General John Allen’ın gitmesi ne anlama geliyor?

Sözde “anti IŞİD”  koalisyonun başına getirilmiş bulunan General John Allen’ın önümüzdeki Kasım ayında bu görevini bırakacağını medyadan öğrendik. Allen, emperyalist blok içindeki neo-con şahinlerin, başını (halen Senato Savunma Komisyonu Başkanı ve eski Cumhuriyetçi başkan adayı) McCain, Hilary Clinton ve emekli General Petraeus’un (1)  çektiği kliğin önde gelen bir üyesidir.

Bu gelişme sürpriz olarak görülemez. Daha önceki yazılarımda bir çok kez söz konusu koalisyonun nasıl oluşturulduğundan ve Allen’ın nasıl başına geçirildiğinden söz etmiştim. ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmanın onaylanmasından sonra Allen’ın bulunduğu yerde kalması olanaklı görünmüyordu. Artık “anti-IŞİD koalisyonu” nun bu haliyle bir anlamı kalmamıştı. Bizim sol camia, genellikle olduğu gibi, iç gündeme çok gömülmüş olduğu için İran-ABD antlaşmasının önemini kavrayamadı.  Bu konuda bir yazı okuduğumu hatırlamıyorum. Halbuki bu antlaşmanın sonuçları bölgemizde ve ülkemizde görülmektedir. Türkiye’nin bugün yaşadıkları ve üç beş ay sonra, yani yakın gelecekte, yaşayacakları bu antlaşmayla başlayan yeni bir sürecin etkileri olarak görülmek gerekir. Bunlar belirleyici etkilerdir.

TC devleti bir vasal devlettir. Emperyalizmin sürekli saldırı haline geçtiği bir dönemde vasal devlet, bütün ulusal egemenlik sınırlarından kurtulur, yeni koşulların gerektirdiği yeni işlevlere hazır hale gelir. Bu sistem içinde yer alan bir vasal devletin işleyişini, egemen sınıf bloğunun bu devlete göre konumunu  içinde yer alınan söz konusu sistemin dışında analiz etmek mümkün değildir. Yani bugün iç dinamikler, diyelim, İkinci Savaş sonrasındaki soğuk savaş devrinde sahip olduğu rolden farklı bir role sahiptir. Hem egemen sınıf bloğu ve hem de devleti öncekinden farklı olarak çok daha sınırlı, kısıtlı bir özerklik alanına sahiptir. Tabii bu öyle tepeden gelen bir emirle bir anda olmuyor. Öncelikle egemen kapitalist sınıf yeni birikim düzenine entegre ediliyor. Daha uluslararası ya da global bir karakter kazanıyor. Bu süreçte devlet hem bu durumu temin eden ve sürdüren bir araç hem de vasallık rolünün bihakkın yerine getirilmesi için bir amaç oluyor.

Emperyalizmin 90’lı yıllarda soğuk savaş zaferiyle birlikte başlatmış olduğu saldırı stratejisi, özellikle ya da daha net bir şekilde  Obama’nın ikinci başkanlık döneminde bir savunma stratejisi haline dönüştürüldü. Elbette bu bir anda, kolay bir şekilde gerçekleşmiyor. Emperyalist sistemin hegemonik güçlerinin her birisinin kendi içinde ve tabii kendi aralarında, bu arada bunlarla vasalları arasında, emperyal güçler haline gelmek isteyen rakip güç merkezleriyle  farklı çıkarlara, önceliklere, kaygulara  tekabül eden gerilimler, çatışmalar yaşanıyor. Bir ileri iki geri ya da tersi bir görüntüye sahip adımlar atıldığını görüyoruz. “Vekalet savaşı”, kontrollü kaos” düşüşte oldukları için savunma stratejisine dönen tarihsel emperyal güçlerin pratiklerinde görülebiliyor.  Bunlara daha önce değinmiş olduğum için geçiyorum. Yalnız geçerken, İran-ABD antlaşması sırasında ve sonrasında yaşananların bu yukarıda değindiğim hali tespit etmek bakımından önemine dikkat çekmek isterim. Adeta bir gösterge işlevi görüyor.

Emperyalist blok içindeki neo-con kanat İran antlaşmasını engellemek adına büyük bir çaba sarf etti. Mesela bu çerçevede bölgede ve ülkemizde  terörün ivme kazanması, göç hareketlerinin kontrolden çıkması adına gayret gösterdi. Büyük bir medya kampanyası yürüttü. Ancak bu çabaları döndü dolaştı kendisini vurdu. Meşruiyet erozyonuna uğradı. Söz konusu antlaşmanın onaylanmasıyla Allen’ın artık bulunduğu yerde kalmasının bir anlamı kalmamıştı.

ABD’nin Ukrayna hamlesiyle bir taşla iki kuş vurma senaryosu da sahada yürümedi. İflas etti. Artık Obama yönetimi ve arkasındaki güçler için neo-con’ larla uzlaşma halinin sürdürülmesinin mümkün olmadığı görüldü. Hesap şuydu : S.Arabistan ham petrol fiyatlarını dramatik olarak aşağı çekecek,  Rusya ve İran ekonomileri ağır bir darbe alacak, Suriye ve Irak sorununa müdahil olmalarının önüne geçilecekti.  Aslında Kırım’ın Rusya’ya geri dönmesiyle bunun olamayacağının ilk ve en önemli işareti gelmişti. Ancak emperyalistler “kör kör gözüm parmağına” anlayışında ısrar ettiler. Rakiplerini hafife aldılar.

Emperyalistlerin ham petrol fiyatları üzerinden ayar verme girişimleri Rusya’dan çok, zaten bir de ambargo sorunu yaşayan İran’ı etkiledi. Böylece İran, Irak ve Suriye’deki etkisini, müdahalesini arttırma kararı aldı. Kaynayan kazan Yemen’i ateşledi. Suriye direnişi güçlendi. Cihatçılar geriletildi. İran, bir savaşı göze almak pahasına, nükleer çalışmalarını sürdüreceğini gösterdi. Yani vuruşmadan sahadan çekilmeyeceğini ilan etti.

Uluslararası finans-kapital ağlarına henüz entegre edilememiş Suriye burjuvazinin bürokrasi içinde de güçlü olan geleneksel seküler küçük-burjuva radikal veya ilerici güçlerle ittifakına farklı etnik ve dinsel kökenden geniş halk kesimleri de dahil oldu. Savaş çok uzamış ve üstelik değişim vaadinde bulunanların nasıl bir değişiklik yapacakları bu kitleler tarafından anlaşılmaz olmuştu. Özellikle Libya örneği Şam yönetiminin arkasında durmalarında belirleyici oldu. İran da bu direnişin başlıca dış dayanağı oldu.

