Sözde “anti IŞİD” koalisyonun başına getirilmiş bulunan General John Allen’ın önümüzdeki Kasım ayında bu görevini bırakacağını medyadan öğrendik. Allen, emperyalist blok içindeki neo-con şahinlerin, başını (halen Senato Savunma Komisyonu Başkanı ve eski Cumhuriyetçi başkan adayı) McCain, Hilary Clinton ve emekli General Petraeus’un (1) çektiği kliğin önde gelen bir üyesidir.
Bu gelişme sürpriz olarak görülemez. Daha önceki yazılarımda bir çok kez söz konusu koalisyonun nasıl oluşturulduğundan ve Allen’ın nasıl başına geçirildiğinden söz etmiştim. ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmanın onaylanmasından sonra Allen’ın bulunduğu yerde kalması olanaklı görünmüyordu. Artık “anti-IŞİD koalisyonu” nun bu haliyle bir anlamı kalmamıştı. Bizim sol camia, genellikle olduğu gibi, iç gündeme çok gömülmüş olduğu için İran-ABD antlaşmasının önemini kavrayamadı. Bu konuda bir yazı okuduğumu hatırlamıyorum. Halbuki bu antlaşmanın sonuçları bölgemizde ve ülkemizde görülmektedir. Türkiye’nin bugün yaşadıkları ve üç beş ay sonra, yani yakın gelecekte, yaşayacakları bu antlaşmayla başlayan yeni bir sürecin etkileri olarak görülmek gerekir. Bunlar belirleyici etkilerdir.
TC devleti bir vasal devlettir. Emperyalizmin sürekli saldırı haline geçtiği bir dönemde vasal devlet, bütün ulusal egemenlik sınırlarından kurtulur, yeni koşulların gerektirdiği yeni işlevlere hazır hale gelir. Bu sistem içinde yer alan bir vasal devletin işleyişini, egemen sınıf bloğunun bu devlete göre konumunu içinde yer alınan söz konusu sistemin dışında analiz etmek mümkün değildir. Yani bugün iç dinamikler, diyelim, İkinci Savaş sonrasındaki soğuk savaş devrinde sahip olduğu rolden farklı bir role sahiptir. Hem egemen sınıf bloğu ve hem de devleti öncekinden farklı olarak çok daha sınırlı, kısıtlı bir özerklik alanına sahiptir. Tabii bu öyle tepeden gelen bir emirle bir anda olmuyor. Öncelikle egemen kapitalist sınıf yeni birikim düzenine entegre ediliyor. Daha uluslararası ya da global bir karakter kazanıyor. Bu süreçte devlet hem bu durumu temin eden ve sürdüren bir araç hem de vasallık rolünün bihakkın yerine getirilmesi için bir amaç oluyor.
Emperyalizmin 90’lı yıllarda soğuk savaş zaferiyle birlikte başlatmış olduğu saldırı stratejisi, özellikle ya da daha net bir şekilde Obama’nın ikinci başkanlık döneminde bir savunma stratejisi haline dönüştürüldü. Elbette bu bir anda, kolay bir şekilde gerçekleşmiyor. Emperyalist sistemin hegemonik güçlerinin her birisinin kendi içinde ve tabii kendi aralarında, bu arada bunlarla vasalları arasında, emperyal güçler haline gelmek isteyen rakip güç merkezleriyle farklı çıkarlara, önceliklere, kaygulara tekabül eden gerilimler, çatışmalar yaşanıyor. Bir ileri iki geri ya da tersi bir görüntüye sahip adımlar atıldığını görüyoruz. “Vekalet savaşı”, kontrollü kaos” düşüşte oldukları için savunma stratejisine dönen tarihsel emperyal güçlerin pratiklerinde görülebiliyor. Bunlara daha önce değinmiş olduğum için geçiyorum. Yalnız geçerken, İran-ABD antlaşması sırasında ve sonrasında yaşananların bu yukarıda değindiğim hali tespit etmek bakımından önemine dikkat çekmek isterim. Adeta bir gösterge işlevi görüyor.
Emperyalist blok içindeki neo-con kanat İran antlaşmasını engellemek adına büyük bir çaba sarf etti. Mesela bu çerçevede bölgede ve ülkemizde terörün ivme kazanması, göç hareketlerinin kontrolden çıkması adına gayret gösterdi. Büyük bir medya kampanyası yürüttü. Ancak bu çabaları döndü dolaştı kendisini vurdu. Meşruiyet erozyonuna uğradı. Söz konusu antlaşmanın onaylanmasıyla Allen’ın artık bulunduğu yerde kalmasının bir anlamı kalmamıştı.
