisinin liderinin “salak” olduğunu öne sürerken; ikincisinin lideri, yine her fırsatta, birincisinin liderinin “düzenbaz” olduğunu iddia eder. Eğer “naif” Togliatti hayatta olsaydı, herhalde bu her ikisini Parti sırlarını açık ettikleri için ihraç istemiyle disipline verirdi).

Bu iki canbazın aslında sadece zikri değil, fikri bir beraberlik içinde oldukları da bu “yenilenme” faaliyetleri sırasında ortaya çıktı. Her iki lider, her biri adeta bir parti haline gelmiş parti içi hiziplerin değil, ama yeni cumhuriyetin seçim sisteminin olanak tanıdığı seçim ittifakları dolayısıyla çok sayıda küçük, ama ittifaklar nedeniyle anahtar konumuna gelmiş, partilerin sistemi tıkadıkları konusunda hemfikir olduklarını fark ettiler. Sistemi daha basit hale getirmek gerekirdi. Amerika ya da İngiltere’deki iki partili sistem ne güzel işliyordu.

Artık partinin merkezci bir parti ya da “ortanın solu” olmak yolunda 40 yıldır devam eden kendini yenileme sürecini tamamlamak gerekiyordu. İlk olarak, tabeladaki “sol” ibaresinin kafaları karıştırmaktan başka işlevi olmayan bir fazlalık olduğu tespit edildi.Basitlik, “sivil toplum” tarafından kolay anlaşılırlık bakımından ve dahası amerikanvari bir çağrışım kabiliyetine de sahip olduğundan, Solun Demokratları’nı basitçe, Demokrat Parti yapmak uygun görüldü (ne olur ne olmaz diye, gelecekte olası bir çözülme sonrasındaki olası bir ittifak için şimdiden “incir yaprağı ittifakı” adını öneriyorum).

Bu hamle, sadece solun değil, İtalyan siyasal yapısının, fedakâr ve sağ duyulu “eski solcular” önderliğinde, iki partili sistem doğrultusunda yeniden inşası manasına geliyordu. Zaten “tarihin sonu” solun sonunu öngörmüyor muydu? Son bir gramscigil refleksle bu iş hal olmuştu. Gramsci, komünizmin aydınlanmanın ve onun temellendiği geleneklerin, tabii bu arada hıristiyanlığın da çocuğu olduğunu söylememiş miydi? PCI nihayet  “İsa modelinde bir parti” olarak kapitalist İtalya’nın bekası için kendisini feda ederek tarihin sonuna ulaşmıştı.

D’Alema şimdiye kadar vitrinde fazlaca görünmüş olduğundan ve cumhurbaşkanlığını da , eski komünist Napolitano’ya kaptırmış olduğundan, telkinlere icabet ederek (en azından bir süre için) geri planda kalmayı tercih etti. Her iki hizip lideri öncelikle “avrupai” Prodi’den kurtulmanın elzem olduğunda mutabık idiler. Artık meydan, eski L’Unita direktörü, eski Roma belediye başkanı, çekirdekten komünist Veltroni’ye kalmıştı. Veltroni, bir üçüncü cumhuriyete meydan vermemek için siyasal yapıyı dizayn etmeyi kafasına koymuş, bu emelini “değerli meslektaşı ve rakibi “ sinyor Berlusconi’ye de açma ihtiyacı duymuştu. Veltroni İtalyan siyasetine gerçekten yeni bir uslüp getişrmişti. Berlusconi’ye Berlusconi diye hitap etmeyi bile kabalık olarak görüyor, ona “sayın ya da değerli meslektaşım, veyahut “sayın rakibim” şekillerinde hitap ediyordu.

Evet, bu “L’Unita çocuğu” emellerine ulaşmak yolunda “sayın rakibi”yle düzenli ve düzeyli olarak birkaç kez buluşarak, kafasındaki yeni İtalya projesine destek istedi. Tabii ikisinin konuşmalarının içeriği, biz Dolmabahçe Zirvesi’nin içeriğini ya da Baykal-Erdoğan yemeğinin içeriğini ne kadar biliyorsak, ya da bilmiyorsak o kadar biliniyor ya da bilinmiyor. Ne diyelim,“devlet işleri” konuşulmuş olmalı.

