Her ne kadar Rusya, Suriye’de askeri üs kurmak gibi bir niyetinin olmadığını söylese de, bu ülkede ısrarla takviye ettiği askeri yığınak, naklettiği silahların türü ve teçhizatın içeriği Rusya’nın Lazkiye civarında çok önemli, iyi donanımlı, yani caydırıcı özelliklere haiz bir harekat üssü kurmakta olduğuna dair işaretler veriyor. Bu Rus hamlesinin her şeyden önce, ABD yönetimi içindeki, ABD ve müttefikleri arasındaki çelişkileri, zayıf yönleri iyi okuyan Rusya’nın, ABD’nin Ukrayna hamlesine bir yanıtı olarak görülmesi gerekir.Bu hamle Rusya’nın Suriye söz konusu olduğunda iki temel kaygusuna da yanıt veriyor: IŞİD içindeki Rusya kökenli cihatçılarla ilgili kaygu ve tedarikçi bir ülke olarak Rusya’nın petrolle ilgili ekonomi-politik kayguları.
Dikkat edilecek olursa, ABD ve müttefiklerinden Rusya’nın bu yeni hamlesine sert tepkiler gelmedi. Göç baskısı altında bunalmış AB ülkeleri Suriye konusunda ABD önderliğinde izledikleri politikaların işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini görüyorlar. Bu baskılar ABD yönetimine de transfer ediliyor.ABD, son İran uzlaşmasıyla görüldüğü gibi, artık doğrudan askeri müdahalelerden kaçınıyor. Böyle bir gündemi (en azından) şu sıralarda yok.
Öte yandan, FED’in son kararı da ekonomik krizin devam ettiği anlamına geliyor. İyileşme falan hikaye. Ekonomide de her an işler tekrar alt üst olabilir. Bu parasal genişleme sürdürüldükçe balon şişirme devam eder. Bunun önüne geçilemez. Parasal genişlemeyi daraltan önlemler almanız, faizleri arttırmanız öncelikle FED tarafından, kapitalizm tarihinin belki de en büyük parasal operasyonuyla, kurtarılmış bankalarınızın (çünkü hepsi kurtarıcıları FED’e borçlu), sisteminize dahil çok sayıda ülke ekonomisinin zarar görmesine neden olabilir. Bu da gelir tekrar sizi hem ekonomik hem de politik olarak vurur.Yani bir çözümsüzlük hali var. Sürekli ertelemeler bunun göstergesi. Sağlıklı bir analiz için sadece ABD’deki ekonomik göstergeleri değil, genel olarak sistemin göstergelerini dikkate alan bir metota ihtiyaç var.
Şimdi Rusya’nın Suriye’deki, ABD-İran antlaşması sonrasına rast gelen bu yeni hamlesi, İran’ın bu hamleye desteği (İran da Rusya’nın petrol ekonomisiyle ilgili kaygularını paylaşıyor. S.Arabistan’ın ABD’nin talebi doğrultusunda ham petrol fiyatlarıyla piyasa koşulları hilafına istediği gibi oynama olanağına kavuşmuş olması İran’ı çok rahatsız ediyor. Özellikle Ukrayna sorunu etrafında S.Arabistan’ın ABD arzusuna uyarak petrol fiyatlarını dramatik bir şekilde aşağı çekmiş olmasından sonra İran bölgede ve tabii Suriye’de siyasal etkinliğini arttırmıştır), her şeyden önce, artık emperyalist ülkelerin önceden olduğu gibi, Orta Doğu’da cetvelle sınırlarını tespit ettikleri yeni ülkeler yaratamayacakları anlamına geliyor. Bunun en önce Kürt siyaseti bakımından sonuçları olması beklenmelidir. Tarihsel olarak emperyalizmden gelecek lütuflara bel bağlamış Kürt siyasetleri bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaklar. Bulundukları ülkelerde hem politikaları anlamında hem de yapısal anlamda -bir kez daha- değişimler geçirecekler.