İran-ABD antlaşmasının ardından neo-con senaryolarıyla oluşturulan tabloyu iyi analiz eden Rusya çok iyi bir zamanlamayla Suriye’de doğrudan müdahil olma kararı aldı. Rusya’yı bu kararı almaya sevk eden basitçe Akdeniz’de yer tutmak değildi. Bu arzu yeni değil zaten. Bu bir vak’a. Ancak Rusya’yı şimdi harekete geçiren iki temel kaygu vardı: Birincisi, bir tedarikçi ülke olarak ekonomisi ham petrol fiyatlarına bağımlıydı (aslında 70’lerden itibaren SSCB için de benzer bir durum vardı). ABD ve S.Arabistan’ın ham petrol fiyatlarını, piyasa kurallarını bypass ederek istedikleri gibi belirleme olanaklarına sahip olmalarının önüne geçilmesi gerekiyordu. Yani stratejik bir ürün olan ham petrol ekonomi-politiği etken oldu. İkinci olarak, Avrasyacı malum Anglo- Amerikan  jeopoliğini öne koyan Obama yönetiminin  cihatçıları ileride Avrasya coğrafyasında kullanma olasılığının giderek güçlenmesi Rusya’nın tedirginliğini arttırdı. Sayıları yüz binden az olmadığı iddia edilen cihatçılar arasında Rusça konuşanların üçüncü büyük grubu oluşturması, bunların bir çoğunun lider kadrolarda yer alması bu tedirginliği anlaşılır kılıyor.

İran da ham petrol ekonomisi konusunda Rusya ile benzer kaygulara sahip olduğu için siyasal olarak işbirliği yapma olanakları güçleniyordu. İran-ABD antlaşması Rusya’nın olası bir İran-ABD savaşıyla ilgili kaygularını giderdi. Rusya, Suriye’de doğrudan müdahil olmak bakımdan daha rahat hareket edebileceği bir zemin buldu.

ABD’nin bu yeni gelişmelerin önüne geçmesi mümkün görünmüyor. Esad’ın kalacağı anlaşıldı. ABD, Rusya’yla “şerefli” bir uzlaşma içinde olmak, onu kendisiyle birlikte hareket etmesi için sıkıştıracaktır. Bu arada, Rusya’yı İran’dan ayırarak kendi yanına çekme hesapları da yapıyor olmalıdır. Rusya ve İran’ı düşmanlaştırmak Avrasyacı Brzezinski’nin öteden beri ABD yönetimlerine tavsiye ettiği bir fikirdir.

Yemen’deki savaş ve Suriye’deki direniş S.Arabistan yönetimi içindeki defoları da açığa çıkarmış, bir taht mücadelesini başlatmıştır. Neo-con kanatın temsilcileri olan Prens Benderci’ler (bu arada Suudi hanedanlığına dahil halen bir kaç bin prens olduğunu hatırlatmak isterim),  Suriye, Rusya ve İran’la uzlaşmaya sıcak baktığı izlenimi veren mevcut yönetimle şiddetli bir iktidar mücadelesi içindedir. Ancak neo-con’cuların kazanma olasılığı hemen hemen yoktur.

Türkiye’deki AKP rejiminin seçimlerden sonra daha da fütursuzlaşması, fiili durumlar yaratmaya hız vermesi, provokasyonlar yapması  “anti-IŞİD koalisyonu” aracılığıyla ABD’nin Suriye’de yeni bir saldırı planını devreye sokmasıyla alakalıdır. Erdoğan-Davutoğlu yönetimi neo-con’ların kontrolündedir. Kürdistan coğrafyasında PKK’nin desteğiyle yükseltilen terör (2) bu neo-con koalisyon veya işbirliği olmadan anlaşılamaz. Ancak neo-con’ların  geriletilmesi AKP hükümetinin sürdürebilirliğini olanaksız hale getiriyor. Artık eski manevra alanlarını bulmak da çok zordur. İhtiyaç duyacağı manevra alanı adına seçimlerden sonra bir CHP koalisyonundan önce HDP koalisyonu olanaklarını zorlaması, yani yeniden “barış süreci”  senaryosunu uygulamaya koyması  beklenebilir. Ancak bunun da sürdürebilir olmayacağı açıktır. Esad’ın kalması, Tayyip’in düşmesi demektir (3)

Bu arada, Türkiye ekonomisi çöküyor. Bu şartlarda, 3 TL’nin üzerindeki bir dolar kuruyla reel ekonomiyi çevirmek olanaklı değildir. AKP’nin dayanağı olan reel ekonomi içindeki Anadolu sermayesinin de artık onun arkasında olmayacağını tespit etmek gerekir. İhracata dayalı gelişme stratejisi izleyen Türkiye’nin ihracat yapan sanayisinin kullandığı girdilerin en az yüzde 55’i ithaldir. Öte yandan, Çin’in sürmesi muhtemel devalüasyon kararlarının Türkiye reel ekonomisi üzerinde tahrip edici etkileri devam edecektir. Biraz arabesk yapıp  tarihin bir cilvesi mi diyelim, Türkiye, 1957’de ortaya çıkan Suriye sorunu sırasında da, özellikle 1958 yılında,  büyük bir devalüasyon sorunu yaşamıştı.

NOTLAR:

1) Bu isme dikkat çekmek isterim. Petraeus uygunsuz bir gönül ilişkisi bahanesiyle Obama tarafından Afganistan’da görevliyken açığa alınmıştı. Asıl nedenin siyasal olduğu Amerikan medyasında çok yazıldı, tartışıldı. Doğrudur. İlk Körfez Savaşı’ndan itibaren, özellikle de 11 Eylül tezgahından sonra,  ABD yönetiminde ordunun artan ağırlığını gösteren sembol isimlerden birisi Petraeus’tur.

11 Eylül’ ün ABD’de de facto bir rejim değişikliği adına bahane olarak kullanıldığı iddiaları biliniyor. Yani bizdeki Ergenekon tezgahı gibi. Daha CIA başkanı (Eylül 2011-2012 Kasım) olmadan önce Afganistan’da ISAF’un (International Security Asistance Force) başındayken (2010) ve sonrasında Petraus’un, Müslüman Kardeşler kartını “Arap baharı” adı altında kullanarak, Orta Doğu’daki seküler, ilerici hareketleri boğma düşüncenin mimarlarından olduğu sık sık dile getirilir. Hatta M.Kardeşler söz konusu olduğunda Mısır’la birlikte ayak direyen S.Arabistan’ın yerine Katar’ı (2005’ten itibaren) devreye sokanın da onun fikirlerinin etkisindeki  CIA olduğu biliniyor. Nitekim Petraeus, hükümetin bilgisi dışında yaptığı planlar ve attığı adımlar Obama yönetiminde kaygu yaratınca görevden alındı. Bir süre sonra Katar’daki Emir’in oğlu tarafından alaşağı edilmesinin de bu Petraeus kararıyla ilişkili olduğu iddia edilmişti.