Veltroni, İtalya’ya ve Berlusconi’ye ne kadar sağduyulu, sorumlu bir lider olduğunu gösterme fırsatı bulmuştu. Karşılık olarak takdir de görmüştü. Eğer, L’Unita dağıtıcısı ve belediye başkanı olarak yapmış olduğu hizmetleri saymazsak, çok kısa zamanda İtalya için çok büyük işler yapmıştı. Bir koymuştu, üç alacaktı. Tabii iki kanattaki küçük ama anahtar partiler, olası bir seçim sistemi değişikliği ihtimalinden çok rahatsızlık duydular. Özellikle de eski faşist partinin “aileden faşist” başkanı Gianfranco Fini’nin öfkesinden kan beynine sıçramıştı. Bunca yıldır Berlusconi’yi iktidara taşıdıktan sonra…

Tabii Berlusconi, Fini’yi “delikten aşağı” süpürmeyi göze alamazdı. Yeni partisine davet etti ve sonrasında da onu veliahtı ilan edince, Fini’nin ayakları yerden kesilerek, artık bu devirde faşizmi savunmanın yanlış “ve hatta sapkınlık” olduğunu, istikbalin bütün milleti kucaklayacak merkezde olduğunu beyan etti. Böylece “kutsal merkez” üzerindeki nüfus yoğunluğundan kaynaklanan ağırlık daha da artmış oldu. Fini bir anda, Berlusconi’nin katkılarıyla, 2.Cumhuriyetin yükselen yıldızı haline geldi. Demokrasinin nimetlerini öve öve bitiremiyordu. Berlusconi okulunda, post-Berlusconi dönemi için eğitimine devam ediyordu. Berlusconi sonrası dönemde sağ tarafın assolisti olacağından şimdilik kimsenin şüphesi yok.

2008’de en çok- İtalyanların kendisini “en sorumlu devlet adamı” olarak takdir edeceğinden emin- Veltroni’nin arzulamış olduğu seçim gerçekleşti. Sonuçlar açıklandıktan bir müddet sonra Veltroni’nin üçü değil, ama “papi”yi alarak iktidar yaptığı anlaşılmıştı. Hem de tarihi bir 10 puanlık fark yiyerek. Seçimlerde “eski sol” tam bir hezimete uğramış, Berlusconi ve avanesi, Türk premier dostu gibi oyların %47’sini almıştı. Ancak bu seçimin en büyük kazananı, hiç kuşkusuz, oylarını ikiye katlayıp, ilk kez %10’a yaklaşan Bossi’nin federalist (ayrılıkçı ?) ve zenofobist Kuzey Ligi hareketi oldu.

Bu Kuzey Ligi hareketi aslında klasik bir parti formuna sahip değil. Popülist söylem kullanan militan İtalyan birliği karşıtı bir hareket. Kuzey bölgesi, İtalya’nın en önemli sanayi bölgesi. 2008 seçimlerine kadar neredeyse blok olarak sol için oy kullanmış geniş ve örgütlü bir sanayi işçisi nüfusu var. İlk kez son seçimlerde büyük ölçüde Kuzey Ligi’ni desteklediler. Kasım seçimlerinden dört ay sonra, Gramsci’nin memleketi Sardunya adasında yapılan yerel seçimlerde kayıp büyük olunca, Veltroni parti liderliği makamında bulunan masasındaki çerçeveli L’Unita çocuğu resimlerini bavuluna toplayıp partideki hizbinin başına geri döndü.

Artık 2.Cumhuriyet’in üç en üst düzey yıldızı, cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano, Meclis başkanı “eski faşist” Fini ve “eski yeni” başbakan Berlusconi ipleri ellerine almışlardı. Dikkat edilirse, yeni cumhuriyetin İtalya’ya yaptığı önemli katkılardan bir tanesinin de, “eski” sıfatı aracılığıyla “yeni” figürler yaratabilme kapasitesi olduğu görülecektir. Bir parantez açarak, yargılamanın ertelenmesini sağlayarak, Berlusconi’ye kıyak geçen ve ondan övgüler alan cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano hakkında bir şeyler söylemeden geçmek olmaz. PCI’nin en sağını temsil eden Amendola’nın has adamı olan Napolitano, 1978 yılında ABD büyükelçisi Richard Gardner’la bir dizi gizli görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmelerden sonra PCI, anti-sovyet Avrupa Komünizmi çizgisini resmen ilan etmişti. Cumhurbaşkanı olunca, ilk kutlayanlardan biri, eski büyükelçi Gardner oldu. Napolitano için “gerçek bir devlet adamı, gerçek bir demokrasi savaşçısı ve Amerikanın sadık bir dostu” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Parantezi burada kapatıp, Berlusconi’ye dönelim.