ABD’nin Ukrayna hamlesiyle bir taşla iki kuş vurma senaryosu da sahada yürümedi. İflas etti. Artık Obama yönetimi ve arkasındaki güçler için neo-con’ larla uzlaşma halinin sürdürülmesinin mümkün olmadığı görüldü. Hesap şuydu : S.Arabistan ham petrol fiyatlarını dramatik olarak aşağı çekecek, Rusya ve İran ekonomileri ağır bir darbe alacak, Suriye ve Irak sorununa müdahil olmalarının önüne geçilecekti. Aslında Kırım’ın Rusya’ya geri dönmesiyle bunun olamayacağının ilk ve en önemli işareti gelmişti. Ancak emperyalistler “kör kör gözüm parmağına” anlayışında ısrar ettiler. Rakiplerini hafife aldılar.
Emperyalistlerin ham petrol fiyatları üzerinden ayar verme girişimleri Rusya’dan çok, zaten bir de ambargo sorunu yaşayan İran’ı etkiledi. Böylece İran, Irak ve Suriye’deki etkisini, müdahalesini arttırma kararı aldı. Kaynayan kazan Yemen’i ateşledi. Suriye direnişi güçlendi. Cihatçılar geriletildi. İran, bir savaşı göze almak pahasına, nükleer çalışmalarını sürdüreceğini gösterdi. Yani vuruşmadan sahadan çekilmeyeceğini ilan etti.
Uluslararası finans-kapital ağlarına henüz entegre edilememiş Suriye burjuvazinin bürokrasi içinde de güçlü olan geleneksel seküler küçük-burjuva radikal veya ilerici güçlerle ittifakına farklı etnik ve dinsel kökenden geniş halk kesimleri de dahil oldu. Savaş çok uzamış ve üstelik değişim vaadinde bulunanların nasıl bir değişiklik yapacakları bu kitleler tarafından anlaşılmaz olmuştu. Özellikle Libya örneği Şam yönetiminin arkasında durmalarında belirleyici oldu. İran da bu direnişin başlıca dış dayanağı oldu.
İran-ABD antlaşmasının ardından neo-con senaryolarıyla oluşturulan tabloyu iyi analiz eden Rusya çok iyi bir zamanlamayla Suriye’de doğrudan müdahil olma kararı aldı. Rusya’yı bu kararı almaya sevk eden basitçe Akdeniz’de yer tutmak değildi. Bu arzu yeni değil zaten. Bu bir vak’a. Ancak Rusya’yı şimdi harekete geçiren iki temel kaygu vardı: Birincisi, bir tedarikçi ülke olarak ekonomisi ham petrol fiyatlarına bağımlıydı (aslında 70’lerden itibaren SSCB için de benzer bir durum vardı). ABD ve S.Arabistan’ın ham petrol fiyatlarını, piyasa kurallarını bypass ederek istedikleri gibi belirleme olanaklarına sahip olmalarının önüne geçilmesi gerekiyordu. Yani stratejik bir ürün olan ham petrol ekonomi-politiği etken oldu. İkinci olarak, Avrasyacı malum Anglo- Amerikan jeopoliğini öne koyan Obama yönetiminin cihatçıları ileride Avrasya coğrafyasında kullanma olasılığının giderek güçlenmesi Rusya’nın tedirginliğini arttırdı. Sayıları yüz binden az olmadığı iddia edilen cihatçılar arasında Rusça konuşanların üçüncü büyük grubu oluşturması, bunların bir çoğunun lider kadrolarda yer alması bu tedirginliği anlaşılır kılıyor.
İran da ham petrol ekonomisi konusunda Rusya ile benzer kaygulara sahip olduğu için siyasal olarak işbirliği yapma olanakları güçleniyordu. İran-ABD antlaşması Rusya’nın olası bir İran-ABD savaşıyla ilgili kaygularını giderdi. Rusya, Suriye’de doğrudan müdahil olmak bakımdan daha rahat hareket edebileceği bir zemin buldu.