Şu açıktır: ABD soğuk savaş sonrasında adım adım, dünya hakimiyeti veya “tarihin sonu” ideali uğruna, kadim Roma gibi, bir askeri imparatorluk haline getirilmiştir.Bunun için bireysel özgürlükleri sınırlayan, devletin yurttaş üzerindeki kontrolünü arttıran birtakım polisiye yasalar yapılmış ve ABD yurttaşlarına onaylatılmıştır.

Dış siyaset alanında işgalci, baskıcı rolünü yerine getirebilmesi  için devlet,  iç siyasette de yurttaş karşısında daha fazla  güçlendirilmiştir. Mesela, oğul Bush devrinde çıkartılan faşizan Yurtseverlik Yasası’nı hatırlayalım. Amerikan yurttaşları emperyalist devletin sözde güvenliği adına temel  kişisel güvenlik haklarından feragat etmişlerdi. Bir örnek olsun, mesela, terör yapma potansiyeline sahip olduğu iddiasıyla bir yurttaşın özgürlüklerinin kısıtlanması, hatta fizikisel olarak yok edilmesi meşrulaştırılıyordu.  11 Eylül tezgahı sonrası çıkartılan ve bireysel enformasyon haklarını devlet otoritesi adına sınırlayan, kontrol altına alan yasaları hatırlayalım.

ABD’nin vaktiyle sosyalist dünyaya yönelttiği “totalitaryanizm” iddiasıyla ilgili argümanlarını, bu kez harfi harfine ona karşı kullanmak mümkün olabilmektedir. Bu notu tamamlarken son bir şey daha, bu enformasyon haklarını sınırlayan yasaları hazırlayan kişi de bir asker, Amiral John Poindexter’dı. Bu şahıs, İran-Contra olarak bilinen davadan yargılanmış, belgeleri tahrif ve yok ettiği için 18 ay hapis cezası almış ama cezası ertelenmişti.

2) Dikkat edilirse şiddet çok ağırlıklı olarak Kürdistan coğrafyasında yer alıyor. Adeta çatışan taraflar arasında zımni bir antlaşma vardır. Bu görüntünün Suriye’de Kürt grupların da dahil olduğu  satranç oyunuyla bir ilişkisi var tabii.  Gelgelelim, PKK’nin Kürdistan coğrafyası sınırları dışında eylem yapmaması dikkat çekicidir. Oysa böyle bir yeteneğinin olduğu biliniyor. Mesela Türkiye’nin ekonomik çıkarlarının yoğunlaştığı Batı’nın büyük kentlerinde önemli bir PKK eylemi cereyan etmemiştir. Bu bakımdan 7 Haziran’ın biraz öncesinde başlatılan şiddet şu ana kadar kontrollü bir şekilde sürdürülmektedir. Yani böyle bir izlenim ediniliyor. Bunu sadece  tarafların seçim hesaplarıyla açıklamak doğru olmaz. Ancak o hesapları devre dışı bırakan bir analiz de eksik olur.

3) Daha önce bir kaç kez değinmiştim. Türkiye’de DP hükümeti, artan ekonomik sorunların da baskısıyla,  1957’de ABD tarafından yaratılan Suriye krizinin üzerine adeta bir can simidiymiş gibi atlamıştı. Gayet kışkırtıcı roller üstelenmişti. İç siyasetinde de bu dış siyasal konumunun yansıması olan  tavırlar takınmıştı. Sovyetler Birliği’nin 1959’da Suriye’den yana ağırlığını iyice hissetirmesiyle ABD geri çekilmiş, TC devletinin hevesi de böylece kursağında kalmıştı. Ancak fatura da DP hükümetine çıkartılmış, kriz aşıldıktan hemen hemen bir yıl sonra hatalı bir kaleci gibi boşa çıkmış olan Menderes’in ipi çekilmişti.

Tweetle

Bir kez daha IŞİD hakkında

Ne zaman Rusya Suriye sorunuyla ilgili olarak diplomatik hamleler yapsa, emperyalistler Suriye’de ve onunla  ilişkili bölgede şiddeti tırmandırıyorlar. ABD’nin zamanı yok. Reel korkular, kaygular devreye girmedikçe (mesela İran’la nükleer konusunda olduğu gibi) diplomasi lafını dahi duymak istemiyor. Bugün Suriye’de artan cihatçı şiddetini,  onu kollamaya yönelik Türk ve ABD müdahalelerini bu bakımdan değerlendirmek gerekir. “Güvenli bölge” palavrası, IŞİD ve benzeri cihatçılar için güvenli bölgeler yaratmak anlamına geliyor. Bunu görmek lazım. Suriye ordusunun ve Suriye barış güçlerinin şartları lehlerine çevirmelerine izin verilmek istenmiyor.

Eğer emperyalistler için sorun IŞİD olsaydı, bir iki haftada kolları kanatları derhal kırılırdı. Tersine, ABD ve müttefikleri IŞİD (ya da El Kaide) konseptini daha da geliştirmeyi ve ona Avrasya coğrafyasında görev vermeyi planlıyorlar.

Bazı stratejistler IŞİD’i Timurlenk’in yüksek hareket kabiliyetiyle bir dönem Asya’yı, Avrupa’yı tehdit eden bir güç haline gelmiş ordularıyla kıyaslıyorlar.  IŞİD’i kullananlar sahip olduğu mekanize  hareket kabiliyetini arttırarak onu doğrudan Rusya coğrafyasına salmayı planlıyorlar. Rusya’nın bunun farkında olduğu açıktır. Hatta Rusya’yı son günlerde harekete geçiren en önemli saik bence budur.

Rusya, Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destekten şikayetçidir. Nitekim, geçen hafta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “sınır” operasyonları başlatıldığında, Rusya’daki Türk büyükelçi Rus hükümeti tarafından sert bir şekilde uyarıldı. Türkiye’ye yönelik üstü örtülü tehditler içeren uyarılar Erdoğan’a iletilmek üzere elçiye sunuldu(1)

Öte yandan, Suruç katliamı sonrasında Türkiye’nin, Suriye’ye karşı tek başına “oldu bitti” lere girmemesi konusunda bizzat Afrika’da bulunan Obama tarafından telefonla sıkı bir şekilde uyarıldığı biliniyor. Nitekim,  İncirlik Antlaşması bu sıkı uyarılar sonrasında imzalanmıştır. Kimi kaynaklar Obama’nın telefon görüşmesi sırasında Erdoğan’ı Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına kadar gidebilecek gelişmeleri tetiklememesi için uyardığını belirtiyorlar. Bu arada, yeni genel kurmay başkanın da  NATO’nun vereceği her emre amade olacağı bilinmelidir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu noktada geçerken, Suruç katliamının emperyalistler ve Türkiye için yaratmış olduğu işlevsel siyasal sonuçlara dikkat çekmek isterim.  Bunu “iç güçler” in mi yoksa “dış güçler”in mi yapmış olduğuna dair tartışmanın bu şartlarda bir anlamı yoktur. Bu her iki gücün epeydir  iç içe geçmiş olduklarını bir kez daha belirtmek isterim. Elde edilmek istenen siyasal sonuçlara odaklanmanın daha anlamlı bir iş olacağını düşünüyorum.