7 SOL LİDER ESKİTEN “YENİ” BERLUSCONI İKTİDARDA

Başbakan olmasıyla birlikte, tabii yine ülkenin en önemli sorunu olarak,“kızıl” yargıçlar, savcılar, yüksek mahkemeler, anayasa, muhalif basın (tabii en önde, Repubblica ve L’Espresso) gösteriliyor, bu engeller aşılmadan güzel günlerin gelemeyeceği halka yandaş medya ve yandaş yazarların da katkılarıyla anlatılıyor. Sistemli olarak yargı kurumları ve mensupları, “seçilmişler” “atanmışlar” ayrımı yapılarak gayri meşru gösterilmeye çalışılıyor.

Umberto Eco bir yazısında, “ bu mantığı ciddiye alırsak, çocuklarımızı -atanmış öğretmenleri olacağı için- okula göndermemiz, hastalanınca doktorlara gitmememiz, suçluların kendilerini tutuklamak isteyen polislere atanmış oldukları gerekçesiyle direnmesi gerekir” der. Kaldı ki bir ülke sadece parlamentodan da ibaret değildir.

Atanmış,atanmadan önce ve sonra yeterlilik, liyakat sınavlarına tabi tutulmuş belli bir kalifikasyon derecesine tekabül eden işler gören öznelerin oluşturduğu, mahkemeler, üniversiteler, hastaneler, okullar, ordu, meslek örgütleri vs çok sayıda başka organlardan da oluşur. Bu organlar olmadan ne modern bir ülke tahayyül edilebilir ne de parlamento bir iş görebilir. Parlamento halk demek değildir. İçinden bütün organları, aygıtlarıyla devletin geçmesiyle somutlaşmış yurttaşların temsil edildiği en genel temsilci organdır.

Başbakan iş çevrelerini “vatan haini” muhalif medya organlarına reklam vermemeleri için uyarıyor. Anayasada, yargı erkini yürütmeye tabi kılacak değişiklikler ve yeni dokunulmazlıklar elde etmek için değişiklik çalışmaları yapılıyor. Yani bir hukuk tabiriyle, ad personam, kişiye özel yasalar yapılmak isteniyor. Tabii bir yandan da libidosunu kontrol edemeyen başbakan ve konutunda verdiği partilerine davet ettiği, çıplak görüntülenen kadınlı erkekli grupist dostlarının “dolce vita” sı sürüp gidiyor. Geçen yıl 18 yaşında kendisine “papi,” diye hitap eden bir telekızla telefon konuşmaları medyaya düşen Berlusconi’nin bu tür genç kızlarla para ya da TV’lerinde iş karşılığında sık sık ilişki içinde olduğu ortaya çıktı.

Berlusconi aleyhinde haberlere, yorumlara sadece sahibi olduğu kanal ve gazetelerde değil, yandaş haline dönüşmüş medya gruplarında da rastlanmıyor. Hayat tarzı, Kilise’nin ilan etmiş olduğu kalite standartlarına uygun olmayan Berlusconi’ye, en azından kamuoyu önünde, Kilise bürokrasisi mesafeli görünme ihtiyacı duyuyor.

Öte yandan, Belusconi dini popülist söylemlerinde kullanan birisi olmamakla beraber, onu destekleyen insanlar arasında son on yılda dincilik eğiliminin güçlenmiş olduğu da izahı zor bir başka vakadır. Uluslararası toplum ve siyaset önderleri de (bizim premierin gösterdiği sıcaklığı saymazsak) ona soğuk davranıyorlar. Ama sokaktaki insanlar Berlusconi demeye devam ediyorlar.

Umberto Eco, Berlusconi’yi destekleyen sokaktaki adamın şöyle bir mantık yürüttüğünü düşünüyor: Bütün politikacılar tanım itibariyla hırsızdırlar. Berlusconi çok zengin olduğundan çalmaz (takip ettiğim kadarıyla Forbes’a göre, Berlusconi’nin servet biriktirme preformansı son 15 yılda çok dramatik bir yükseliş içinde olmuş). Sonra önemli olan, politikacının kendi çıkarlarını takip ederken, beni de görmesidir. Berlusconi zengin olması nedeniyle, bencil olmayacak, bana bonkör davranacaktır. Eco’ya göre, Berlusconi seçmenlerdeki bu dip dürtüleri iyi okumakla kalmamış, reklamını, kendisini bir ürünmüş gibi sunarak çok çarpıcı şekilde yapmıştır. Kendisini, adeta bir deterjan reklamındaki gibi, birkaç basit, akılda kalır slogan etrafında sürekli yinelenen bir sembol olarak tanıtmıştır (Eco,U: A Passo di Gamberro s.122-3; Lemuri).