Ta başından yapılan bir yanlış, “büyük Kürdistan” siyasetiydi. Bu coğrafya “büyük Kürdistan” için çok küçük. Doğru olan, tek tek ülkelerin Kürdistan coğrafyalarında ayrılıkçı vurguları, imaları olmayan ( ayrılma talebi Kürtler bakımından bir hak olsa da), o ülkeleri ileriye doğru devrimci bir şekilde dönüştürme mücadelesi vermekti. Bu sayede söz konusu hakkın demokratik olarak tanındığı koşullar yaratılmış olurdu. Bu yapılmadı. Malum tarihsel politik saplantılı tavırlar yinelendi. “İstediğimi kim verirse” ilkesizliği Kürt siyasetini kaçınılmaz olarak fırıldak haline getirdi. Şimdi biraz ileride hareket alanının iyice daraldığını görecek.
Ancak Kürt halkının büyük kentlerde yaşama isteğinde ifadesini bulan ilerici asimilasyonu, bu giderek ivme kazanan sosyolojik eğilim, Kürt siyasetinde ihtiyaç duyulan kentli proleter devrimci aklın mevzi kazanmasına zemin hazırlıyor.
ABD, Rusya’ya karşı aynı metotlarla karşı durabilecek halde değil. Düşüşte olan bir güç, savunma stratejisi uyguluyor. Paralı savaşçıları bunun için kullanıyor. Ancak onlarla uyguladığı “kontrollü kaos” un sürdürebilir olmadığı ortaya çıktı. Eski Roma’da da benzeri olmuştu. “Barbar” tabir ettikleri ve kendileri adına savaşan paralı askerler göçlerle Roma’yı paralize etmişlerdi. Esasen bugünkü “Avrupa” da bu göçlerden sonra oluşan yeni bir nüfus kompozisyonu tarafından yaratılmıştı. Şimdi de Avrupa’nın 90’lı yıllardan beri (eski sosyalist coğrafyaları en vahşi şekillerde çözmenin böyle bir sonucunun da olabileceği hesaplanamamıştı) sürekli ivme kazanan göçlerle yeniden yaratılacağı bir süreçte bulunduğunu düşünebiliriz(1)
Bugün Avrupa’da görülen paniğin ideolojik yansımalarını ya da ideolojik tepkilerini de görüyoruz. Reformist ve “radikal” Avrupa solu örtük ya da utangaç bir ırkçılık, onu besleyen bir ideoloji olarak “İslamofobi” nin (“Müslüman partikülarizmi” nin “Batı üniversalizmi” ni kuşattığından dem vuruluyor. Ama birincisinin ta başından ikincisi tarafından, kendi amaçları için kullanılmak adına dizayn edilmiş olduğu görülmüyor) sözcülüğünü yapıyor. Tutarsız, çelişkili akli konumlara savruluyor. Artık kafasını toparlayamıyor (Mesela kadın hakları, feminizm falan diyor, “müslüman kadınları türbandan kurtarmak” adına edebiyat parçalarken, aynı sıralarda, “kadınlar için özel taşıt araçları” çağrısı yapıyor. Öncelenmemiş ölçüde abartılı şekilde, hatta resmi, muhafazakar kurumları da kullanarak eşcinsel, LGBT haklarını ideolojik vitrinine koyarak kadını eve kapatmanın yollarını arıyor).
Yine mesela, “Üçüncü Roma olarak Moskova” anlayışının temsilcisi gibi gördükleri “slavofil Putin” i baş düşman ilan ediyor. İran’la varılan antlaşma dolayısıyla ABD’yi ince ince eleştiriyorlar. İran’ı Avrupa’da katliamlar yapan cihatçı teröristlerin hamisi gibi sunmaya çalışıyor. Gerçeklikten kopuk, şizofrenik bir ideolojik kurgudan ibaret bir dünya resmediyorlar. Ondan hareketle gevezelik ediyorlar. Gitmekte ve gelmekte olanı kabul etmiyorlar. Görmemek için direniyorlar. Tabii bizim gibi ülkelerdeki acentaları da aynı frekanstan yayın yapmaya devam ediyorlar.
İslamcılığın, islamci vahşetin kendi eserleri olduğunu görmüyorlar. Örnekse, son zamanlarda gaz verilen şiddet ve göç hareketinin İran’la varılan antlaşmayı engellemeye yönelik bir neo-con hamlesi olduğunu görmüyorlar. Neo-con hamlesi çöktü, hesabı ödemek vasallara, Avrupalı müttefiklere düşüyor. Buradan geri dönüş olmayacak.