Şimdi konuya ilgi duyan herkes IŞİD’in ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, S.Arabistan, Israil, Katar demek olduğunu biliyor. Ancak sanki böyle değilmiş gibi davranılıyor, akıl yürütülüyor. Önce bu tespitin konulması gerekir. Aksi halde konuyla ilgili hiç bir analizin, önerinin manası olmayacaktır. Sözde IŞİD karşıtı koalisyonun ABD tarafından kurulmasından sonra IŞİD daha organize bir hale gelmiş, sahasını hem genişletmiş hem emperyalist isterler doğrultusunda sınırlar belirlemiş, şiddetinin dozunu arttırmıştır.

Bu arada, Erdoğan ailesinin IŞİD sayesinde temin ettiği ekonomik çıkarlara ve onunla olan ekonomik ilişkisine dikkat çekmeyen bir analiz de Türkiye IŞİD ilişkilerini kavramak bakımından eksik kalacaktır. Erdoğan, ailesinin ekonomik çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında tutarlı bir ilişkinin olması gerektiğinin farkındadır.

Bu sözde IŞİD karşıtı koalisyonun başına ABD adına atanan kişi önde gelen bir neocon olan general John Allen’dir. IŞİD’in bütün organize faaliyetleri onun tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’yi “güvenli bölgeler” konusunda teşvik eden de Allen’dır.

Esasen Obama, Allen’ı bu göreve Pentagon’un büyük baskısına karşı koyamayarak atamıştı. Suriye ve Irak’taki bir çok gelişmede bu generalin dayandığı iktidar kliklerinin (dış bakan Kerry de bu kliklere dahildir) Obama’yı bypass etmeleri söz konusudur. Mesela son gelişmeler Obama’nın Afrika gezisine rast getirilmiştir. Bu Iran’la varılan nükleer antlaşmaya karşı bir hamle olarak da görülebilir.

Yani hep söylediğim gibi ABD yönetimi yekpare bir yapı değildir. Ancak farklı içerikleriyle, öncelikleriyle  bu yapının tümü emperyalisttir, saldırgandır. Bunda hiç bir tereddüdün olmaması gerekir.

Rusya’nın son hamlesi, öncekilerine göre daha geniş bir Esad’lı koalisyonu öngörmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda Suriye sorunu etrafında kağıtların bir kez daha yeniden karılması söz konusu olacaktır. Böyle bir karılma oyuncular arasında ve içinde de yeni kopuşları, saflaşmaları getirebilecektir. Mesela Suriye Kürt hareketi Esad’a yakınlaşarak anti-Amerikan bir çizgide konumlanabilir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin Türkiye’deki de dahil, genel olarak Kürt hareketi için önemli sonuçları olur. Anlamlı ayrışmalar gündeme gelebilir. Sonuçta Kürt siyasetine tutunmuş Türk sol siyasetleri bir kez daha hiza alırlar. Zaten şimdiden bunun işaretlerini tespit edebiliyoruz.

Kürt siyaseti, PKK izlediği çizgiyle adeta kendi kendisini içine hapsettiği bir labirent örmüştür. Gerilla savaşı tehditiyle desteklenen “barış süreci” nin bugün geldiği noktada PKK’nin (daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi) askeri hareket kabiliyeti gayet sınırlıdır. Teröre başvurması kendi coğrafyasında dahi meşruiyet alanını daraltacak sonuçlar doğuracak, legal Kürt siyasetinin kazanmış olduğu mevzilerin yitirilmesine veya zayıflamasına neden olabilecektir. Karşılıklı olarak milliyetçiliklerin yükselmesine katkı yapacaktır.

Artık “barış süreci” nden sonra silahlı mücadele başlatmak kolay olmayacaktır. PKK, ama en çok da Kandil kanadı, bu sürece dahil olarak, zaten ta baştan beri var olan siyasetsizlik, programsızlık sorununu daha da takviye etmiş, hareket üzerinde ilerici bir vizyonu bulunmayan işbirlikçi burjuva siyasal etkilerin ağırlığının artmasına neden olmuştur. “Esir önderlik” şartlarında Kürt siyaseti zaten arızalı olan siyasal cevvaliyetini tamamen yitirmiştir. Oyun kuruculuğu, beyin görevini emperyalistlere vererek kendi kendisini depolitize etmiştir. Bunun askeri kanat üzerinde de olumsuz etkilerinin olmaması mümkün değildir.  Bugün Kürt siyasetinden yükselerek Türk sol çevrelerini de etkisi altına alan (son örneği HTKP’dir) oportünizmi bu açıdan da okumak meşrudur.

NOTLAR:

(1) Yazıyı yazdıktan bir gün sonra bazı medya organlarında Rusya’nın Türkiye’ye karşı sert bir tepki vermemiş olduğuna dair Rus hükümeti kaynaklı açıklamalar yer aldı. Ancak aynı gün aynı kaynaklarda gerek Rusya başbakanının ve gerekse Rus dış bakanlığı çevrelerinin Türkiye’nin IŞİD ve Suriye konusundaki davranışlarıyla ilgili olarak dile getirdikleri sert eleştiriler de yer buldu.

Tweetle

“Ayar bombaları”

Emperyalizm çağında siyasal terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Suruç katliamını da bu açıdan görmek lazım. IŞİD,EL NUSRA, EL KAİDE,ÖSO ve benzerleri emperyalizmin BOP coğrafyasında stratejik ve taktik gayelerini hasıl etmek adına kullandığı savaş aletleridir.

Bu aletler sayesinde emperyalistler gerek düşman gerek dost siyasal oyuncuları kendi siyasetlerinin isterleri doğrultusunda “terbiye etmek” için kullanırlar. Bunlar biliniyor. Suruç olayı da emperyalist siyasetin Türkiye’deki işbirlikçilerini, TC devletini, AKP rejimini bu rejimin “muhalif” rolü üstlenmiş bileşenlerini , Kürt siyasetini, emperyalist politika adına belli gayelerin hasıl edilmesi adına “ikna” etmeye yönelik bir ayar girişimiydi. Sonrasında sınır boyunda ve kentsel alanlarda  IŞİD ve YPG ( PKK)  etrafında gelişen olaylar bu tespiti destekliyor(1)

Bütün işaretler bu olayın TC devletinin (şu ya da bu düzeylerde) bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş olduğu kuşkusunu güçlendiriyor. Bakınız, TC devleti isterse en çok bir iki hafta içinde IŞİD’in kolunu kanadını kırar. IŞİD, TC devletinin lojistik ve askeri destekleri olmadan etkisini sürdüremez. Bu açık. Ancak TC devleti bunu kendi iradesiyle yapamaz. Bunun altını çiziyorum.