Tabii, reklamda, bilindiği gibi, sloganın doğru olması gerekmiyor. Önemli olan basit, kısa ve kolay algılanabilir olmasıdır. Böylece sürekli yinelenmesi de mümkün olabiliyor. Mesela, “ilk günkü gibi beyaz” yinelemesi yapılırken, bunun doğru olmadığını biliyoruz. Ama yinelenme yoluyla zihnimizde yaratılan aşinalık yüzünden, markete gittiğimizde o ürünü tercih ediyoruz. Bunun gibi…

2. CUMHURİYETİN SKOR LEVHASI

Corriere della Sera’nın iki yazarı, Antonio Stella ve Sergio Rizzo birincisi 2007’de, ikincisi 2008’de ikisi de Rizzoli’den çıkan ve her biri 20’den fazla baskı yapan uzun başlıklarını burada La Casta ve La Deriva olarak kısalttığım kitaplarında 2.Cumhuriyetin performansını incelediler.

Buna göre, politikacıların birinci cumhuriyetten intikal eden aç gözlülüklerinin artışında istikrarlı büyüme ivme kazanarak devam etmiştir. 1948’e nazaran, 2008’de milletvekili maaşları 6 kat artmıştır. Bugün yılda 150 bin avro kazanan bir İtalyan vekil, İngiliz ve Alman meslektaşlarının neredeyse iki katı kadar, İspanyol meklektaşlarından hemen hemen dört kat daha fazla kazanmaktadırlar. Bugün yalnız Roma’da, parlamento, senato ve başbakanlığın kullanımına sunulmuş bina mevcudu 46’dır. Avrupa’nın başka bir başkentinde bu bollukta bir bina kullanımı yoktur. Roma’daki cumhubaşkanlığı konutu Quirinale ‘de 900 hizmetli görev yapmaktadır. Cumhurbaşkanlığı bütçesi 1986’dan bu yana 3 kat artmıştır. Bu bütçe, Paris’teki Elysée’ninkinden 2 kat, Londra’da Kraliçe’nin Buckingham Palace’ ından 4 kat fazladır. 180 bin nüfusa sahip yönetici elite tahsis edilmiş toplam “mavi” makam arabası miktarı son 15 yılda dramatik bir artışla yaklaşık 575 bine ulaşmıştır. Fransa’da bu araç miktarı 65 bin kadardır. Berlusconi’nin 81 adet yakın koruması, Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere başbakanlarının dördünün toplam koruma sayısından fazladır.

Her dört İtalyandan biri yoksul. Bütçedeki eğitim harcamaları özellikle 2.Cumhuriyet’ten bu yana sürekli düşerek, ulusal gelirin %4.5’unu teşkil etmektedir. Danimarka’da, bu oran %8.5’tur. Nüfusun sadece yarısı zorunlu eğitim sonrası (mesleki ya da klasik) her hangi bir eğitime devam edebiliyor. Bu miktar avrupa ortalamasının 20 puan altında. 20’li yaşlardaki gençlerin sadece beşte biri yüksek öğretim kurumlarına girebiliyor ve bunların da beşte üçü okullardan ihraç ediliyor. Yeni cumhuriyette hastanelerde hasta başına düşen yatak miktarı üçte bir oranında azaldı. Hasta başına yatak sayısı, Almanya ve Fransa’dakinden hemen hemen yarı yarıya az. Mahkemelerde davaların ortalama sonuçlanma süresi 4 yıla çıktı. Bu süre icra iflas davalarında 8 yıla çıkabiliyor. Örneğin, 2007’de iki emeklinin sosyal güvenlik kurumuna açtıkları dava için 2020 yılına gün verilmişti.

Yargılamada eşitlik de hak getire. İnek çalan bir arnavut göçmen, nitelikli dolandırıcılıkla binlerce kişiyi dolandırıp, çok büyük meblağlar götüren safkan italyan Sergio Cragnotti’den daha uzun bir süre hapiste kalmıştı. Yargıda yolsuz politikacılara yapılan muamele yolsuz işadamlarına yapılan daha iyi. Mesela, Berlusconi’nin yakın adamlarından bir politikacı, Cesare Previti, yolsuzlukyapmak ve rüşvet vermek gibi suçlardan 6 yıla hüküm giydikten sonra, hapiste sadece 5 gün geçirip, geri kalan cezasını kamu hizmetiyle ödeme yükümlülüğüne tabi tutuldu.