ABD’nin bu yeni gelişmelerin önüne geçmesi mümkün görünmüyor. Esad’ın kalacağı anlaşıldı. ABD, Rusya’yla “şerefli” bir uzlaşma içinde olmak, onu kendisiyle birlikte hareket etmesi için sıkıştıracaktır. Bu arada, Rusya’yı İran’dan ayırarak kendi yanına çekme hesapları da yapıyor olmalıdır. Rusya ve İran’ı düşmanlaştırmak Avrasyacı Brzezinski’nin öteden beri ABD yönetimlerine tavsiye ettiği bir fikirdir.
Yemen’deki savaş ve Suriye’deki direniş S.Arabistan yönetimi içindeki defoları da açığa çıkarmış, bir taht mücadelesini başlatmıştır. Neo-con kanatın temsilcileri olan Prens Benderci’ler (bu arada Suudi hanedanlığına dahil halen bir kaç bin prens olduğunu hatırlatmak isterim), Suriye, Rusya ve İran’la uzlaşmaya sıcak baktığı izlenimi veren mevcut yönetimle şiddetli bir iktidar mücadelesi içindedir. Ancak neo-con’cuların kazanma olasılığı hemen hemen yoktur.
Türkiye’deki AKP rejiminin seçimlerden sonra daha da fütursuzlaşması, fiili durumlar yaratmaya hız vermesi, provokasyonlar yapması “anti-IŞİD koalisyonu” aracılığıyla ABD’nin Suriye’de yeni bir saldırı planını devreye sokmasıyla alakalıdır. Erdoğan-Davutoğlu yönetimi neo-con’ların kontrolündedir. Kürdistan coğrafyasında PKK’nin desteğiyle yükseltilen terör (2) bu neo-con koalisyon veya işbirliği olmadan anlaşılamaz. Ancak neo-con’ların geriletilmesi AKP hükümetinin sürdürebilirliğini olanaksız hale getiriyor. Artık eski manevra alanlarını bulmak da çok zordur. İhtiyaç duyacağı manevra alanı adına seçimlerden sonra bir CHP koalisyonundan önce HDP koalisyonu olanaklarını zorlaması, yani yeniden “barış süreci” senaryosunu uygulamaya koyması beklenebilir. Ancak bunun da sürdürebilir olmayacağı açıktır. Esad’ın kalması, Tayyip’in düşmesi demektir (3)
Bu arada, Türkiye ekonomisi çöküyor. Bu şartlarda, 3 TL’nin üzerindeki bir dolar kuruyla reel ekonomiyi çevirmek olanaklı değildir. AKP’nin dayanağı olan reel ekonomi içindeki Anadolu sermayesinin de artık onun arkasında olmayacağını tespit etmek gerekir. İhracata dayalı gelişme stratejisi izleyen Türkiye’nin ihracat yapan sanayisinin kullandığı girdilerin en az yüzde 55’i ithaldir. Öte yandan, Çin’in sürmesi muhtemel devalüasyon kararlarının Türkiye reel ekonomisi üzerinde tahrip edici etkileri devam edecektir. Biraz arabesk yapıp tarihin bir cilvesi mi diyelim, Türkiye, 1957’de ortaya çıkan Suriye sorunu sırasında da, özellikle 1958 yılında, büyük bir devalüasyon sorunu yaşamıştı.
NOTLAR:
1) Bu isme dikkat çekmek isterim. Petraeus uygunsuz bir gönül ilişkisi bahanesiyle Obama tarafından Afganistan’da görevliyken açığa alınmıştı. Asıl nedenin siyasal olduğu Amerikan medyasında çok yazıldı, tartışıldı. Doğrudur. İlk Körfez Savaşı’ndan itibaren, özellikle de 11 Eylül tezgahından sonra, ABD yönetiminde ordunun artan ağırlığını gösteren sembol isimlerden birisi Petraeus’tur.
11 Eylül’ ün ABD’de de facto bir rejim değişikliği adına bahane olarak kullanıldığı iddiaları biliniyor. Yani bizdeki Ergenekon tezgahı gibi. Daha CIA başkanı (Eylül 2011-2012 Kasım) olmadan önce Afganistan’da ISAF’un (International Security Asistance Force) başındayken (2010) ve sonrasında Petraus’un, Müslüman Kardeşler kartını “Arap baharı” adı altında kullanarak, Orta Doğu’daki seküler, ilerici hareketleri boğma düşüncenin mimarlarından olduğu sık sık dile getirilir. Hatta M.Kardeşler söz konusu olduğunda Mısır’la birlikte ayak direyen S.Arabistan’ın yerine Katar’ı (2005’ten itibaren) devreye sokanın da onun fikirlerinin etkisindeki CIA olduğu biliniyor. Nitekim Petraeus, hükümetin bilgisi dışında yaptığı planlar ve attığı adımlar Obama yönetiminde kaygu yaratınca görevden alındı. Bir süre sonra Katar’daki Emir’in oğlu tarafından alaşağı edilmesinin de bu Petraeus kararıyla ilişkili olduğu iddia edilmişti.