Bu tipleri üzen, kaygulandıran hayatlarını göç yolunda kaybeden insanlar, emperyalist işgal ve saldırılar sonucu hayatlarını, yerlerini, yurtlarını yitiren milyonlarca insan değil, “Avrupai” yaşam tarzlarının, yaşam kalitelerinin zarar göreceği endişesidir. Majestelerinin “new left”i bunun için tedirgindir. Emperyalizmle birlikte saldırıyor. Emperyalistleri “bir şeyler yapması” için teşvik ediyor. Tabii burada “bir şeyler yapmak”ın askeri bir ima taşıdığını görmemek saflık olur. Hem lafzi olarak “neo-con” karşıtlığı yapıyorlar hem de fiili olarak “neo-con” anlayışının uygulanmasını vaz’ ediyorlar.
Ülkelerindeki aşırı sağın güçlenmesinden kaygu duyuyorlar, ancak neden güçlenmekte olduğunu görmek istemiyorlar. Bir çok aşırı sağ, örnekse Fransa’daki Le Pen hareketi, “anti-emperyalist” bir program ve söyleme sahip. Sosyalistlerden çok daha fazla emekten yana politikalardan yana. Neo-liberalizm karşıtı bir programa sahip(2)
Denilebilir ki, samimi değiller, demagojidir. Doğru tabii. Pekiy, ya sosyalistler? Programlarına, söylemlerine bakarsanız, bu “aşırı sağlar” , hem iç hem de dış politikada reformistlerden, Syrizlardan daha soldadır. Asıl garabet burada değil mi? Güçlenmelerinin asıl nedeni “sol” gibi solun olmaması değil mi? Siyasal bir boşluğu istismar etmiyorlar mı? (Vaktiyle AKP’nin popülerleşmesinin de böyle bir boyutu yok muydu?)
ABD, Suriye’de Rusya’ya askeri olarak karşılık veremez. Ukrayna’da da veremez. Emperyalizm, hep olduğu gibi, bükemediği bileği öper. Gününün geldiğini düşündüğü zamana kadar bunu yapar. Şimdi Suriye’de cihatçılara karşı Rusya’nın ve İran’ın olası bir imha planına dahil olmanın “şerefli” yollarını arayacaktır. Böyle bir plan uygulamaya konacaksa, ona dahil olarak, kendisinin inisiyatifinde gerçekleşmiş gibi sunacaktır.
Bu gelişmelerin Türkiye’ye yönelik olası sonuçlarına gelince, en önce artık AKP rejimini, en azından, bugünkü neo-con formatında sürdürmek mümkün olamayacaktır. Bu önümüzdeki seçim, eğer olursa, Tayyip’in müdahil olduğu, isterseniz katıldığı, son seçim olacaktır. Suriye’deki rejimin tahkimatı, Türkiye’dekinin erozyona uğramasıyla mümkün olabilir. İkisi bu çizgileriyle bir arada var olamazlar. AKP rejimi sadece AKP’den ibaret değildir, resmi muhalefet, ona tutunan, onunla el sıkışmış olanlar da çerçevesine dahildir. Onlar olmadan ayakta duramazdı zaten(3).
HDP, Türkiye soluna, kendi etnik gündeminden kaynaklanan bir ihtiyaç olarak, Bundçuluğu, “sol” diye kakalamıştır. MHP, AKP ne kadar Türkiye partisiyse, HDP de o kadar Türkiye partisidir. Daha fazla istese de olamaz. Bütün bu partiler, özel gündemli, özel misyonlu partilerdir. Aldıkları oylarla onları değerlendirmek yanlıştır.
Bu partilerin kendi içlerinde demokratik bir çerçeveye sahip olamayacakları da HDP’nin son olarak hükümet kuruluşu sırasında yaşadığı tartışmalarla bir kez daha görülmüştür. Bu partiler eşitlerin “ittifak” ını değil, “eşitler arasında en eşit olan” a tabiiyeti esas alırlar. Gerek duyduklarında vitrin malzemesi olarak kullandıkları yüklerini silkeleyip, atarlar. Aynı AKP’nin yaptığı gibi.