Ülkedeki maddi altyapının durumu da kötüye gitti. Yedi büyük limanın toplam iş hacmi, Rotterdam limanının iş hacmi kadar bile değil. Hızlı tren sayısı, Fransa’dakinin üçte biri kadar bile değil. 1920’den bu yana, sadece13 km demiryolu yapılabilmiş. Lufthansa’nın 134 uzun menzili yolcu uçağına karşın, Alitalia’nın 23 adet aynı tür uçağı var.

Ekonomik göstergelere gelince, son on yılda AB’deki en düşük milli gelir artışı İtalya’da oldu. 2001-6 yılları arasında emek verimliliği ancak %1 kadar artabildi. 1980-1995 yılları arasında, yılda ortalama %2 artan kişi başına gelir, 2000 yılından bu yana değişmeden kaldı. Bu arada, Kuzey ve Güney’in yaşam standartları arasında hep varolan mesafe, uçurum haline dönüştü. Güney’in 13 milyondan fazla inasanın yaşadığı 400’den fazla beldesi suç örgütlerinin kontrolünde. Buralardaki işadamlarının üçte biri haraç ödediklerini bildirdiler.

Batı Avrupa’da emek-gücüne yeni katılımların en az olduğu ülke İtalya. Emek-gücündeki kadın nüfus son 10 yılda giderek düşme eğilimi içinde. İşgücünde kadınların payı Danimarka’dakinden 30 puan, ABD’dekinden 20 puan, Çek Cumhuriyeti’ndekinden 10 puan daha düşük. Demografik göstergelere gelince: Kadın başına doğum oranı, çalışan kadın sayısının azalmasına rağmen, 1.3’e gerilemiş. Önümüzdeki 40 yılda, İtalya nüfusunun 58 milyondan 47 milyona düşeceği tahmin ediliyor. 60 yaş üzerindeki nüfus, 18-24 yaş arasındaki nüfusu aştı. Neredeyse, 1’e 3 gibi. Seçmen yaş ortalaması 47’ye ulaştı.

Bununla beraber, işsizlik göstergeleri aldatıcı şekilde olumlu gösteriliyor. 1995’de işsizlik oranı %12 iken bugün %6’larda görünüyor. Ancak sağlanmış işlerin yarısına yakını geçici işlerden oluşuyor. 2006’da yaratılmış işlerin yarısından fazlası geçici ya da part-time olma özelliğine sahip. Bunların da çoğunluğu enformel ekonomide istihdam ediliyor. Perry Anderson’ın LRB’deki yazısında refereans verdiği sosyolog Enrico Pugliese İtalya’da, “birinci cumhuriyet” in son yıllarında “iş yaratmayan büyüme” olgusu varken, ikinci cumhuriyette, “büyümeden iş yaratma” devresine girildiğini belirtiyor.

Bilindiği gibi, İtalya’da küçük ve orta ölçekli işletme sayısı hayli fazladır. Sayıları 4,5 milyon civarındadır. Bizdeki gibi, adım başında verimliliğinin çok düşük olduğu esnaf ve küçük esnaf işyerleri var. Yine bizdeki gibi, bir taraftan açılıp, diğer taraftan kapanırlar. İstanbul’da şöyle Bayezit’ten Sirkeci’ye kadar yürürseniz, bir çok dönerci büfesinin, ya da bir halıcı dükkanın, lokantanın kapanırken, aynı dükkanlarda bir çoğunun da açılmakta olduğunu görürsünüz. Mesela bu bakımdan kaba bir gözleme dayanılarak, Roma’daki durumun da pek farklı olmadığı söylenebilir.

Öte yandan, Asya rekabeti, İtalyan mallarının da dış satım olanaklarını daralttı. High-Tech dışsatımı, Avrupa ortalamasının %50 altında. Yabancı sermaye yatırımları geleneksel olarak düşük. Tabii bunu sadece siyasal istikrarsızlıkla, haraç ve kötü idarecilikle açıklamak mümkün olmaz. Birkaç büyük aile tarafından kontrol edilen, hissedarlık yoluyla birbirleriyle iç içe geçmiş büyük İtalyan firmaları ve bankalarının geleneksel dayanışmacı, korumacı reflekslerini de anmak gerekir.