TC devleti derken vasal bir devleten söz ediyoruz. Vasal devletin en temel karakteristiği kendi erkine sahip olamama halidir. Buna göre onun için “içsel” ve “dışsal” olanın nerede başlayıp, bittiğini kestirmek, sadece dışarıdan bakanlar açısından değil, onun işleyişi içinde yer alan yapı ve kurumlar tarafından dahi kestirilemiyor. Kendi içinde, bütünsellik kaygusu hilafına kendi başına hareket edebilme kapasitesine sahip yapıları barındırıyor. Bölgesel emperyalist operasyonlar yoğunlaştığı ölçüde bu görünüm netleşiyor.

Öte yandan, ABD yönetimi içinde ve bu yönetimle  Avrupalı müttefikleri arasında Suriye’de bir “tampon bölge” oluşturulması konusunda bir tereddüt olduğu biliniyordu. Ukrayna’da yaratılan durum ve İran’la varılan antlaşmanın, şimdiye kadar, söz konusu tampon bölge oluşturma seçeneğinin  önünü ABD beklentileri doğrultusunda açmamış olduğu görülüyor. Vasal TC devletinde de, özellikle Kürt oyuncuların mevcut emperyalist plan içindeki konumlarından kaynaklanan bir tereddüdünün olduğu anlaşılıyor.

Bu arada, şu tespiti de tekrarlamak gerekiyor: Rojava’da bir devrim falan olmadı. Devrim söz konusu edilecekse, onun Esad etrafında birleşmiş Suriye halkının anti-emperyalist direnişinden çıkabileceğini bir kez daha belirtmek isterim. Emperyalizmle işbirliği yaparak devrim ancak engellenir. Onun karşısına çıkmadan, onunla boğuşmadan devrim gerçekleşemez. “Rojava devrimi” hikayesinin namuslu, samimi solcu inananları var. Suruç’taki kurbanlar onlar arasından seçildi (Hep böyle olmaz mı? Mesela sağ cenahta, bu bakımdan benzerlik arz eden örnek bir olay olarak “Mavi Marmara” vak’asını gösterebiliriz). Burada, dürüst, temiz inancın yaygın olarak varlığının, inanılan şeyin nesnel varlığı anlamına gelmediğini görüyoruz. İnanç ve nesnellik örtüşmüyor. Bu inancın oluşmasında siyasal-ideolojik manipülasyon mekanizmaları önemli bir işlev görüyor. Sol hareket içinde oportünizmin yüksek küçük-burjuva kompozisyonla buluştuğu koşullarda bu tür yanlış algısal eğilimler öne çıkıyor. Böylece, Suruç olayında görüldüğü gibi, kurbanlar yaratmak kolaylaşıyor.

Suruç’taki bu devrimci solcu kanı sadece işbirlikçi TC devletinin değil, işbirlikçi Kürt siyasetinin de eline yüzüne bulaşmıştır. Rojava konusu işbirlikçi Kürt siyaseti tarafından Suriye’ye yönelik emperyalist saldırının bu içeriğini gözlerden gizlemek  adına manipülatif bir amaçla kullanılmıştır. Bugün Kürt siyasetinin halinin de vasal TC devletinin yapısal halinden pek farklı olmadığını geçerken belirtmek isterim. Bu hal, emperyalizme yakayı kaptırmanın kaçınılmaz sonucu olarak görülmek gerekir tabii. Elbette Rojava’da cihatçı haydutlara karşı verilen bir direniş vardır. Ancak işbirlikçi Kürt siyaseti bu direnişi ve Rojava konusunu emperyalist saldırı altındaki Suriye sorunundan yalıtarak, emperyalist boyutunu yok sayarak emperyalist politikalar hesabına istismar etmektedir.

İşbirlikçi Kürt siyasetinin söylemine dikkat edelim(2) Rojava’da devrim kime karşı gerçekleşmiştir? Bu devrimin toplumsal-siyasal içeriği nedir? “Biji Obama” nidalarıyla devrim olabilir mi? Bugün Rojava’nın ellerinden kurtarıldığı cihatçılarla dün birlikte, aynı saflarda savaşılmıyor muydu? Yarın da bu birlikteliğin aynı ya da farklı tabelalar altında devam etmeyeceğini kesin olarak söylemek mümkün müdür? Kürt siyaseti Suriye meselesini nasıl görüyor? Oportünizm gibi, siyasal işbirlikçiliğin değişik biçimleri de tartışılan siyasetin gayesinden, elde etmek istediği sonuçlardan, bunun için kullandığı araçlardan hareketle tespit edilebilir.

Kürt siyaseti halen bir AKP-CHP koalisyonuna sıcak bakacağını ilan ediyor. Emperyalistler ve işbirlikçi burjuvazi de aynısını telkin ediyor. Gelgelelim, Türkiye uzun sürecek, ağır sonuçları olabilecek siyasal-ekonomik bir istikrarsızlık dönemine girmiştir. Haziran 2013 bu aşamanın spektaküler dışavurumu olarak da okunabilir. Bu süreç sürdükçe Türkiye siyasetinde  otoriter eğilimler askeriyenin artan rolüyle daha da güçlenecektir. Askeri darbeler emperyalist siyasetin, burjuva siyasetinin araçları arasındadır. Kriz şartlarında güncellenir.

Geçerken, Türkiye’deki bütün askeri darbeler emperyalist siyasetin isterleri doğrultusunda islamcı gericiliği takviye etmiştir. TSK’dan ilerici bir rol üstlenmesini beklemek dün olduğu gibi, bugün de ahmaklıktır. Bundan sonraki olası askeri müdahale ancak AKP rejimini sürdürmek adına bir işlev görebilir. Komünizmle Mücadele Dernekleri, Rabıta, Müslüman Kardeşler, Hizbullah, IŞİD (dikkat edilirse GKurmay da Tayyip gibi, “IŞİD” değil de, “DAEŞ” diyor, sözümona, “IŞİD”in açılımında yer alan “islam” sözcüğünü telaffuz etmek istemiyorlar. Oysa, “DAES”, Ararpça “Da’ish” in- ad-Dawlah al-Islāmiyah fī ‘l-ʿIrāq wa-sh-Shām- Türkçe telaffuzu oluyor, ve “islam” ibaresi burada da yer alıyor. ) gibi islamcı örgütlerle işbirliği deneyimleri hatta gelenekleri olan bir ordudan söz ediyoruz. Bizdeki bütün askeri darbelerin esas siyasal sonucu, ulusal egemen devletin ve onun olmazsa olmazı olan  laiklik prensibinin altının oyulması olmuştur. 27 Mayıs da dahil, her askeri darbe bu doğrultuda tutarlı bir şekilde ilerleme kaydetmiştir. Emperyalizm ve  düzen siyaseti adına, sonuçları itibarıyla,  27 Mayıs ve 12 Eylül  arasında bir süreklilik vardır. Bu süreç devam etmektedir. TSK bugün de bu sürecin teminatıdır. 