Şimdi bizim için sorun, bütün bu gelişmeler olurken nasıl bir tavır alacağımız, bu olanakları nasıl proletarya siyaseti adına olanak haline getirebileceğimizdir. Çünkü sözünü ettiğimiz kavga emperyalistler ve emperyalist olmak için çaba harcayan ülkeler arasındadır. Buradan kendiliğinden proletarya siyaseti adına olumlu sonuçlar çıkması elbette beklenemez. Siyasal olanaklar çıkar ama o olanakları devrimci şekilde gerçekleştirmek emek hareketinin becerisine kalmıştır. Aksi halde giden gericiliğin yerine bir başkasının tesis edileceği açıktır.
NOTLAR
1) Tekrar etmek gerekirse, göçlerin temel nedeni yoksulluk ve yoksunluktur. Savaşların, iç savaşların da zaten bu yoksullukla birlikte düşünülmesi gerekir. Bu göçlerin tek nedeni olarak savaşları işaret etmek doğru değildir. Mesela Meksika en çok göç veren ülkelerden birisi ama orada bir savaş yok. Bugün dünyada günlük geliri 2 ABD dolarının altında olan 3 milyar civarında insan yaşıyor (Oysa sadece “yoksullara yardım” işlevine sahip olduğu iddia edilen Dünya Bankası’nın günlük kârı her 1 dolar için 2 dolardır). Dünyada 5,5 milyardan fazla insanın ekonomik geliri Meksika’nın kişi başına gelirinden anlamlı miktarda düşüktür. Bu yoksul nüfus kapitalizm sayesinde sürekli olarak artıyor. Göç edenlerin nüfusu, elbette, bu en az 5,5 milyarlık yoksul ve yoksunlar nüfusu yanında devede kulak bile değildir.
2) Reformist ve “radikal” sol, gözleri liberal ideoloji tarafından kamaştırılmış olduğundan bu Avrupa’daki “aşırı sağ”ın ekonomik- sosyal ve dış politik politikasının kendisinden daha solda olduğunu göremedi. Kendisini meşrulaştırmak için bu aşırı sağın faşist olduğunu iddia ediyor. Oysa bunlar, Yunanistan örneği dışında, geleneksel anlamında faşist partiler değil. Bu ithamda bulunan reformist ve radikallerin kendileri emperyalizme ve faşizme daha fazla hizmet ediyorlar. Zaten “aşırı sağ” ın işçi sınıfı içinde dahi geniş bir taban bulabilmiş olmasının nedeni de soldaki boşluk. Veyahut aynı anlama gelmek üzere, sol kulvarda reformist ve radikal solcuların öne çıkartılmış olmasıdır. Söz konusu “sol” liberal ideoloji tarafından iğdiş edilmiş olduğu için onun ölçütleriyle düşünüyor. Kaçınılmaz olarak Syrizalaşıyor. Ne pahasına olursa olsun kitleselleşmeyi, bunun içinse sınıfsal ittifakları zorunlu görüyor. Yani tipik bir oportünist sendrom. Sürekli Syrizalar yaratma ihtiyacı duyar. Misyonu budur.
3) 1957’de Suriye’de yönetimin SSCB’ye yakınlaşması, ABD ve NATO’yu tedirgin etmiş, bu ülke emperyalistler tarafından tehdit edilmiştir. Bir “Suriye sorunu” meydana getirilmiştir. Bu sorun etrafında Türk ordusu bir tehdit unsuru olarak kullanılmak istenmiş, devrin Demokrat Parti hükümeti gönüllü bir şekilde Suriye sınırına 200 bin civarında asker yığmış, bu sorunu emperyalist talepler doğrultusunda istismar ederek, durumdan vazife çıkarma gayreti içinde olmuştur. Suriye’nin işgali gündeme getirilmiş, SSCB’nin verdiği nota sonrasında ABD, havaya girmiş vasalı Türkiye’nin yularını çekme ihtiyacı duymuş ve sorun bu şekilde aşılabilmiştir. Ancak bu sorun esnasında Türk hükümeti ABD’nin kontrolü dışında kışkırtıcı girişimlerde bulunmuş, bu durum ABD’yi rahatsız etmiştir. Menderes’in ipinin çekilmesinde herhalde bu sorunun ele yüze bulaştırılmış olmasının da katkısı olmuştur. Suriye sorununda geri adım atmakla DP’nin düşürülmesi arasındaki ilişki hakkında siyasal literatürümüzde hatırladığım bir araştırma yok. Bu tür girişimlerin siyasal sonuçlarının olmaması mümkün değil.