Makro ekonomik rejim değişti, ancak üretimin yapısı değişmeden kaldı. Büyüme yok, tıkanma var. İhraç gelirleri azaldı. Kamu borçları milli gelirin %100’ünü aşarak, Maastricht kriterleriyle alay edercesine, bu konuda İtalya’yı dünya üçüncüsü yaptı.İkinci cumhuriyetin hemen öncesinde, satın alma gücüne göre kişi başına düşen milli gelir bakımından, İtalya, AB’de, Almanya’dan sonra ikinci sıradaydı. Yaşam standartları bakımından Fransa ve İngiltere’den daha iyi durumdaydı. Şimdi, AB ortalamasının bile altında. Daha da aşağıya doğru gidiyor.

Umberto Eco’dan serbest bir çeviriyle yaptığım bir alıntıyla bitirelim: “ Her zaman annemin bana anlattığı bir hikayeyi hatırlarım. Annem yirmili yaşlarında, sekreter olarak Saygın Liberaller Kulübü üyesi bir adamın yanında çalışmaya başlamış. Adam, Mussolini için ‘ne olursa olsun, belki bu adam sorunlardan çıkış yolunu bulabilir. İşleri bir düzene sokabilir’ diyerek Mussolini’yi destekliyormuş. Öyleyse, faşizm Mussolini’nin enerjisiyle kurulmadı. O saygın liberal adamın hoşgörüsü, savsaklığı, gevşekliğiyle geldi” (L’espresso, 09 Temmuz 2009).

Kamil Park

* Bu yazıyı Perry Anderson’ın İtalya ve özellikle İtalyan solu hakkındaki bir yazısından etkilenerek yazmıştım ve 5 Mayıs 2010 yılında ODATV’de yayınlanmıştı.

 

T

 

Türkiye sosyalist hareketi Türk ve Kürt ulusalcılıklarının timarı olmaktan kurtulmalıdır

Paris cinayetlerini, Suriye’deki emperyalist savaşın ve anti-emperyalist direnişin en şiddetli şekilde sürdüğü şartlarda, ABD’nin Suriye’ye karşı ittifakı takviye etme beklentileri doğrultusunda, AKP hükümetinin yetkilendirmesiyle MİT’in işlemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu cinayetlerde Öcalan’ın bilgisi ve hatta yönlendirmesinden den söz edilebilir.

Oslo’daki PKK-AKP pazarlığı, muhtemelen dağ kadrolarına daha yakın Avrupa’daki PKK birimleri tarafından öne sürülen talepler yüzünden sona ermiştir.Oslo görüşmelerinde Öcalan’ın doğrudan taraf olmadığı anlaşılıyor. Öcalan, Oslo’daki başarısızlığı, PKK ve genel olarak Kürt siyaseti üzerindeki otoritesini  yenilemek için   kendi adına fırsata çevirmek istemiştir. Nitekim,  “İmralı süreci” bu cinayetler sonrasında başlamış, Öcalan ve TC devleti adına MİT bu yeni başlatılan sürecin doğrudan tarafları haline gelmişler, Oslo’da ne olduğunu henüz bilmediğimiz engeller aşılmıştır.

Bu iddiamın bir karine değerini taşığını, Öcalan’ın ve PKK’sının kariyerine bakarak söylüyorum. Zaten kendisi şimdi Aydınlıkçıların yayınlamakta olduğu sorgulamasında, onun için potansiyel dahi olsa her engeli her rakibi her şekilde tasfiye ettiğini açıkça söylüyor. Bunlar sır değil. Evveliyatı da var.

Şimdi “Kürt solcuları” ve onların ağzına bakan diğerlerinin bu cinayetler dolayısıyla MİT’i suçlarken, halen doğrudan  MİT’le bir “barış süreci” üzerinde çalışılmakta olduğu gerçeğini görmezden gelmeleri, herhalde köylü kurnazlığının bir başka manidar örneğidir. Tıpkı Tayyip’in bir yığın yolsuzluk, hukuksuzluk, hırsızlık iddiaları karşısında, “yavuz hırsız” rolünü oynaması gibi, Öcalan ve taraftarları da pişkince davranmaktan kaçınmıyorlar.

“Yavuz hırsız” demişken, bir söz de alevi Kürtlere, Öcalan bir çok kez konuşmalarında kendisini Yavuz Sultan Selim’e benzettiğini söyler. Burada doğrudan ifade etmese de, kast ettiği Osmanlı sünni birliğidir. Nitekim, “barış süreci” safsatasını ilan eden ve Diyarbakır’da halka okunan mektubunda “sünni birliği” ne açık bir  vurgu yaparak dilinin altındaki baklayı çıkarmıştır. Bu bakımdan dün ve bugün Öcalan’da bir değişme olmamıştır. Ne diyelim, Öcalan’dan bir kahraman yaratmaya çalışan Kürtlerin, özellikle de alevi Kürtlerin işi çok zor.