Bakınız bir yanlışı sürekli olarak yineliyoruz. Bir parti, bir devlet kurumu (diyelim, TSK) içinde ilerici, hatta devrimci solcu insanlar bulunabilir. Bu mevcudiyetin nedenleri ne olursa olsun (pekala toplumsal sınıfsal nedenleri de olabilir)  o parti ve kurumu “ilerici”, “devrimci” ilan etmek için yeterli bir neden değildir. Hatta bir çok durumda bu olgunun bilinçli manipülatif bir işlev yerine getirdiği görülür. Düzen adına kullanışlı olduğu gözlemlenir.

Tabii oportünistler açısından da bu hal gayet kullanışlı olanaklar sunabilmektedir. Biz, diyelim, “CHP,HDP sol partiler değil, en basit şekliyle bir kapitalizm eleştirisi dahi yapmıyorlar ” dediğimizde, bu iddianın bir “saçmalık” olduğunu öne sürmeleri bundandır.

Özcesi, emperyalist burjuvazinin, onun vasal devletinin bir aygıtı olarak TSK, yaratmak istediği siyasal sonuçlar itibarıyla 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de gericiydi. Bugün de gericidir (3). Bu süreç içinde hep daha gericidir. Her etapta gericiliği bakımından rejim gibi, kendisini de daha fazla geliştirip, takviye etmiştir.

NOTLAR:

1) Bu yazıyı yazdıktan sonra dün akşam yaşanan gelişmeler IŞİD’in ABD ve Türkiye için stratejik gayeler hasıl etmek bakımından ne kadar işlevsel olduğunu herhalde bir kez daha göstermiştir. Türkiye’nin başlatmak istediği savaş öncelikle Esad yönetimine ve sonra Kürtlere karşıdır. IŞİD bahane. PKK bu noktaya izlediği kaypak, işbirlikçi siyaset nedeniyle gelmiştir. “Kürt sorunu” emperyalistler açısından sadece satranç tahtasında kendisiyle hamle yapılmasını bekleyen bir taş anlamına gelmektedir. Kürt siyaseti hem Türkiye’de AKP ile işbirliği yaparak, hem de emperyalistlerin Suriye ve Irak’a saldırmalarına destek vererek bir kez daha kendisi için çok önemli tarihsel fırsatları heba etmiştir. Gerici siyasal tarihsel referanslarını yinelemiştir. “Kurnaz köylü” yü oynamak şu ana kadar olumlu bir sonuç vermemiştir. Vermeyecektir. Tabii şimdi hep olduğu gibi suya katılmış zeytinyağının su içindeki davranışıyla kıyaslanabilecek tavırlar sergilenecektir. Syriza deneyiminde olduğu gibi.

Bu arada, TC devleti emperyalizmle yatak arkadaşlığının kendisine nelere mal olduğunu her geçen gün daha yakıcı bir şekilde teninde hissediyor. Krizi daha da ağırlaşacak. Bu şekilde, bombalarla Kürt sorununu aşabileceğini hesaplıyor. Esad’ın direnişi, bu kez bölgesel düzeyde daha geniş bir Haziran’ın (Haziran’ların) patlamasına yol açacak. Anti-emperyalizmde direnenlerin kazanacağı bir periyota girdik. Bu şartlarda, devrimci sol adına, “dün dündür” ya da bu anlayışın başka bir şekilde ifadesi olarak, “geçmişe takılıp kalmayalım” sakızını çiğneyen oportünist kaşarlarla mücadele büyük bir önem taşıyor.

2) PKK’nin bugünkü sonuca ulaşmasına yol açan hatalar zinciri öncelikle ABD’nin “soğuk savaş”ın sona ermesi sonrasında “dünyanın fethi” seferini “Birinci Körfez Savaşı” ile Irak’tan başlatmaya karar vermesinden itibaren  gelişmeleri okuyamaması olmuştur. Özelikle “çekiç güç” ün ABD’nin tek taraflı ilan ettiği uçuşa yasak bölgeye yerleşmesiyle birlikte PKK, oradan kendisine de ekmek çıkacağı sanısıyla ABD emperyalizmine teslim olmuştur. Nasıl halen “esir önderlik” aracılığıyla adil bir barış antlaşması yapabileceğine inanıyorsa, o vakit de,  ABD’nin Kürtlere adil davranacağını umuyorlardı. Oysa bütün “adil barış” lar eşitler arasında  gerçekleşmiştir. Başka türlü olamaz.

Öcalan’ın ABD’nin girişimleri, MİT, MOSSAD ve CIA’nin bir planıyla bulunduğu yerden çıkartılıp, Türkiye’ye teslimi dahi Kürt siyaseti adına girdiği yanlış yoldan çıkması için uyarıcı olamamıştır. Derhal yeni bir devrimci siyasal önderlik devreye sokulamamıştır. Kürt siyasetinin ABD’nin  “BOP” stratejisi doğrultusundaki izleyen operasyonları karşısında emperyalist siyasete tutunma eğilimi daha da güçlenmiştir. Netice olarak, emperyalist siyasetin, aynı IŞİD ve benzerleri gibi, farklı hamleleri için kullanışlı piyonu haline gelmiştir. Bugün bu Orta Doğu sorunu daha çok su kaldırır. Nereye doğru evrileceğini kestirmek zordur. Ancak toplumsal mücadeleler tarihinin mantığı, bu mantığın üzerinde yükseldiği nesnel dinamizm, emperyalistlerin  sürecin şu ya da bu evresinde kaybedeceklerini öngörüyor.

Bu süreç, ona dahil olan oyuncular bakımından da istikrarsız gelişmeleri öngörmektedir. Yeni saflaşmalar kaçınılmazdır. Şu an Kürt siyaseti bakımından gerçek olan bir şey varsa, o da, işbirlikçi önderliğin hesaplarının (bilmem kaçıncı kez) tutmamış olduğudur. Son olarak, bu süreç burjuva unsurun Kürt siyasetindeki etkisini ve dolayısıyla ideolojik manipülasyonunu arttırmış, oportünizmi ve siyasal kirlenmeyi yükseltmiştir.  Anti-emperyalist Kürt devrimcileri, Türk, Arap ve diğer bölgesel devrimci öğelerle birlikte hareket etmeden kurtuluşun gelemeyeceğini görmek zorundadırlar. Bunun için ise işbirlikçi önderliğin aşılması zarurettir.