Şu açıktır: ABD soğuk savaş sonrasında adım adım, dünya hakimiyeti veya “tarihin sonu” ideali uğruna, kadim Roma gibi, bir askeri imparatorluk haline getirilmiştir.Bunun için bireysel özgürlükleri sınırlayan, devletin yurttaş üzerindeki kontrolünü arttıran birtakım polisiye yasalar yapılmış ve ABD yurttaşlarına onaylatılmıştır.
Dış siyaset alanında işgalci, baskıcı rolünü yerine getirebilmesi için devlet, iç siyasette de yurttaş karşısında daha fazla güçlendirilmiştir. Mesela, oğul Bush devrinde çıkartılan faşizan Yurtseverlik Yasası’nı hatırlayalım. Amerikan yurttaşları emperyalist devletin sözde güvenliği adına temel kişisel güvenlik haklarından feragat etmişlerdi. Bir örnek olsun, mesela, terör yapma potansiyeline sahip olduğu iddiasıyla bir yurttaşın özgürlüklerinin kısıtlanması, hatta fizikisel olarak yok edilmesi meşrulaştırılıyordu. 11 Eylül tezgahı sonrası çıkartılan ve bireysel enformasyon haklarını devlet otoritesi adına sınırlayan, kontrol altına alan yasaları hatırlayalım.
ABD’nin vaktiyle sosyalist dünyaya yönelttiği “totalitaryanizm” iddiasıyla ilgili argümanlarını, bu kez harfi harfine ona karşı kullanmak mümkün olabilmektedir. Bu notu tamamlarken son bir şey daha, bu enformasyon haklarını sınırlayan yasaları hazırlayan kişi de bir asker, Amiral John Poindexter’dı. Bu şahıs, İran-Contra olarak bilinen davadan yargılanmış, belgeleri tahrif ve yok ettiği için 18 ay hapis cezası almış ama cezası ertelenmişti.
2) Dikkat edilirse şiddet çok ağırlıklı olarak Kürdistan coğrafyasında yer alıyor. Adeta çatışan taraflar arasında zımni bir antlaşma vardır. Bu görüntünün Suriye’de Kürt grupların da dahil olduğu satranç oyunuyla bir ilişkisi var tabii. Gelgelelim, PKK’nin Kürdistan coğrafyası sınırları dışında eylem yapmaması dikkat çekicidir. Oysa böyle bir yeteneğinin olduğu biliniyor. Mesela Türkiye’nin ekonomik çıkarlarının yoğunlaştığı Batı’nın büyük kentlerinde önemli bir PKK eylemi cereyan etmemiştir. Bu bakımdan 7 Haziran’ın biraz öncesinde başlatılan şiddet şu ana kadar kontrollü bir şekilde sürdürülmektedir. Yani böyle bir izlenim ediniliyor. Bunu sadece tarafların seçim hesaplarıyla açıklamak doğru olmaz. Ancak o hesapları devre dışı bırakan bir analiz de eksik olur.
3) Daha önce bir kaç kez değinmiştim. Türkiye’de DP hükümeti, artan ekonomik sorunların da baskısıyla, 1957’de ABD tarafından yaratılan Suriye krizinin üzerine adeta bir can simidiymiş gibi atlamıştı. Gayet kışkırtıcı roller üstelenmişti. İç siyasetinde de bu dış siyasal konumunun yansıması olan tavırlar takınmıştı. Sovyetler Birliği’nin 1959’da Suriye’den yana ağırlığını iyice hissetirmesiyle ABD geri çekilmiş, TC devletinin hevesi de böylece kursağında kalmıştı. Ancak fatura da DP hükümetine çıkartılmış, kriz aşıldıktan hemen hemen bir yıl sonra hatalı bir kaleci gibi boşa çıkmış olan Menderes’in ipi çekilmişti.