Görüyoruz, etnici, mehzepçi ya da her ikisini birden ihtiva eden hareketler,ilkesiz, reel politik pozisyonları dolayısıyla,  gerici konumlara savrulma eğilimlerine sahip oluyorlar. Kaçınılmaz olarak.Türkiye sosyalist devrimci hareketi, bir yandan, Kürt-Türk ulusalcılığı ve onların açık ve gizli türev ya da yandaş örgütleriyle (Kürt ulusalcılığı ve bundizmi söz konusu olduğunda, etkileri itibarıyla, bunların sol harekette beyni küçük ve kuyruğu uzun bir yaratığı andırdığı malumdur); öte yandan, liberalizmle (özgürlükçü ve dayanışmacı anlayışların da bu   liberalizmin insan kaynağını devşirdiği “sol” mezbeleyi teşkil ettiği ampirik bir gerçektir)mücadele etmeden tam olarak doğrulamaz.

Bu iki gericilikle amansız bir fikri ve siyasi mücadele elzemdir.Kürt siyasetinin Türkiye solunda halen (ancak Haziran öncesine göre Kürt gericiliğinin ya da Erdoğan-Öcalan gericiliğinin geriletilmesinde epey mesafe kat edilmiş olduğunu da kabul etmek gerekir. AKP rejimi ona elini uzatan her eli kirletiyor.Kaçınılmaz olarak kendisi gibi gericileştiriyor.) bu denli etkili olması, büyük kentlerin özellikle varoşlarında sol siyasetin ağırlıklı olarak Kürt ve Kürt-Alevi özneler tarafından temsil ediliyor olmasıyla da alakalıdır. Bu kesimlerin önemli bir kısmı  bağımsız görünen siyasal örgütler altında Kürt siyasetinin vesayetine tabidirler.

Bu kesimlerle  mücadeleye girilmeden Türkiye sosyalist hareketinin toparlanması, ülkenin insan kompozisyonun ihtiva ettiği çeşitliliği kucaklaması kabil olmayacaktır. Sosyalist devrimci solu, Kürt, Türk etnikçiliği ve mezhepçilikten kurtarmak zorundayız. Elbette AKP’nin izlemiş olduğu mezhepçilik kaçınılmaz olarak karşıtı olan mezhepçi eğilimleri kışkırtıyor (Geçenlerde bir gazetede vardı, bir CHP vekili hapishanelerle ilgili olarak yaptığı incelemesinde, bir hapishanede bulunan MLSPB mensuplarının, Muharrem ayında aşure pişirmelerine izin verilmemiş olmasından ya da bir kaç hafta sonra izin verilmiş olmasından yakınıyordu.  Solculuk iddiasındaki  mahkumların  böyle bir taleplerinin olduğunu herhalde bu ülkede ilk kez duymuş oluyoruz. Bu örnek olayın dile getirdiğim kayguların anlaşılmasına yardımcı olacağını sanıyorum.) Fakat bu eğilimlere taviz vermemek lazım. Soyutlanmak pahasına bu doğrudan şaşmamak lazım. Bu bakımdan Lenin rehberimiz olmalıdır.

Aydınlık’ta yayınlanan Öcalan sorgusunun kayıtları karşısında sosyalist solcuların önemli bir kısmının Ufuk Uras gibi tepki vermiş olmaları (“Apo devletle kafa bulmuş” demişti) diğer bir kısmının suskunluğa gömülmüş olmasını anlamak, etnik ve mezhepçi eğilimlerinin soldaki hakimiyetini tespit ettiğimizde zor olmuyor tabii.

Toplumsal sorunların her biri kendi başına bir siyaset anlamı taşımaz. Dahası, bu sorunların her birinin doğrudan, başlıca siyaset haline gelmesi de gerekmez. Sonra, siyaset ve siyaset olanağını birbirine karıştırmamak gerekir. Siyaset olanağının bulunduğu her yer  zorunlu olarak siyasete tekabül etmiyor.