3) 27 Mayıs sonrasında cumhurbaşkanı yapılan Cemal Gürsel  dindar sünni bir generaldi. Onun yerine seçilen Cevdet Sunay ilk “tam teşekküllü” sünni dinci cumhurbaşkanıydı. 27 Mayıs döneminde dinsel gericilik tahkim edilmiş, altmışlı yıllarda,  öncelenmemiş finansal olanaklara kavuşturulmuştu. Bu arada, geçenlerde Oktay Akbal’ın anılarına göz gezdiriyordum, orada,  1965 yılında, yayınlandıktan 34 yıl sonra Ercüment Behzad’ın S.O.S adlı şiir kitabının “dinsel duyguları rencide ettiği” gerekçesiyle yasaklandığını söylüyordu. 965 yılında Milli Birlik Komitesi hâlâ iktidar bloğu içinde güçlü bir konuma sahipti.

Tweetle

Haziran’dan Ekim’e…

Galeri

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir … Okumaya devam et

Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle

 

Türkiye sosyalist hareketi Türk ve Kürt ulusalcılıklarının timarı olmaktan kurtulmalıdır

Paris cinayetlerini, Suriye’deki emperyalist savaşın ve anti-emperyalist direnişin en şiddetli şekilde sürdüğü şartlarda, ABD’nin Suriye’ye karşı ittifakı takviye etme beklentileri doğrultusunda, AKP hükümetinin yetkilendirmesiyle MİT’in işlemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu cinayetlerde Öcalan’ın bilgisi ve hatta yönlendirmesinden den söz edilebilir.

Oslo’daki PKK-AKP pazarlığı, muhtemelen dağ kadrolarına daha yakın Avrupa’daki PKK birimleri tarafından öne sürülen talepler yüzünden sona ermiştir.Oslo görüşmelerinde Öcalan’ın doğrudan taraf olmadığı anlaşılıyor. Öcalan, Oslo’daki başarısızlığı, PKK ve genel olarak Kürt siyaseti üzerindeki otoritesini  yenilemek için   kendi adına fırsata çevirmek istemiştir. Nitekim,  “İmralı süreci” bu cinayetler sonrasında başlamış, Öcalan ve TC devleti adına MİT bu yeni başlatılan sürecin doğrudan tarafları haline gelmişler, Oslo’da ne olduğunu henüz bilmediğimiz engeller aşılmıştır.

Bu iddiamın bir karine değerini taşığını, Öcalan’ın ve PKK’sının kariyerine bakarak söylüyorum. Zaten kendisi şimdi Aydınlıkçıların yayınlamakta olduğu sorgulamasında, onun için potansiyel dahi olsa her engeli her rakibi her şekilde tasfiye ettiğini açıkça söylüyor. Bunlar sır değil. Evveliyatı da var.

Şimdi “Kürt solcuları” ve onların ağzına bakan diğerlerinin bu cinayetler dolayısıyla MİT’i suçlarken, halen doğrudan  MİT’le bir “barış süreci” üzerinde çalışılmakta olduğu gerçeğini görmezden gelmeleri, herhalde köylü kurnazlığının bir başka manidar örneğidir. Tıpkı Tayyip’in bir yığın yolsuzluk, hukuksuzluk, hırsızlık iddiaları karşısında, “yavuz hırsız” rolünü oynaması gibi, Öcalan ve taraftarları da pişkince davranmaktan kaçınmıyorlar.

“Yavuz hırsız” demişken, bir söz de alevi Kürtlere, Öcalan bir çok kez konuşmalarında kendisini Yavuz Sultan Selim’e benzettiğini söyler. Burada doğrudan ifade etmese de, kast ettiği Osmanlı sünni birliğidir. Nitekim, “barış süreci” safsatasını ilan eden ve Diyarbakır’da halka okunan mektubunda “sünni birliği” ne açık bir  vurgu yaparak dilinin altındaki baklayı çıkarmıştır. Bu bakımdan dün ve bugün Öcalan’da bir değişme olmamıştır. Ne diyelim, Öcalan’dan bir kahraman yaratmaya çalışan Kürtlerin, özellikle de alevi Kürtlerin işi çok zor.

Görüyoruz, etnici, mehzepçi ya da her ikisini birden ihtiva eden hareketler,ilkesiz, reel politik pozisyonları dolayısıyla,  gerici konumlara savrulma eğilimlerine sahip oluyorlar. Kaçınılmaz olarak.Türkiye sosyalist devrimci hareketi, bir yandan, Kürt-Türk ulusalcılığı ve onların açık ve gizli türev ya da yandaş örgütleriyle (Kürt ulusalcılığı ve bundizmi söz konusu olduğunda, etkileri itibarıyla, bunların sol harekette beyni küçük ve kuyruğu uzun bir yaratığı andırdığı malumdur); öte yandan, liberalizmle (özgürlükçü ve dayanışmacı anlayışların da bu   liberalizmin insan kaynağını devşirdiği “sol” mezbeleyi teşkil ettiği ampirik bir gerçektir)mücadele etmeden tam olarak doğrulamaz.

Bu iki gericilikle amansız bir fikri ve siyasi mücadele elzemdir.Kürt siyasetinin Türkiye solunda halen (ancak Haziran öncesine göre Kürt gericiliğinin ya da Erdoğan-Öcalan gericiliğinin geriletilmesinde epey mesafe kat edilmiş olduğunu da kabul etmek gerekir. AKP rejimi ona elini uzatan her eli kirletiyor.Kaçınılmaz olarak kendisi gibi gericileştiriyor.) bu denli etkili olması, büyük kentlerin özellikle varoşlarında sol siyasetin ağırlıklı olarak Kürt ve Kürt-Alevi özneler tarafından temsil ediliyor olmasıyla da alakalıdır. Bu kesimlerin önemli bir kısmı  bağımsız görünen siyasal örgütler altında Kürt siyasetinin vesayetine tabidirler.

Bu kesimlerle  mücadeleye girilmeden Türkiye sosyalist hareketinin toparlanması, ülkenin insan kompozisyonun ihtiva ettiği çeşitliliği kucaklaması kabil olmayacaktır. Sosyalist devrimci solu, Kürt, Türk etnikçiliği ve mezhepçilikten kurtarmak zorundayız. Elbette AKP’nin izlemiş olduğu mezhepçilik kaçınılmaz olarak karşıtı olan mezhepçi eğilimleri kışkırtıyor (Geçenlerde bir gazetede vardı, bir CHP vekili hapishanelerle ilgili olarak yaptığı incelemesinde, bir hapishanede bulunan MLSPB mensuplarının, Muharrem ayında aşure pişirmelerine izin verilmemiş olmasından ya da bir kaç hafta sonra izin verilmiş olmasından yakınıyordu.  Solculuk iddiasındaki  mahkumların  böyle bir taleplerinin olduğunu herhalde bu ülkede ilk kez duymuş oluyoruz. Bu örnek olayın dile getirdiğim kayguların anlaşılmasına yardımcı olacağını sanıyorum.) Fakat bu eğilimlere taviz vermemek lazım. Soyutlanmak pahasına bu doğrudan şaşmamak lazım. Bu bakımdan Lenin rehberimiz olmalıdır.

Aydınlık’ta yayınlanan Öcalan sorgusunun kayıtları karşısında sosyalist solcuların önemli bir kısmının Ufuk Uras gibi tepki vermiş olmaları (“Apo devletle kafa bulmuş” demişti) diğer bir kısmının suskunluğa gömülmüş olmasını anlamak, etnik ve mezhepçi eğilimlerinin soldaki hakimiyetini tespit ettiğimizde zor olmuyor tabii.

Toplumsal sorunların her biri kendi başına bir siyaset anlamı taşımaz. Dahası, bu sorunların her birinin doğrudan, başlıca siyaset haline gelmesi de gerekmez. Sonra, siyaset ve siyaset olanağını birbirine karıştırmamak gerekir. Siyaset olanağının bulunduğu her yer  zorunlu olarak siyasete tekabül etmiyor.

Kürt siyaseti, dayandığı siyaseten etnik olarak kodlanmış kitleler sayesinde, ihtiyaca göre, ha bire türev örgütler, partiler oluşturma kapasitesine sahip, HDP de bu örgütlerin en yenilerinden. HDP kimden oy alacak? HDP’ye oy vereceklerin ezici çoğunluğu Kürt oldukları için bunu yapacaklar. Yani, bu parti Kürt kimliğine çağrı yaptığı, ya da bu kimlik tarafından kodlanmış bir siyasal çağrıyı tanımı ve menşe itibarıyla öngörmüş olduğu için Kürt seçmenlerden oy alacak.Bu Kürt seçmen için önemli olan söz konusu kimliğe yapılan çağrıdır. Onun solcu veya sağcı olması, şu ya da bu programa sahip olması seçmenin ezici çoğunluğu bakımından bir anlam taşımamaktadır.

Genel olarak Kürt seçmene sol seçmen muamelesi yapmak  yanlış olur. Tersine, özellikle Kürtler arasında çoğunluğu teşkil eden sünni Kürt ahalinin büyük bir kısmının Tayyip seçmeniyle benzer fikir ve davranışlara sahip olduğu aşikardır.Kürtlerle birlikte hareket eden diğer solculara, sol hareketlere gelince, ikbal düşkünlüğünü bir yana bırakacak olursak, Kürtlere tutunmak kolay siyasal etki, güç sahibi olmanın aracıdır.Yani onları cezbeden  o hazır Kürt seçmen kitledir.

Tabii bu etnik gündemlere doğrudan referans vererek oluşturulmamış siyasetler içinde Kürt olup, bu kimliğini Kürt siyasetiyle işbirliği yaparak, Kürt siyaseti üzerinden  politikleştirmek gibi gizli ya da açıkça itiraf edilmemiş gündemi olan kayda değer sayıda sinik kişinin olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Bir başka nokta, “eş başkanlık” kepazeliğidir. Türkiye sosyalist hareketi bu kepazelik karşısında genel olarak suskunluğunu koruyor. Eğer kadınların önünü açmak istiyorsanız, onları bir erkek lidere iliştirmenize, ya da onun “öteki”si, gölgesi  haline getirmenize ne gerek var? Böyle yapmakla kadının “erkek toplumundaki aşağı konumu” nu sinikçe olumlamış olursunuz. Yani bu siyasal davranış, cinsiyetçi imalarıyla, kadın için bir bumerangtır.

Kadınların önü açılacaksa, Sırrı’yı başkan adayı yapacağına, bir kadını yaparsın. Şark kurnazlığına gerek yok. Sonra bu mantık sürdürülürse, erkeğin olduğu her idari birime, alana onun gölgesi işlevini görecek bir kadın da atamanız gerekir. Yani mesela, mahkemedeki erkek yargıcın yanına bir kadın yargıç, erkek okul müdürünün yanına bir kadın okul müdürü gibi.Bir de dikkat edilsin, hep başkanlar değil, “eş başkanlar” kadın oluyor. Kadınlar söz konusu olunca, buradaki “eş” sözcüğü de manidar oluyor. Kadınlar kendileriyle alay edilmekte olduğunun farkında değiller mi? Bu arada aklıma gelmişken, Kürt hareketi neden Apo’ya “eş önderlik” ihdas etmiyor?

Kürt hareketinin buradaki sorunu, Türkiye devrimci sosyalist hareketinden bir süreliğine devir aldığı aydınlanmacı karakterini kaybetmiş olması, arkaik, feodal davranış biçimlerine referans verir hale gelmiş olmasıdır.

Son olarak, önderlik, teorik ve pratik, ikisinin kesiştiği yere tekabül eden siyasi müdahale demektir. Soyutlanmak pahasına müdahale. Önderlik, liderlikle mümkün olabiliyor. Liderliğin kollektif olduğu örgütlerde önderlik kabiliyeti genellikle bulunmuyor. Liderliğin bazı vak’alarda kalitesiz olması, ondan vazgeçilmesini gerektirmez. Bıçakla adam da kesilebiliyor diye, onu kullanmaktan vazgeçmek doğru olmaz. Kaliteyi arttırmak daha sağlıklı yoldur. Kollektif liderlik, Sovyet ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi, restorasyon döneminin teslimiyetçi anlayışıyla uygunluk arz eder. Özgüvensizlik semptomu ve dekadan bir anlayıştır. Liderlik olmadan ne işlevsel bir Parti olabilir, ne de Cephe’si. İmralı ve Silivri’deki fırıldakların, liberal dayanışmacıların sultasını kırmak öncelikle liderlikle mümkün olabilir.


“Yeni” anayasa, Kürt sorunu ve AKP

Galeri

İşbirlikçi tekelci-burjuvazi hayli uzun bir zamandan beri siyasal rejimin aksaklıklarından parlamenter rejimi sorumlu tutmakta, “başkanlık” sistemini arzuladığını sıklıkla dile getirmektedir. Bu açıkça yürütmenin hakim olduğu, diğer rejim dinamiklerinin yürütmeye tabi olduğu bir sistem talebidir. Düzenin sağı, bir yandan Cumhuriyet’in erken … Okumaya devam et