Kürt siyaseti, dayandığı siyaseten etnik olarak kodlanmış kitleler sayesinde, ihtiyaca göre, ha bire türev örgütler, partiler oluşturma kapasitesine sahip, HDP de bu örgütlerin en yenilerinden. HDP kimden oy alacak? HDP’ye oy vereceklerin ezici çoğunluğu Kürt oldukları için bunu yapacaklar. Yani, bu parti Kürt kimliğine çağrı yaptığı, ya da bu kimlik tarafından kodlanmış bir siyasal çağrıyı tanımı ve menşe itibarıyla öngörmüş olduğu için Kürt seçmenlerden oy alacak.Bu Kürt seçmen için önemli olan söz konusu kimliğe yapılan çağrıdır. Onun solcu veya sağcı olması, şu ya da bu programa sahip olması seçmenin ezici çoğunluğu bakımından bir anlam taşımamaktadır.

Genel olarak Kürt seçmene sol seçmen muamelesi yapmak  yanlış olur. Tersine, özellikle Kürtler arasında çoğunluğu teşkil eden sünni Kürt ahalinin büyük bir kısmının Tayyip seçmeniyle benzer fikir ve davranışlara sahip olduğu aşikardır.Kürtlerle birlikte hareket eden diğer solculara, sol hareketlere gelince, ikbal düşkünlüğünü bir yana bırakacak olursak, Kürtlere tutunmak kolay siyasal etki, güç sahibi olmanın aracıdır.Yani onları cezbeden  o hazır Kürt seçmen kitledir.

Tabii bu etnik gündemlere doğrudan referans vererek oluşturulmamış siyasetler içinde Kürt olup, bu kimliğini Kürt siyasetiyle işbirliği yaparak, Kürt siyaseti üzerinden  politikleştirmek gibi gizli ya da açıkça itiraf edilmemiş gündemi olan kayda değer sayıda sinik kişinin olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Bir başka nokta, “eş başkanlık” kepazeliğidir. Türkiye sosyalist hareketi bu kepazelik karşısında genel olarak suskunluğunu koruyor. Eğer kadınların önünü açmak istiyorsanız, onları bir erkek lidere iliştirmenize, ya da onun “öteki”si, gölgesi  haline getirmenize ne gerek var? Böyle yapmakla kadının “erkek toplumundaki aşağı konumu” nu sinikçe olumlamış olursunuz. Yani bu siyasal davranış, cinsiyetçi imalarıyla, kadın için bir bumerangtır.

Kadınların önü açılacaksa, Sırrı’yı başkan adayı yapacağına, bir kadını yaparsın. Şark kurnazlığına gerek yok. Sonra bu mantık sürdürülürse, erkeğin olduğu her idari birime, alana onun gölgesi işlevini görecek bir kadın da atamanız gerekir. Yani mesela, mahkemedeki erkek yargıcın yanına bir kadın yargıç, erkek okul müdürünün yanına bir kadın okul müdürü gibi.Bir de dikkat edilsin, hep başkanlar değil, “eş başkanlar” kadın oluyor. Kadınlar söz konusu olunca, buradaki “eş” sözcüğü de manidar oluyor. Kadınlar kendileriyle alay edilmekte olduğunun farkında değiller mi? Bu arada aklıma gelmişken, Kürt hareketi neden Apo’ya “eş önderlik” ihdas etmiyor?

Kürt hareketinin buradaki sorunu, Türkiye devrimci sosyalist hareketinden bir süreliğine devir aldığı aydınlanmacı karakterini kaybetmiş olması, arkaik, feodal davranış biçimlerine referans verir hale gelmiş olmasıdır.

Son olarak, önderlik, teorik ve pratik, ikisinin kesiştiği yere tekabül eden siyasi müdahale demektir. Soyutlanmak pahasına müdahale. Önderlik, liderlikle mümkün olabiliyor. Liderliğin kollektif olduğu örgütlerde önderlik kabiliyeti genellikle bulunmuyor. Liderliğin bazı vak’alarda kalitesiz olması, ondan vazgeçilmesini gerektirmez. Bıçakla adam da kesilebiliyor diye, onu kullanmaktan vazgeçmek doğru olmaz. Kaliteyi arttırmak daha sağlıklı yoldur. Kollektif liderlik, Sovyet ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi, restorasyon döneminin teslimiyetçi anlayışıyla uygunluk arz eder. Özgüvensizlik semptomu ve dekadan bir anlayıştır. Liderlik olmadan ne işlevsel bir Parti olabilir, ne de Cephe’si. İmralı ve Silivri’deki fırıldakların, liberal dayanışmacıların sultasını kırmak öncelikle liderlikle mümkün olabilir.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page